| Konu: | 667 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname (1/746) ile İç Tüzük'ün 128'inci Maddesine Göre Doğrudan Gündeme Alınmasına İlişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Tezkeresi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 6 |
| Tarih: | 12.10.2016 |
CHP GRUBU ADINA ŞENAL SARIHAN (Ankara) - Değerli Başkan, değerli kâtip üyesi arkadaşlarım, değerli yazman arkadaşlar ve Meclisimizin burada oturmakta olan çok saygın milletvekilleri; burada oturmanın bugün gerçekten bir saygınlık olgusu var. Neden? Çünkü Türkiye'nin kaderini çok yakından ilgilendiren bir konu üzerinde, Türkiye Büyük Millet Meclisine kendilerini temsil etmek üzere göndermiş olduğu kişiler buradalar, böyle bir konuyu konuşuyorlar, geleceğimizle ilgili bir konu. 15 Temmuzu hep birlikte yaşadık. 15 Temmuzda başımıza inen bombaların ne anlama geldiğini, ne yapılmak istendiğini hepimiz derinden hissettik ve bu belayı defetmek üzere de buraya gelebilen arkadaşlarımız gerçekten yiğitçe burada oturdular; Meclisin hakkını, hem milletvekili olarak hem de halkın temsilcileri olarak savundular.
Şimdi, bir darbe girişimi vardı. Bu darbe girişiminin, bütün darbeler gibi, herhangi bir yerini onaylamamız mümkün değil. Ancak, ben yaşı epeyce ilerlemiş bir arkadaşınız olarak, Türkiye'nin kırk bir yıl süren olağanüstü hâl ilanı ya da sıkıyönetim -her ikisi de olağanüstü hâl hukukunun çerçevesindedir- sürelerine tanıklık etmiş olan bir arkadaşınız olarak son darbe girişiminden çok korktum çünkü diğer darbecilerin bazı açıklamaları vardı; sözüm ona, bir kısmımız adına, parlamenter sistemi uygulamak yerine kendi egemenliklerindeki bir düzeni kurmaya çalışıyorlardı. Biz yine de iyi kötü, işkenceye rağmen, kötü muameleye, cezaevlerine rağmen hayatta kalabilme şansına sahiptik ama son darbe hepimizin canına da kastetmiş olan bir darbeydi ve bizim en değerli kurumlarımıza yönelmiş bir darbe girişimiydi, engellendi. Bu, çok değerli bir olay. Halk tepki verdi, Meclis tepki verdi; insanlar, kırk bir yıl üzerlerinden geçmiş olan olağanüstü dönemleri yaşamış olsalar da olmasalar da yeni bir olağanüstü dönemi, yeni bir darbe dönemini yaşamak istemediklerini ifade ettiler.
Adli Tıp Kurumundaydım. Adli Tıp Kurumunda özel harekâtçı gençlerin ailelerinin çocuklarının vücut parçalarını nasıl beklemekte olduklarına tanıklık ettim. Onların ayak bileklerinin, onların kol bileklerinin, onların vücutlarının herhangi bir bölümünün DNA testiyle kendi çocuklarına ait olduğunu öğrendiklerinde âdeta sevindiklerine de tanıklık ettim. Çünkü, yaşayan insanlarımız, çocuklarımız, kardeşlerimiz kadar ölülerimizin de bizim kendi geleneklerimiz, göreneklerimiz içinde birer mezarı olması gerekir; onları oralarda anmak isteriz, oralarda bulunmak isteriz, onların acısını bir daha yaşamak ya da onların bize bıraktığı güzellikleri anımsamak isteriz.
