| Konu: | MHP Grubu önerisi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 59 |
| Tarih: | 22.03.2016 |
FİLİZ KERESTECİOĞLU DEMİR (İstanbul) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, öncelikle, iki gün önce serbest oldukları hâlde, adliyede her gün gözümüzün önünde dolaşan, avukatlık mesleği dışında bir şey yapmayan meslektaşlarımın, serbest bırakıldıktan sonra bugün tekrar, itiraz üzerine tutuklanmaları kararını kınadığımı ifade ederek söze başlamak istiyorum. Avukatlar herkese lazımdır ve tutuklama bir tedbirdir; adliyede, her gün savcıların, hâkimlerin gözü önünde olan insanların tutuklanmaları için hiçbir haklı gerekçe yoktur, tamamen siyasi bir hukuk işletilmektedir.
Aynı şekilde, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Esra Mungan da koğuşa dahi alınmayıp tecrit altında tutulmaktadır. O da dünyanın en naif insanlarından biri olan ve gerçekten tutuklanması için hiçbir gerekçe ortada olmayan, hiçbir suç söz konusu olmayan bir kişidir ve tecride tabi tutulması da ayrı bir insanlık suçudur, bütün bu hukuki olmayan siyasi kararları esefle kınayarak sözlerime başlamak istiyorum.
Mültecilerle ilgili Milliyetçi Hareket Partisinin verdiği önergede, "onların Türkiye'ye gelmesinin oluşturduğu sorunlar" denilmektedir. Ben, öncelikle mültecilerle ilgili olarak "onların Türkiye'ye gelmesinin oluşturduğu sorunlar" kavramının da çok yanlış bir kavram olduğunu düşünüyorum. Sizlerden, beş yıldır ülkenizde bir savaşın devam ettiğini, bir kısmınızın IŞİD'li erkekler tarafından alıkonulduğunuzu, bir kısmınızın kızlarının elinden alındığını, belki ailenizin kalanıyla Türkiye'ye göç ettiğinizi hayal etmenizi rica ediyorum. Aslında, bunu hiçbirimizin hayal etmesi çok da mümkün değil, aramızda birkaçımız dışında böylesi bir acı yaşamadığımızı, birçoğumuzun aynı sokakları, mahalleleri paylaştığımız Suriyeli mülteci kadınlardan aslında epey uzak bir hayat sürdüğümüzü unutmayalım.
Türkiye, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi'ne coğrafi sınırlamayla taraf olduğundan, sadece Avrupa'dan gelenlere mülteci statüsü veriyor, Suriye'den gelenler bu sebeple mülteci statüsünde görülmüyorlar. Aslında Suriyeliler Türkiye'de statüsüzler. Yalnızca temel ihtiyaçları gideriliyor, zaman zaman yalnızca "misafir" diye anılıyorlar, zaman zaman ise kendilerine -tırnak içinde- ancak tahammül ediliyor. Suriye krizinin başladığı 2011 ilkbaharından itibaren, resmî kayıtlara göre, 2016 başı itibarıyla kayıt altında 2 milyon 560 bin Suriyeli mülteci bulunuyor. Bu rakamın yaklaşık üçte 1'i kadar da kayıt altına alınmamış göçmenin Türkiye'de yaşadığı tahmin ediliyor çünkü Avrupa'ya Türkiye'den geçerek ulaşan 1 milyon civarı mültecinin pek çoğunun Türkiye'de hiçbir kaydının olmadığı ortaya çıktı. 10 ilde kurulan 25 çadır ve konteyner kentte 269.366 Suriyeli barınıyor yani toplam resmî mülteci sayısının sadece yüzde 10'u. Geri kalanlar çeşitli kentlerde yaşıyorlar.
Bildiğiniz gibi, maalesef bu kelimelerle ifade etmek zorunda kaldığımız mülteci pazarlığı bugün başlamadı. Beşar Esad'ı kısa sürede devireceğini düşünen AKP Hükûmeti, Avrupa Birliğini yanına çekmeye çalışırken Türkiye'ye sığınan Suriyeli sayısı 100 bini geçerse askerî müdahalede bulunacağını söylüyordu. Daha mülteciler gelmeye başlamadan sınırda kamplar kurdu. Suriye'de savaşanlar bu kamplara rahatça girip istediklerinde Suriye'ye geri dönüyorlardı. İlk mülteci akınını teşvik eden AKP Hükûmetiydi fakat istenen olmadı, Esad gitmedi, savaş sürdü ve mülteci sayısı 3 milyona yaklaşıyor. Bugün AB'yle üzerinde anlaşılan 3 milyar euro, Türk vatandaşlarına Schengen bölgesinde vize muafiyeti, Türkiye'nin AB zirvelerine çağrılması ve dondurulan Avrupa Birliği üyelik müzakerelerinde başlıklardan bir ikisinin açılması, mültecileri Türkiye içinde tutması şartına bağlanıyor. Türkiye'yle başa çıkılmayınca Yunanistan Schengen'den çıkarılmakla tehdit ediliyor. İnsan, bu ilişkilerin nasıl zehirlendiğini görünce hem Türkiye hem de Avrupa Birliği adına utanıyor açıkçası. Bu anlaşma çerçevesinde, Türkiye'den Yunanistan'a geçen tüm kâğıtsız göçmenler 20 Marttan itibaren geri dönmeye başlayacaklar. Bunun ilk sancısını 21 Martta botla çıktığı yolculuk sonunda Midilli Adası'na varan Afganistanlı bir kadının sözlerinde duyduk. Kendisinin ve çocuğunun vücudundaki morlukları göstererek "Türkiye'ye dönmektense ölürüm." diyordu, "Sokaklarda kaldık, yiyeceğimiz de yoktu, barınak yoktu, bizi koruyan kimse yoktu. Polis ve asker az kalsın bizi öldürüyordu."
