GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: HDP Grubu önerisi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:104
Tarih:21.06.2016

BEDİA ÖZGÖKÇE ERTAN (Van) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

HDP olarak sunmuş olduğumuz araştırma önergesi üzerine grubum adına söz almış bulunuyorum.

Değerli milletvekilleri, öncelikle dün hukuksuz bir şekilde, TİHV Başkanı Sayın Profesör Doktor Şebnem Korur Fincancı, yazar Ahmet Nesin ve Sınır Tanımayan Gazeteciler Türkiye Temsilcisi Erol Önderoğlu'nun tutuklanması kararının tamamen siyasi olduğunu, bu arkadaşlarımızın özel olarak seçildiğini ve bilim insanlarına, gazeteci ve yazarlara dönük baskı ve tehdit anlamına gelen açık mesajlar olduğunu belirterek başlamak istiyorum. Bu karar, kamuoyunun vicdanını sarsar niteliğiyle kesinlikle hukuki değil, Cizre'de vahşet bodrumlarında işlenen suçları bilimsel gerçeklerle ortaya koyan, son bir yıldır Kürt illerinde yaşanan şiddeti, ölümleri, infazları yazan ve teşhir edenlere karşı gözdağı amacıyla ve siyasetinizin bir parçası olarak yapıldığını biliyoruz. Bu üç arkadaşımız son bir yıldır canı pahasına ve her an tutuklama tehdidiyle gerçekleri yazan Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak ve gazeteciliğin bir suç olmadığını anımsatmak ve buna dikkat çekmek için sadece bir günlüğüne genel yayın yönetmeni olmuşlardı. Bugün tüm dünya aynı açıklıkla bu tutuklama kararının hukuki değil özenle seçilmiş isimlere ve çevrelere karşı siyaseten yapıldığını konuşuyor ve kınıyor. Karar hukuki olmadığı gibi meşru da değildir. Unutmayın, tarih bu karara talimatla imza atan hâkimi değil, bu üç ismi ve gazetecilik yaptığı için cezaevlerinde tutsak olan gazetecileri hatırlayacaktır.

Değerli milletvekilleri, dünyada her yıl giderek daha çok insan, yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalıyor; bunların bir kısmı ülke içinde bir yerlere göç ederken bir kısmı da yaşadıkları ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Dünya, sonuçları itibarıyla "bir daha asla" denilen İkinci Dünya Savaşı'ndan beri yaşanmayan bir mülteci nüfusuyla karşı karşıyadır. Ülkelerindeki savaşlardan, baskıcı rejimlerden, işkence görmekten veya öldürülmekten kaçan milyonlarca insan bugün başka ülkelere sığınmak zorunda kaldı ve kalmaya devam ediyor. Kendi ülkelerinden canlarını kurtarmak için kaçan mülteciler, gittikleri ülkelerde de hayatta kalma mücadelesi vermeye devam ediyorlar.

Genel olarak "mülteci" kavramını kullanıyoruz aslında ama mültecilik hukukunda kavramlar statü belirleme amacıyla tanımlanmıştı ayrı ayrı. Türkiye'nin coğrafi çekinceyle taraf olduğu 1951 Cenevre Konvansiyonu'na göre Türkiye'ye Batı'dan gelenler mülteci statüsündedir ancak Doğu'dan gelenler sığınma prosedürüne tabi tutulmaktadır; kitlesel hareketlerle gelenler ise geçici koruma prosedürüne tabidir. 2011 yılından itibaren Suriye'den gelenler işte bu geçici koruma kapsamında olması gerekenlerdir. Ancak Türkiye iç savaşın ilk yıllarından beri gelen gruplara "misafir" diyerek bir statü tanımamıştır ve bu söylemler genellikle manipülasyon amacıyla kullanılmıştır. Geçen süre içerisinde Türkiye'ye sığınanların sayısı 3 milyonu aşmış durumdadır. Bu nüfusun sadece 260 bini hiçbir sivil denetime izin verilmeyen AFAD kamplarında kalmaktadır.

AKP iktidarı, her fırsatta, insani görevini yaptığını ve Suriye'den gelenlere kucak açtığını belirtiyor. Ancak, hükûmetlerin üzerine düşen sorumluluk, bu kişilere bir statü belirlemek ve bu statünün çerçevesini evrensel insani değerlere uygun hâle getirmektir. Unutmayın ki hiç kimse isteyerek kendi topraklarından, anılarından, mezarlarından, sosyolojik bir varlık olarak kendini var eden değerlerden ayrılmaz, ayrılmak da istemez. Mültecilik bir tercih değil, bir gün herkesin başına gelebilecek bir zorunluluktur sadece.