Bu, çok hain bir darbeydi fakat bu darbe engellendi. Bu darbe girişimi gerçek bir darbeye dönüşmedi yani devletin gücü bir darbeyi engelleyebilecek durumdaydı çünkü darbenin hedefleri arasında 3 büyük kent vardı esas olarak ya da şimdiki bilgilerimiz içinde. Mevcut devlet, mevcut iktidar bu darbeyi engelledi. O zaman ne yapmak gerekiyordu? Diğer darbelerden sonra ilan edilmiş sıkıyönetim ilanı ya da olağanüstü hâl ilanı gibi bir ilanı mı yapmak ve halkın bütün nefes alma organlarını sıkıştırmak, onları, bütün bir halkı, bütün bir yurttaş kesimini âdeta bir kafese mi doldurmak ya da "Demokrasimiz kendini koruyabilecek durumdadır. Bizim mahkemelerimiz var, bizim güvendiğimiz güvenlik güçlerimiz var, bir kısmı gerçekten çok önemli hatalar yapmış olsa da bir yargı sistemimiz var." diyerek OHAL ilanı yerine gereken hukuki önlemlerin alınması konusunda çaba göstermek mi gerekiyordu? Değerli arkadaşlar, bana kalırsa yapılması gereken şey olağanüstü hâl ilanı değildi. Buradan birçok arkadaşımız "evet", "belki" gibi açıklamalar yaptılar, ben onlara katılmadığımı ifade etmek isterim. Bu darbeyi engellemişse bir iktidar, bir devlet gücü bunu hukuk içinde yürütmelidir.
Evet, başka bir şey daha var: Olağanüstü hâl ilanı da bir hukuk rejimidir, hukuki bir olaydır, bizim Anayasa'mıza girmiş, 1982'de girmiş olan bir düzenlemedir, birçok ülkenin anayasasında da vardır, hukuk rejimidir. Eğer olağanüstü hâl ya da sıkıyönetim ilanı bir hukuk rejimi ise o zaman onun hukukla sınırlı olması gerekir, hukuk içinde hareket etmesi gerekir. Ama bugünkü uygulamalara baktığımızda, hepimizin ortak tepki verdiği, hepimizin büyük bir acıya gark olduğu olayların ertesinde yaşanan tabloda... Ne yazık ki bu hukuk rejiminin zaten kendi içinde taşıdığı bir tehlike de vardır; daima hukuksuzluklara olanak tanıyabilir, daima yanlışlıklara, birtakım yasal düzenlemelerin olağanüstü hâlin ilan edildiği bir günle sınırla tutulmayarak daha geniş bir şekilde gelecek günlere doğru da sirayetine ve o ülkede antidemokratik uygulamaların çoğalmasına neden olabilir. Bu tehlike varken olağanüstü hâl ilanını yaptığımız zaman, olağanüstü hâli uluslararası sistemde "Sirakuza İlkeleri" diye ifade ettiğimiz ilkeler çerçevesinde, yani temel hak ve özgürlüklerin korunması çerçevesinde yani yaşam hakkının, yani düşünce özgürlüğünün, inanç özgürlüğünün, basın özgürlüğünün ve diğer özgürlüklerin korunması çerçevesinde, askıya alma işlemlerine rağmen, buna özen göstererek olağanüstü hâli, hukuk rejimi içinde uygulamaya çalışmak gerekir.
Bugün ne yazık ki, buradan seslenen arkadaşlarımızın, ister MHP'den ister HDP'den olsunlar, muhtemelen AKP'den arkadaşların da aynı biçimde sorunları var. Bugün bu olağanüstü hâlin uygulanması ve bunun arkasından çıkarılan kararnamelerin yarattığı ciddi bir hukuksuzlukla karşı karşıyayız. 667, bu koşullarda kabul edilmiş olan bir kararnamedir arkadaşlar. Şimdi size genel gerekçeden bir bölüm okumak istiyorum, deniliyor ki: "Anayasal -darbeler için- düzeni askıya alarak demokrasimizi kesintiye uğratan, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldıran, Meclisin kapatılmasına neden olan 1960 ve izleyen darbelere atıfla milletin bu dönemlerde çektiği acı, ızdırap ve hukuksuzluklar hatırda tutularak bu düzenleme yapılmış ve son darbe girişimine karşı aşağıdaki önemler alınmıştır." Acı ve ızdırabın önüne geçilecek ise, geçmiş OHAL durumlarındaki hatalar yapılmayacak ise bu kararnamenin metni içine de bu hatalara izin vermeyecek düzenlemeleri koymak gerekirdi.
