GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Gelir Vergisi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:12
Tarih:26.10.2016

HDP GRUBU ADINA MEHMET EMİN ADIYAMAN (Iğdır) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 426 sıra sayılı Kanun Teklifi'nin geneli üzerinde Halkların Demokratik Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, 426 sıra sayılı Kanun Teklifi'ni, sembolik de olsa, cüzi bir miktarda da olsa işçilerin ya da çalışanların lehine bir düzenleme olduğundan, elbette ki destekliyoruz. Tabii, 1.300 lira üzerinden tespit edilen asgari ücret tarifesinin Gelir Vergisi Kanunu'na göre asgari ücretin altına düşmüş olması aslında Hükûmetin çalışanlara bakış açısını da ortaya koymaktadır. 50 ya da 60 lira gibi cüzi farklarla asgari ücretin altına düşen ücretlerin 1.300 liraya çıkarılması aslında meselenin temeline bir çözüm getirmemektedir. Bakın, 1.300 lira ücretle çalışan bir işçinin almış olduğu ücret, özellikle, İstanbul, İzmir, Bursa gibi metropol şehirlerde çalışanların neredeyse kiralarına yetmemektedir. Bırakın çocuğunu okutmasını, bırakın sosyal yaşama dair diğer ihtiyaçlarının giderilmesini, sadece iş yerine gidip gelme ve kira bedelini karşılamayacak noktadadır.

Tabii, asgari ücretle çalışan işçilerden daha vahim durumda olan çalışanlar var. Yani bugün tekstil sektörü başta olmak üzere birçok sektörde on binlerce işçi sigortasız ve asgari ücretin altında çalışıyor. Bu konuda hiçbir denetim mekanizması olmadığı gibi, bu işçilerin sendikalaşma yönünde en ufak bir girişimi işten çıkma sebebidir. Bakın, özellikle tekstil sektöründe, atölyelerde bugün 18 ila 25 yaş arası daha çok kadın işçilerin çalıştığı bir alan ve burada ödenen ücretler 750 ila 800 lira arasındadır ve bunun gibi pek çok alanda çalışanlar asgari ücretin dahi altında çalıştırılmaktadır. Sadece bu mudur? Bu da değil. Özellikle tarım sektöründe, bildiğiniz üzere, on binlerce insan yine bırakın asgari ücret olan 1.300 lirayı almayı günlük 20 lira, 30 lira yevmiyelerle sigortasız olarak çalışmakta.

Şimdi, tabii, bu mevcut palyatif düzenlemeler esasında işçilerin, çalışanların, emekçilerin hiçbir sorununa çözüm getirmeyeceği gibi, aslında AKP'nin politikalarının emekçilere, çalışanlara bakış açısını da ortaya koyan bir durumdur. Özünde AKP, sermayenin, sömürenin ya da kapitalin sözcülüğünü yapan bir iktidar. Dolayısıyla, bu tür yüzeysel düzenlemelerle emekçilerin sorunlarına çözüm üretilemeyeceği aşikârdır.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin kaynaklarının, özellikle mali kaynaklarının işçilerin, emekçilerin ve çalışanların hayat standartlarının yükseltilmesi yerine, uygulanan politikalarla, gerek ülke içinde gerek ülke dışında savaş konsepti üzerinden uygulanan politikalar sonucu ülkenin kaynakları esas itibarıyla savaşa aktarılmaktadır. Bugün ülke dışında ve ülke içerisinde sürdürülen savaş politikalarına yapılan harcamalar, yapılan masraflar işçi ücretlerinin yoksulluk sınırının altında olmasını bırakın bir yana, eğer bunlar çalışanlara, emekçilere aktarılmış olsa, mevcut kaynaklar üzerinden değerlendirilmiş olsa hiç şüphesiz bizim seçim programımızda belirttiğimiz üzere işçilerin asgari ya da çalışanların asgari ücret limiti en az 1.800 lira olacaktı. Ama AKP'nin kaygısı, politikalarındaki hesabı emekçilerin, çalışanların, çiftçilerin, esnafın, KOBİ'lerin hayat standartlarını, gelir kaynaklarını yükseltmeye yönelik değil, tam tersine, vergi yükü altında bu kesimleri daha çok ezmektir. Ülke ciddi anlamda bir kriz, ekonomik kriz sürecinde, sadece siyasal kriz değil ama aynı zamanda ekonomik kriz sürecini de yaşamaktadır. Onlarca esnaf siftah yapmadan dükkânını kapatmakta, çiftçiler ellerindeki tarım arazisini geliri maliyeti karşılamadığından boş bırakmakta, ekmemektedir. Dolar başını alıp gitmektedir. Tabii, bütün bu gelişmeler karşısında emekçilerin durumlarının düzeltilebilmesini AKP Hükûmetinden beklemek saflık olur.

AKP Hükûmetinin odaklandığı tek bir süreç var. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası "Bu, Allah'ın bir lütfudur." söyleminden hareketle hakikaten bu süreci bir lütfa, bir fırsata ve kendi parti iktidarını inşa etme, parti iktidarı üzerinden tek adam rejimini, başkanlık rejimini bu ülkenin gündemine sokma çabası içerisindedir.