Değerli milletvekilleri, bu Meclis kürsüsünden bizler defalarca ülkemizdeki mültecilerin maruz kaldığı şiddetten, ayrımcı uygulamalardan, ucuz iş gücü olarak kullanılmalarından, kadınların ve çocukların fuhşa sürüklendiğinden ve cinsel istismara maruz kaldıklarından bahsettik ve araştırılmasını istedik. Öte yandan, geri gönderme merkezlerindeki yaşam hakkı ihlalleri başta olmak üzere, meydana gelen hak ihlallerini, işkence sonucu ölüm olaylarını, sınırlarda yaşanan yargısız infazları, kötü muameleleri, kaybolan mülteci çocukları yine yasama faaliyetimiz çerçevesinde ilgili bakanlıklara defalarca sorduk. Ancak, bugüne kadar hiçbir Meclis araştırması talebimiz kabul edilmedi ve sorduğumuz soruların tamamı cevapsız kaldı.

Sadece insan hakları çevrelerinin ve hak savunucularının çabalarıyla ve mecburen bazı davaların açılmış olması bu sorunla mücadele edildiği anlamına da gelmemektedir. Bu soruşturmalarda etkin soruşturma yapılmamaktadır ve failler cezasız kalmaya devam etmektedir. Sadece küçük bir örnek vermek istiyorum: Van'da geçen sene bir kişinin geri gönderme merkezinde bir polisin işkencesi sonucu öldürüldüğü iddiasıyla bir yargılama başlatıldı. Ancak tam bir yıldır bu konuda herhangi olumlu bir adım atılmamıştır, ileriye gidilmemiştir. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı müdahil olmamıştır, bu konudaki samimiyeti zaten gözler önüne seriyor bu davranış. Birçok çevrenin müdahillik talebi de kabul edilmemiştir, sadece, bugünkü yargılamada çocuk alanında çalışan avukatlar ağının müdahillik talebi kabul edilmiştir. Umarız etkili bir soruşturma yapılır.

Az önce de belirttiğim üzere, sadece toplam mülteci nüfusunun yüzde 10'unun kalabildiği AFAD kamplarındaki ve bütün Türkiye'deki sığınmacı ve mülteciler, maruz kaldıkları ayrımcı uygulamalar ve hak ihlalleri nedeniyle bir an önce Türkiye'den ayrılmak istiyorlar. Çaresizlikten insan tacirlerine terk edilmiş durumdadırlar ne yazık ki.

AB'yle geri kabul anlaşması görüşmeleri başlayana kadar her gün Akdeniz'de boğularak ölen yüzlerce insanın haberini alıyorduk. Aylan bebeğin cansız bedeninin fotoğrafları hâlen hafızalarımızdadır. Fakat gariptir ki görüşmelerin başlamasıyla beraber, Akdeniz'deki ölümlü olaylar birdenbire kesilmiştir. Bu durum, Türkiye'nin isterse gerekli tedbirleri alabileceğinin bir kanıtı olmaktadır. Bir televizyon programına canlı yayınla bağlanan bir insan kaçakçısı hiç çekinmeden "Devletimiz evvelce rıza gösteriyordu." demiştir ve bu söylem bile Hükûmetin, siyasi iktidarın mülteciler üzerinden bir hesap peşinde olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Hükûmet, hiçbir şekilde, mültecilerin yaşadığı insanlık dramını temel insani ölçütler içinde dahi ele almamış, sadece Avrupa Birliğine şantaj malzemesi olarak kullanmıştır; bu insanların, Türkiye'de, 19'uncu yüzyıl Avrupası'ndaki kölelik düzeninin şartlarına benzer şekilde karın tokluğuna çalıştırılmalarına göz yumarak onları ucuz iş gücü olarak da gördüğünü hiçbir tedbir almayarak kanıtlamış durumdadır. Daha birçok örnek verebiliriz.

AFAD kamplarındaki bizim sistematik olduğunu bildiğimiz işkence, tecavüz başta olmak üzere orada neler yaşandığını, sivil toplum örgütlerinin, bağımsız gözlemcilerin veya siyasi partilerin denetimine açmayarak aslında orada işlenen suçların örtbas edilme gayesi olduğunu açıkça gözler önüne sermiş durumdasınız. Orada ne yazık ki işlenen suçlar örtbas ediliyor ve sorumlu kamu görevlileri de korunmaya devam ediliyor. Madem kucak açtınız, madem "Biz insanlık görevimizi yaptık." diyorsunuz, o zaman gelin, bu kamplarda neler yaşandığını, ortaya atılan iddiaları, hep birlikte bir araştırma komisyonu kurarak inceleyelim, araştıralım.

Sonuç olarak şunu belirtmek isterim ki göçlerin en temel nedeni savaşlardır. Göçü engelleyerek ya da göçü engelleyici tedbirler alarak bu sorunu, mülteci sorununu çözemezsiniz. Öncelikle, herkesin kendi vatanından ayrılmasına neden olan savaş ve çatışmaları durduracak adımlar atmalısınız.

Son olarak da sığınma hakkının temel bir insan hakkı olduğunu yeniden anımsatarak Türkiye'nin, mültecilere yönelik yeni bir iltica sistemi oluşturması gerektiğini ve 1951 tarihli Cenevre Konvansiyonu'na konulan coğrafi çekince şartını derhâl kaldırması gerektiğini belirtiyorum ve hepinize saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)