Değerli arkadaşlar, 1'inci madde ne diyor? Bu darbeye yönelik olarak önlemin alındığını söylüyor, hemen arkasından da Terörle Mücadele Yasası kapsamında önlemlerin alındığını söylüyor. Bizim bir Terörle Mücadele Yasamız var, bir kenarda duruyor, bununla ilgili zaten özel düzenlemeler var. Son ve ilan sebebi ne? Son ve ilan sebebi bu FETÖ'cü darbe. O zaman oku atacağımız hedef neresi? FETÖ'cü darbe, bu girişimin altındaki örgütlenmeleri bulmak, o örgütlenmeleri yargı önüne getirmek ve yargı önünde bunların hesap vermelerine olanak tanımak.
Sonra ne yapıyor? FETÖ'cü gruplarla ilişkisi olduğu iddia edilen birtakım vakıfların, birtakım derneklerin, birtakım okulların kapatılması konusunda düzenleme getiriyor, bu konuda yetkiler veriyor.
Değerli arkadaşlar, size bir anımı izin verirseniz anlatacağım. Belki buralar, gerçekten hepimizin kendi insanlığımızı, kendi geçmişimizi, kendi yaşantılarımızı da aklımızda tutarak karar vermemiz gereken yerler. Yıl 1980, 1 yaşında olan bir oğlum var; eşim öğretmen, ben de mesleğe yeni başlamış olan bir öğretmenim. Aldığımız maaşın birisi, doğrudan doğruya kiramıza gidiyor. Bir sabah uyandık, 22 Nisan sabahı, eşim okula gitti geldi. İyi bir haber getirdi o küçük çocuğumuza, 23 Nisan haberi getirdi, haber şuydu: Eşimin görevine son verilmişti. Birçok aydınla birlikte eşimin görevine son verilmişti. Dedim ki: "Evet, bize güzel bir Çocuk Bayramı armağanı verildi." Sıkıyönetim şartları. Sıkıyönetim şartları içinde 2 öğretmen maaşıyla geçinmeye çalışan bir ailenin, çocuğunun süt istediği, et istediği, evinin kirasının ödenmesi gerektiği bir ailenin hiçbir idari, adli soruşturma olmaksızın sadece solcu bir öğretmen olmasından ötürü görevine son verildi.
Yalçın Küçük'ler, Haldun Özen'ler ve benzeri çok sayıda -şimdi isimlerini tek tek hatırlayamıyorum- insanın görevine son verildi. Ben onların bir kısmının avukatlığını da yaptım, ilk avukatlık deneyimlerim bu, 1402'liklerin avukatlıklarını da yaptım. Ne kadar sıkıntıda olduklarını, nasıl yoksulluğa düştüklerini ama hepsinden önemlisi, eşimin öğrencilerine ulaşamadığı için gözyaşları döktüğüne de tanıklık ettim.
Sevgili arkadaşlar, bugün Cumhuriyet Halk Partisinin mağdurlar bürosuna, bugün hepinizin bürosuna -tek tek biliyorum- hepinizin vekil ya da bulunduğunuz illerdeki odalarınıza insanlar geliyor ve de haksızlığa uğradıklarını söylüyor. Haklıdırlar, haksızdırlar, bunu bütünüyle kapatıyorum. Haklı olan nedir, biliyor musunuz? Varsa kuşkunuz, varsa kaygınız bir insanla ilgili; nedir bizim hukuk sistemimiz? Bir şikâyet var ya da kuvvetli şüphe var, her ne varsa, eğer memursa açığa alırsınız, üçte 2 maaşını verirsiniz, üçte 2 maaşı cebine girer. Onu açlığa bırakmazsınız çünkü o, sizin yurttaşınızdır ve siz ondan sorumlusunuzdur. Onun yaşama hakkından, onun sağlık hakkından sorumlusunuzdur.
Şimdi, biz, bu kararnamelerle ne yaptık sevgili arkadaşlar? Bu insanları tamamen yoksulluğun ve yalnızlığın... "Yalnızlık"ın da altını çiziyorum. Hangi yalnızlıktır o? "Aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın. O, benim dostumdu ama şimdi dostum değil, çünkü kuşkuludur." diye mimlenen insanların yalnızlığı. Bakın, bunu yapabilirdik, yapamaz mıydık? Açığa alırdık, soruştururduk, varsa suçu -kimseyi savunmuyorum- adliyse adli, idariyse idari -özellikle memur kesimi, kamu kesimi için söylüyorum- doğrudan doğruya onlarla ilgili işlemleri hukuk sınırları içinde yapardık ve kimse buna itiraz etmezdi ama elimizdeki kararnameler, ne yazık ki, bize hukuka uymayı değil, hukuka uymamayı âdeta öğütleyen, âdeta düzenleyen kararnameler durumunda.