Yine, dün Mersin'de, daha 23 yaşında genç bir kadın, Midye Hassan, trenin önüne atlayarak intihar etti. Bu kadınların yarattığı sorunları değil, bizim ve tüm dünyanın bu kadınlara neler yaşattığımızı düşünmemiz gerekiyor. Sürekli, bir sorun, külfet gibi bahsedilen, bu pazarlığa konu edilen Suriyeliler, aslında bazı kesimler için önemli bir zenginlik kaynağı da oldu. Örneğin, gazeteci Fehim Taştekin, Humus'ta bir petrol sondaj makinesinin sökülüp Cilvegözü Kapısı'ndan çıkarıldığını, 15-20 milyon dolarlık makinenin Birleşik Arap Emirlikleri'ne 1 milyon dolara satıldığını yazdı. Taştekin, bire bir yaptığı araştırmada daha pek çok fabrikanın makinelerinin benzer biçimde yağmalandığını anlatıyordu. Yani Suriyelilerin yoksulluğu, bir yandan da ucuz iş gücü arayan sermayedarın zenginliği oldu maalesef. Yani, aslında esas külfet mültecilerin, en çok da kadınların sırtındadır.
Bir kaçak olarak yalnız yola çıktığınızı düşünün. Ne gibi risklerle karşı karşıya kalırsınız? Suriyeli mülteci kadınlar tecavüze ve tacize uğramamak için günlerce uyanık kaldıklarından, üstelik bu şiddet, polisler ve göç alanında çalışan kişilerce de sürdürüldüğünden insan kaçakçılarının kendileriyle cinsel ilişki pazarlıkları yaptıklarından bahsediyorlar. Kadınlar için savaş sadece ölüm değil, cinsel şiddet ve tecavüz anlamına da geliyor. Üstelik, böylesi ağır travmalarla karşılaşan kadınlar, dilini bilmedikleri yabancı ülkelerde ellerinden tutup yaralarını saracak yoldaşlar da bulamıyorlar kolaylıkla. Kadınlar yalnızca kendi sağlıkları ve canlarından sorumlu da değiller, çocuklardan da sorumlular, onların sorumluluğunu da hissediyorlar.
Bölgede çalışma yapan uzmanlar, Türkiye'de, özellikle sınır illerinde küçük yaşlarda, 12-13 yaşlarında kız çocuklarının seks işçiliğine zorlandığını belirtiyorlar. Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneğinin İstanbul sorumlusu Gizem Al Kadah, iş bulamadığı için, çaresizlik nedeniyle seks işçiliği yapan kadınlar arasında trans Suriyeli göçmen kadınların da çok yaygın olduğunu söylüyor.
Cinsel şiddetin bir diğer biçimi ise çok eşli evlilikler. Yalnız veya ailesi maddi zorluklar yaşayan 15-25 yaş arasındaki genç kadınlar ve çocuklar çok eşli evliliğe ikna edildikten sonra yine seks işçiliğine zorlanıyorlar, bu da çok yaygın biçimde.
Tekstil atölyelerinde kadınlar günde on iki saat, 600 lira ücretle çalışıyorlar. Üstelik, Suriyeli kadın işçilerin birçoğu da patronların tacizine uğradıklarını ifade ediyorlar.
Evet, Türkiye'nin çekincesiz olarak imzaladığı İstanbul Sözleşmesi, mülteci ve göçmen kadınlar da dâhil olmak üzere, tüm kadınlar için şiddete karşı koruyucu tedbirler, önleyici tedbirler öngörse de Türkiye'deki mülteci kadınlar bu sözleşmenin güvence altına aldığı haklarla kamu hizmetlerinden, maalesef, faydalanamıyorlar. Kadınlar dil sorunu, raporlayamama ve ayrımcılık sebebiyle adalete erişimde de ciddi sorunlarla karşılaşıyorlar.
Çözüme dair birkaç öneride bulunmak isterim. Öncelikle, Türkiye'de, Suriyelilerin yaşamlarını burada sürdüreceği gerçeğinin kabul edilmesi ve buna ilişkin politikalar üretilmesi lazım. Sonra, AFAD başta olmak üzere, sığınmacılarla ilgili genel, yerel tüm yönetim birimlerinin STK'larla iş birliği hâlinde çalışması lazım. Şiddete uğrayan, tacize uğrayan sığınmacıların psikososyal destek alması lazım. Mülteciler için yapılan uluslararası yardımların nereye harcandığının denetlenmesi lazım.
Sürem bittiği için bitiriyorum.
Çalışma Örgütü ILO'nun göçmen işçilerin haklarına ilişkin sözleşmeleri imzalayıp yürürlüğe koyması ve mültecilerin politik pazarlık olmaktan çıkarılması lazım.
Bu dünya hepimize yeter, yeter ki niyetimiz olsun.
Saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)