15 Temmuz darbesini karşı darbeye çevirdi AKP, OHAL ve kanun hükmünde kararnamelerle âdeta bu Meclisi baypas etti. Aslında, askerî darbe süreçleri hariç yani sıkıyönetim dönemleri hariç bu ülkede sadece 1987 yılında 13 vilayette olağanüstü hâl ilan edilmiştir. Türkiye tarihinde, ülke genelinde olağanüstü hâl ilanı hiçbir dönemde uygulanmamıştır doksan yıl boyunca. Ama, ilk defa 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte AKP, bütün ülke sathında olağanüstü hâli uygulayarak demokratik hak ve özgürlüklerin önünü kesme, aslında, AKP'ye muhalif ister sağ ister sol ister liberal tüm kesimleri tasfiye etmeyi hedefine koymuştur. Sadece pratikte uygulanan öncelikler sırasıdır.

Dolayısıyla, bugün gerek yandaş medya üzerinden gerek vesayet altına aldığı, âdeta tetikçisi hâline getirdiği yargı üzerinden, başta Halkların Demokratik Partisi olmak üzere Türkiye'deki sol ve sosyalist güçlere yönelik bir sindirme, bir siyasal soykırım operasyonu uyguluyor. Ama, bu önceliklerini halledebildiği ölçüde AKP'ye muhalif diğer siyasal parti, grup ve kesimlere yöneleceği de kaçınılmazdır. Bunu nereden çıkarıyoruz? Bunu AKP'nin beslendiği zihniyetten ve geçmiş dünya uygulamalarından çıkarmak mümkündür.

Değerli arkadaşlar, AKP bu ülkede iki ana eksen üzerinden siyaset yürütüyor. Biri, Selefî mezhepçiliktir. Sünni mezhebinin dışındaki tüm mezhepler, AKP paradigması açısından aslında hedeftir; yok edilmesi gereken, sindirilmesi gereken, teslim alınması gereken kesimlerdir. Diğer, ikinci bir kesim ise yine, milliyetçilik, etnik milliyetçilik üzerinden çoğunluğu konsolide ederek, Kürtleri hedef göstererek kendisini inşa etmeye çalışıyor. AKP'nin gerek ülke içinde gerek ülke dışındaki bu politikası, hem Selefî mezhebî politikası hem etnik milliyetçi politikası bu ülkeye ancak bir çatışmayı, ancak iç savaşı, ancak kardeş kavgasını getirir. Dolayısıyla, AKP'nin bu paradigmadan vazgeçmesi, Allah'ın lütfu olarak kabul ettiği 15 Temmuz girişimini, demokrasi, özgürlükler, hak ve adaletin gerçekleşmesi yönünde kullanması gerekiyor.

Değerli arkadaşlar, AKP Hükûmeti olağanüstü hâli ilan ederken "Biz bunu devlete karşı ilan ediyoruz." söylemini geliştirdi. Aslında oradan kasıt, devlet içine sızmış olan FETÖ üyelerinin tasfiyesi olarak kamuoyuna algı operasyonları üzerinden verilmeye çalışıldı ama uygulamada aslında hedefin FETÖ örgütünü tasfiye etmek olmadığı; zira, AKP'nin eğer amacı FETÖ'yü tasfiye etmekse on binlerce kamu çalışanını tasfiye etmeden önce, yüzlerce gazeteciyi, akademisyeni, yine yüzlerce esnafın üzerine yürümeden önce, kendi içindeki FETÖ'cü AKP'lileri ya da AKP'li FETÖ'cüleri tasfiye etmesi gerekiyordu. FETÖ'nün siyasal ayağını, AKP, içindeki FETÖ'cüleri ya da FETÖ'cü AKP'lileri tasfiye etmeden on binlerce muhalifi çeşitli gerekçelerle, kimisini FETÖ üyesi olma gerekçesiyle, kimisini farklı iddialarla, kimisini Kürt olmaları itibarıyla, terörize ederek görevden alması, dışlaması, aslında AKP'nin FETÖ yapılanmasıyla iç içe olan durumunu hiçbir zaman ayıklayamayacağı gerçeğiyle de bizi karşı karşıya getiriyor.

Değerli arkadaşlar, son iki gün içerisindeki gelişmeleri, sadece son iki gün içindeki gelişmeleri değerlendirdiğimizde, aslında AKP'nin durumu gözler önüne serilmiş oluyor. Bakın, son iki günde ne oldu? Şırnak'ta önce evleri, dükkânları, parkları başına yıkılan on binlerce insan çadırlara mahkûm edildi. Akabinde, son iki gün içerisinde Şırnaklı yurttaşlarımızın sığınmış olduğu naylon çadırlar valilik emriyle, AKP direktifiyle zorla sökülüp atıldı ve oradaki görevlilerin yurttaşlara söylediği söz, "Nereye gidelim?" sözüne verdikleri cevap: "Irak'a gidin, Kerkük'e gidin."