Sevgili arkadaşlarım, şimdi tekrar sormak istiyorum: Bu kararnamenin tarihi 21/07/2016. Aradan üç aya yakın zaman geçmiş. Ne der hukuk sistemi? Der ki: "Türkiye Büyük Millet Meclisine Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihten itibaren hemen gelir. Meclis Başkanı da bunu komisyonlara verir. Yirmi günde komisyonlar eğer gereğini yapmazsa Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülür." Niye görüşmedik arkadaşlar? Üç aydır neredeyse ve son üç haftadır, biz geliyoruz, gidiyoruz, hazırlanıyoruz, bu konuda konuşacağız diyoruz, bu konuda düşüncelerimizi söyleyeceğiz diyoruz. Neden Türkiye Büyük Millet Meclisinde bunları görüşmekten, konuşmaktan kaçıyoruz?
Burası, bir denetim organı değil mi aynı zamanda sevgili arkadaşlar? Böyle bir görevimiz de yok mu? Bu kararnameler, Sultan Süleyman'ın kanunnameleri falan değil ki; bu kararnameler, hukuk sistemi içinde konuşulacak, tartışılacak, düzenlenecek kararnameler. Bunu yapmadık. Bugün artık bunu görüşüyor olmamızın bir değeri de var elbette, hiç değeri yok değil ama niye bugüne kadar görüşmedik? Şöyle düşündüm: Acaba iktidar, eleştirilmekten mi korkuyor? Ama eleştiri öyle bir şey ki sevgili arkadaşlar, bütün radyoları, bütün televizyonları kapatsanız dağlardan yansır gelir, insanın derdi ve feryadı her yere yansır. Şimdi o feryat, her yere yansımış durumda. Gazeteleri kapatıyor iseniz, vakıfları kapatıyor iseniz, sendikaları kapatıyor iseniz durum son derece vahimdir.
Size birkaç rakam sunmak isterim değerli arkadaşlar. Bakınız, 12 Eylül, demin size anlattığım sahne, sonunu da söylemeliyim: Sonuçta 1402'liklerin hepsi geri döndüler, hepsi çünkü haklarında suçlanacak hiçbir şey yoktu ve hukuk, o arı duru hukuk onları iade etti. Kenan Evren, bu işin başında duran Kenan Evren, son günlerini hastaneden duruşmalara katılarak geçirdi. Onun için acıdım inanın, onun için acıdım -duruşmalara giriyordum partimiz adına- "Susma hakkımı kullanacağım, konuşmuyorum." diyordu, genç avukat arkadaşlar durmadan soru soruyorlardı. Söz aldım ve dedim ki: Size acıyorum çünkü sizin susmak gibi bir hakkınız var, bu, hukuka uygun bir hak. Onun için dahi acıdım, bu, belki fazla bir şeydi ama çocuklarım, benim o 2 çocuğum daha sonra da bu hayata tanıklık eden, olağanüstü hâlin bir aileyi, bir toplumu nasıl ezip geçtiğini, ne gibi yaralar bıraktığını bilen çocuklarım, sizin çocuklarınız, hepimizin çocukları herhâlde Kenan Evren'i bağışlamayacaklar.
Şimdi Fetullah'ı da bağışlamayacağız. Fetullah, sadece ülkemize değil, bütün dünyaya bir mikrop yayıyor; bu çok açık, mutlaka böyle. (CHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar) Ama sevgili arkadaşlar, yapılması gereken, "Fetullah'la mücadele edelim." derken başka haksızlıklara fırsat vermemek. Bu haksızlıkları yaparsak bu, zararımıza olur. Bakınız, unutmayın, nerede baskı varsa o baskıya karşı bir direnç doğar. Bu direncin bazısı haklıdır, doğru taleplerle yükselir, ona "devrim" denir ama bazıları gerici ayaklanmalardır. Türkiye için bu tehlikeyi aklımızda tutmak gerekir. Yarının neye açık olacağı, bizim önümüze neyi getireceğini bilemiyoruz.
Şimdi, küçük ilkeler var olağanüstü dönemlerde. Ne yaparsınız? Olağanüstü hâlin ilanı neyi gerektiriyorsa o alanla ilgili düzenlemeler yaparsınız ve olağanüstü tehlikenin -ki ona biz kriz diyoruz- kriz döneminin aşılmasıyla orantılı düzenlemeler yaparsınız. Eğer bunu yapamazsanız, orantısız davranırsanız biraz önce söylediğim tehlike karşımıza çıkar. Şimdi biz, hepimiz, keşke bütün arkadaşlarım şurada olsalar ve kendi isyanları olarak da bildiğim ve söylemekten çekinmediğim bu doğruları hep birlikte dinlesek, hep birlikte, yanlış olan maddeler üzerinde değişiklikler önersek, düzenlemeler yapsak; örneğin, açığa alsak bu insanları, görevlerine son verilen o kadar kişiyi.
Bağışlayın, rakamlar okuyacağım dedim, oradan uzaklaştım, şimdi bu rakamları dikkatinize sunuyorum. 12 Eylül neydi? Korkunçtu. 12 Eylül, bütün Türkiye'nin işkencehaneye döndüğü bir zamandı, 12 Mart da öyle ama bakınız, 12 Eylülle bugün arasında bazı rakamlar -biri yıllarca sürdü, biri henüz üç aydır yürürlükte- ne çıkarıyor önümüze? Arkadaşlar, 71 bin kişi gözaltına alınmış bugün, bu üç ayda, diğerinde sadece 650 bin kişi, on yıla yakın bir süreçte. Tutuklamalar, 32.001 kişi tutuklanmış şu anda. Tabii, bunları açık kaynaktan aldığım bilgilerle söylüyorum, resmî olan bilgiler değildir. 52 bin kişi tutuklanmış 12 Eylülde. Düşünün otuz üç yıl süren yargılamalar falan vardı, ben onların da avukatıydım, o davalara da girdim. O davalarda da, aman ha, zaman aşımı uygulamayın, beraat ettirin, insanlar onursuz kalmasın, zaman aşımı tehlikeli bir olgudur." dedim. Bu kadar sürebilir, bu davalar bu kadar sürebilir. 51 bin insanı siz elli bir yıl yargılamak zorunda kalabilirsiniz ve -hukukçu arkadaşlarım da bilirler, hepinizin vicdanı da bilir- bu tür toplu yargılamalarda hiçbir zaman toplu bir adalete ulaşmak da mümkün değildir.
Devam ediyorum. 12 Eylülde açığa alınan yok, bugün 93.166 kişi, dün itibarıyla açığa alınmış olan insanlar. İhraç edilenler 62.782 kişi, 12 Eylülde demin söylediğim 1402'liklerin sayısı 4.891. Biz üç ayda, üç aylık bir sürede elimizdeki kararnameye dayalı olarak 62.782 kişiyi ne yazık ki ihraç etmişiz. Hakkında işlem yapılan -bir kısmı da bırakılıyor- 70 bin kişi. Kapanan gazete 45, televizyon 30, dergi 15, yayınevi 29, kapanan dernek ve federasyon sayısı -sadece bu kararnameyle kapanan- 1.152 dernek, federasyon ve görevden alınan öğretmen sayısı 12 Eylülde 3.854 iken ihraç ve açığa alma, şu anda 28.163 kişi. Akademisyenler 3 bin kişi, şu anda hakkında işlem yapılan akademisyen. Hâkim ve savcı geçmişte 12 Eylülde 47, şimdi 3.456 kişi.