Yine son iki gün içinde Cizre'de zırhlı araçlarla 5 yaşındaki çocuk ezildi ve âdeta bu, Cizre, Gever, Şırnak ve Nusaybin gibi il ve ilçelerde periyodik hâle getirildi. Sürekli bir biçimde bir zırhlı araç ya bir yaşlıyı ya bir çocuğu veya bir kadını bir şekilde ezmektedir ama hukuki boyutta, yapanın yanına kâr kalmaktadır.

Değerli arkadaşlar, sadece bu mudur? Daha dün Darbe Komisyonunda beyanda bulunan Diyarbakır Eş Belediye Başkanları, daha doğrusu Başkanımız Gültan Kışanak, Darbe Komisyonunda bir gerçeğin altını çizdi. Neydi o? "Siz, kırk yıldır FETÖ'yle iç içesiniz, kırk dakikalık bizi ziyaret etmenin hesabını soruyorsunuz ya da bizi FETÖ'cü olmakla suçluyorsunuz." şeklinde bir tarihî gerçeğin altını çizdi. Belediye Eş Başkanımız, daha uçaktan iner inmez havaalanında gözaltına alındı.

Şimdi, AKP sözcüleri her kürsüye çıktıklarında hukuktan, hukuk devletinden, hukukun üstünlüğünden bahsediyor. Gerçekten bu ülkede hukukun üstünlüğü, hukuk devleti ve hukukun bağımsızlığı söz konusu mudur, tartışılması gereken şey bu. Ne zaman ki bu ülkede hukuk mercileri AKP'nin aleyhine bir karar verdiyse, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, AKP'nin en alt kademesine kadar herkes mahkemelerin ya da hukuk mercilerinin vermiş olduğu kararları tanımadıklarını hiç çekinmeden kamuoyuna ilan ederler ama lehlerine bir karar verildiği zaman, işlerine, onların paradigmasına, iktidarına, egemen güç olma heveslerine hizmet eden kararlar veriliyorsa ne zaman ki yargı vesayet altında ve hâkimler ile savcılar AKP'nin fetvalarıyla bir kadı gibi karar veriyorsa o zaman hukuktan, hukuk devletinden bahsedilir.

Değerli arkadaşlar, Türkiye'de hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, hâkim bağımsızlığı ve hâkim teminatı yoktur. Hiçbir hâkim, bu ülkede, bir karar vermeden önce, vereceği kararın AKP'nin çıkarlarına ne kadar denk düşüp düşmediğini hesaplamadan bir karar verememektedir. Zira, AKP'nin çıkarına denk düşmeyen bir karar veren hâkim, gereken bedeli ödeyeceğini biliyordur. Dolayısıyla, mevcut koşullar içerisinde objektif karar verebilecek hâkim aramak, bulmak âdeta samanlıkta iğne aramak gibi bir duruma sürüklemiştir.

Değerli arkadaşlar, tabii, AKP'nin ülke içerisinde uyguladığı bu despotik, bu antidemokratik ve cunta rejim anlayışı sadece ülke içerisinde bedel ödetmiyor halkımıza; aynı zamanda Musul'da, Rojawa'da uyguladığı politikalarla da bu halka büyük bedeller ödetilmektedir. Âdeta Neoosmanlı hayallerle, Misakımillî söylemleriyle, ülke içinde hamaset algısı ve söylemleriyle, yeni bir Osmanlı ve bu Osmanlı'nın başında da bir sultan edasıyla, kamuoyu âdeta konsolide ediliyor, yanıltılıyor, bilgi kirliliği üzerinden siyaset üretilmeye çalışılıyor.

Rojawa'da iki gün önce IŞİD'den alınan 5 köy Türk Hava Kuvvetleri tarafından bombalanıyor. Bakın, altını çizerek söylüyorum: Şehba bölgesinde, Suriye Demokratik Güçleri tarafından IŞİD'den alınan 5 köy helikopter ve uçaklarla bombalanıyor. Bu, açıkça IŞİD'e destektir.

Yine, Musul'da Irak Hükûmetinin bütün açıklamalarına ve Irak halkının koymuş olduğu tepkilere rağmen mezhep üzerinden Irak'ın iç işlerine müdahale, sanki 1920'li süreçleri yaşıyormuşuz gibi Musul üzerinde hak iddia etme, Musul'un Musul halkına ait olduğu söyleminin esasen Sünni Araplara ait olduğu söylemi olarak dile getirildiği gerçeğini hepimiz biliyoruz.

Musul Musulluların ise Şırnak kimin? Şırnak da Şırnaklılarındır ama Şırnak halkını Şırnak'tan boşaltıyorsunuz. Kendi vatandaşını, kendi yurttaşını yerinden yurdundan söküp başka yerlere göç etmeye zorluyorsunuz "Musul Musul'undur." diyorsunuz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MEHMET EMİN ADIYAMAN (Devamla) - Bu politikanın tutmayacağını, iflas edeceğini belirtip hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)