Koşulların farklı olduğunu biliyorum. Herhangi bir haksızlık ve abartı yapmak istemiyorum ama hepimizin elinde son derece değerli bir kuyumcu terazisi var arkadaşlar. Bu da insan hakları temelinde, insan hakları üzerinden yürüyecek olan uygulamalar. Bütün yasaların, bütün düzenlemelerin sadece bu ölçütle, yandaşlıkla değil, taraflılıkla değil, düşmanlıkla ve öfkeyle değil... Eğer Fetullah'a karşı öfke duyacak arkadaşlarımız varsa herhâlde bunlar öncelikle Cumhuriyet Halk Partisi kadrolarındaki, HDP kadrolarındaki arkadaşlarımız. Çok zarar gördük arkadaşlar, hepimiz çok zarar gördük ama şunu ayırmalıyız: Belki yadırgayacaksınız, bir insan, Fetullah'a yakınlık da duyuyor olabilir, fikren duyuyor olabilir ama bir insanın hiç eylemsiz böyle bir yakınlığı suç olamaz sevgili arkadaşlar.
İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Birçoğu öyle onların zaten.
ŞENAL SARIHAN (Devamla) - Şimdi o öğretmenler, o görevlerinden aldığınız öğretmenlerin önemli bir bölümü...
Açtınız AKTİF-SEN'i, yasal izinler verdiniz, sonra bu AKTİF-SEN'e üye olan insanları almak durumunda kaldınız. EĞİTİM-SEN öyle, diğerleri de öyle; bütün sendikalar, bütün vakıflar, bütün dernekler, okullar, açılan okullar. Ve ne yapıyor şimdi bizim bu kararnamemiz? Özel mülkiyete de el koyuyor. Buna da hakkımız yok. Olağanüstü hâlin bize böyle bir yetki verdiğini de söylemek mümkün değil.
Değerli arkadaşlarım, şimdi yapılacak şeyler konusunda, burada Anayasa Mahkemesi kararları var, geçmişe ilişkin verilmiş olan kararlar var. Diyeceksiniz ki yeni bir Anayasa Mahkemesi kararı da çıktı, henüz onun gerekçesini bilmiyoruz, kendimi de onun üzerinde tartışabilecek durumda hissetmiyorum fakat bazen vicdanlar mahkemelerin önüne geçer sevgili arkadaşlar, en değerli mahkeme, sizin kendi aklınız ve yüreğinizdir. Şimdi, buradaki arkadaşların, Parlamentoda halk adına görev yapmakta olan arkadaşlarımızın öncelikle bu noktadan hareket etmeleri gerekiyor.
Şimdi, burada benim bildiğim hem AKP içinden hem HDP, CHP içinden arkadaşlarım var, 12 Eylüllerde hep birlikte işkenceye karşı mücadele ettik, önemli de kazanımlarımız oldu. 2002 yılından bu yana çok nadir bir biçimde bu tür yakınmalar gündeme geldi; bu, hepimizin başarısı. Biz böyle bir ülke istiyoruz, işkencesiz, kötü muamelesiz, hukuk sınırları içinde bir ülke istiyoruz, bunun için mücadele ettik. Çok fazla çile çeken arkadaşlarımız oldu, acılar çeken arkadaşlarımız oldu ama kazandık; her şey mücadeleyle kazanılır.
Şimdi, bu olağanüstü hâl durumunda darbecilerin eyleminin ağırlığı ifade edilerek onlar üzerinden işkenceyi mazur görmeye çalışmak gibi bir suçu, katiyen Parlamentomuz üzerine düşürmemeliyiz sevgili arkadaşlar; bu, çok tehlikeli olur. Biz, ancak yanlış yapanla mücadele ederek önümüzü açabiliriz, yanlışın üzerine giderek, doğru olanı, doğru uygulamayı söyleyerek yapabiliriz.
Ve şimdi ne yapıyoruz, bakın, başka bir şey... Bunu görmüyoruz, peki, "Bu, hakkıdır." diyoruz. Bir şey anlatacağım izin verirseniz, belki bir sürü hukuk yazdım şuraya ama Mithat arkadaşımız bir dolu kısmını zaten ifade etti: Darbeden sonraki pazar günü avukat arkadaşlar telefon ettiler, dediler ki: "CMK'yı işletemiyoruz Şenal Hanım, buraya bir gelir misiniz, bir yol bulalım, ne yapalım?" Atlayıp gittim arkadaşlar pazartesi günü, dediler ki: "Biz emniyete gidiyoruz, emniyette sadece bir eksiği tamamlıyoruz; yardımcı olamıyoruz, insanlarla konuşamıyoruz, gözümüzün önünde kötü muamele yapılıyor, bu kötü muamele karşısında bir şey söylesek tepki alıyoruz." Bir arkadaş, gözyaşları içinde şunu anlattı, bir avukat arkadaş dedi ki: "Dün -daha doğrusu eylem günü, saldırının olduğu, darbenin olduğu gün- yeğenimi, özel harekâtçı olan kız yeğenimi kaybettim. Onun taziyesindeyken telefon geldi, CMK görevine çağrıldım. CMK görevine gittim emniyete ve gördüğüm, yaşadığım olaylar karşısında onlara şöyle seslendim: 'Arkadaşlar, ben yeğenimi, canımın parçasını kaybettim. Ben, sizden daha az öfkeli olamam ama ne olur öfkenize hâkim olun ve bize görev yapma hakkı verin, bu insanlara da normal koşullarda savunma hakkı verin.' Bunu söyledim." dedi ve bütün vücudu titriyordu benimle konuşurken.
Biz bunları anlatırsak ülkemizin aleyhine mi konuşmuş oluyoruz sevgili arkadaşlar? "Bir yanlışı düzeltin." demek, "Doğruyu yapalım." demek, "Hukuka uygun olanı yapalım." demek, kime kötülük olabilir? Ben şahsen Türkiye Cumhuriyeti'nin başının hep dik olmasını istiyorum. (CHP sıralarından alkışlar) Çünkü ben bu cumhuriyetin bir yurttaşıyım, bu ülkenin bir yurttaşıyım; bu sebeple düşüncelerimi, eleştirilerimi söylemek istiyorum. Bunları burada da söyleyemezsek, karnımızdan konuşmaya devam edersek biz doğruyu nasıl bulabiliriz sevgili arkadaşlar?
Bu önümüzdeki günlerde diğer kararnameler gelecek ya da yarın oturup maddeleri tekrar tartışacağız, arkadaşlarım her madde üzerindeki düşüncelerini geniş bir şekilde ifade edecekler. Şimdi, sizden rica ediyorum burada doğru olanı yapmak için hareket edelim, arka odada kararlar verip sonra başka kararlara doğru yönelmeyelim, birbirimize karşı aldatıcı olmayalım. Bakın, bir kardeşlik varsa -hani o Yenikapı ruhu denilen bir şey var ya- asıl kardeşlik burada darbe gecesi parti temsilcilerimizin bombaların altındaki kardeşliğidir, gerçek olan kardeşlik budur. Bu çünkü neyi savunuyor? Bu, bir şahsın çıkarını değil, Parlamentonun çıkarını savunuyor. Niçin Parlamentonun çıkarını savunuyor? Çünkü Parlamento, Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün yurttaşlarını temsil ediyor. Az oy, çok oy ama seçilerek gelmiş olan bizler -biz değiliz, onların birer parçasıyız ve onların menfaatleriyle ilgilenmek durumundayız- o kardeşliği korumak için ne mahkeme kararları, sevgili arkadaşlar, ne başkasının bühtanı, suçlaması; sadece gerçeğin bize gösterdiği yol üzerinden yürüme imkânımız var. O yolu geçmişte çok öğrendik, çok biliyoruz, bir dolu deneyim var, bir dolu güzellik var kendi tarihimiz içinde, oradan yararlanalım, oradan ışık alalım ve ülkede ancak etnik kökenine, dinî inancına göre farklı farklı insanlar var ve bu farklılıkları durmadan çoğaltıp da önümüzü bir karanlığa mahkûm edelim demeyelim.
Bakınız, muharrem ayı, çok susadım, su içmek istemiyorum çünkü saygım var onlara. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Ramazan ayında da Sünni arkadaşlarımızın Alevilere, Alevilerin Sünnilere saygıları var. Bu o kadar güzel bir şey ki bu güzelliği niye korumayalım ki? Biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak hep böyle bir ruhu geliştirmek durumundayız, demokrasiye dayalı, özgürlüğe dayalı, eşitliğe dayalı, kardeşliğe ve barışa dayalı bir ruhu.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Çok teşekkür ederim (CHP ve HDP sıralarından alkışlar)