Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 4'üncü tur görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 1 |
Birleşim: | 49 |
Tarih: | 01.03.2016 |
HDP GRUBU ADINA BEDİA ÖZGÖKÇE ERTAN (Van) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri ve ekranları başında bizi dinleyen, izleyen değerli halkımız; başlarken, bu ülkede adaletin, insan onuru ve hukukun üstünlüğü esas alınarak tesisini diliyor, hukukun uygulanmasının kişiler için değil, kişilerin hizmetinde değil, tüm insanlık için, adil ve eşit yaşam için herkesin uyması ve saygı göstermesi gereken bir üst yapı olduğunu hatırlatarak başlamak istiyorum. Bütçenin adaletin tecellisi için sadece araçlardan biri olduğunu unutmamak gerekir. Esas olan, bu ülkede hukukun üstünlüğünün korunmasıdır.
Adalet Bakanlığı bütçesinin mali tablosuna bakıldığında, adalet harcamalarının ve kaynaklarda artışın olduğunu söylemek mümkün ancak yeterli değil. Bu gerçek, uluslararası rapor ve araştırmalarda sıklıkla karşımıza çıkıyor. Özellikle, her 100 bin kişiye düşen hâkim ve savcı sayısı Avrupa ortalamasının oldukça altındadır. Bu nedenle, mahkemelere ödenek artırımı yapılması ve daha fazla hâkim, savcı istihdam edilmesi için çalışma yapılmalıdır.
Değerli milletvekilleri, Türkiye yargısının uzun zamandır devam eden en önemli problemlerinden biri ve hatta yargılama sorunlarının merkezindeki problem, yargılama sürecinin uzunluğudur. Adalet Bakanlığı bünyesinde kurulan İnsan Hakları Tazminat Komisyonuna sadece bu sebeple Ekim 2014'ten beri 7 binin üzerinde şikâyet başvurusu yapılmış durumda. Bildiğiniz gibi, tutuklama tedbiri en son başvurulması gereken bir tedbir iken, Türkiye'de ilk başta uygulanan yöntemdir.
Bugün itibarıyla yani 1 Mart 2016 itibarıyla tutuklu sayısı 26.426 ve ceza infaz kurumlarında tutulan mevcutlu sayısı 179.044'tür. Bu sayılara en son 8 Şubatta, komisyon çalışması sırasında bakmıştık, o zaman sayı 176 bindi. Bakın, daha bir ay bile olmamışken 3 bin kişi artmış durumda.
Tutuklama ise bir kişiyi özgürlüğünden mahrum etmeyi haklı kılacak temellerden ve delillerden yoksun olan gerekçelerle veriliyor ne yazık ki.
Uzun yargılama süresinin bir diğer nedeni, mahkemelerin iş yükünün fazla olması; öte yandan, hâlihazırda çalışan hâkim, savcı ve personel sayısının yetersiz olması geliyor. Böyle olunca da dosyalar birikmeye, davaların görülme süresi uzamaya ve tutukluluk hâli de bir cezaya dönüşmüş oluyor.
Bunun dışında, hâkim, savcı ve personelin eğitim düzeyinin yetersiz olması, ara buluculuk, uzlaşma, tahkim gibi alternatif çözüm yollarının etkin kullanılmaması ve yine, hâkim savcılıkta uzmanlaşmanın bulunmaması tutukluluk hâllerini uzatan diğer sebeplerdir.
Bu, çoğu yapısal faktörler yine yapısal çözümlerle giderilebilir durumdadır. Örneğin, bilirkişi sisteminin gözden geçirilmesi, kamu hizmeti cezalarının etkin olarak kullanılması ve denetimli serbestlik uygulamasının teknolojik imkânlar da dâhil edilerek kapsamının genişletilmesi olarak sayabiliriz.
Türkiye adalet sistemine dair bir diğer önemli sorun cezasızlık sorunudur. Cezasızlık, âdeta bir politika ve kültür hâline gelmiştir. Yargı sisteminde cezasızlık politikası aynı zamanda sistematik de olduğundan Türkiye yargısının bağımsız, hukuka uygun olduğunu söylemek de neredeyse imkânsızdır. Özellikle kadına yönelik şiddet ve kadın cinayeti davalarında sıklıkla işleme konulan cezasızlık politikası şiddeti ve cinayetleri önlemeyen, bilakis artıran ve özendiren bir hâl almış durumdadır. Şiddeti ve cinayetleri önlemeye dönük onlarca yasamız ve uluslararası sözleşme olmasına rağmen uygulama yasalara aykırı, uygulama mantalitesi erkeği koruyan tarzdadır.
Bir diğer cezasızlık alanı da özellikle 1990'larda Kürt coğrafyasında ağır hak ihlalleriyle insanlığa karşı suçlarla kendini göstermiştir. Yıllarca insan hakları savunucularının uğraşları sonucu davası ancak açılan davalarda bir bir beraat kararları veriliyor. 1992-1994 yıllarında İlçe Jandarma Komutanı olarak görev yaptığı Mardin Derik ilçesinde 13 sivilin yargısız infazla öldürülmesi ve kaybedilmesiyle suçlanan Musa Çitil hakkında 13 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenmesine rağmen Mayıs 2015'te beraat etti. Bir diğer dava, Diyarbakır'da, Şırnak'ta, Görümlü'de 6 köylünün kaybedilmesiyle ilgili suçlanan davada Mete Sayar yine temmuz ayında beraat etti. Yine, 1993-1995 yılları arasında Şırnak'ta 21 sivilin öldürülmesi ve kaybedilmesi suçlarıyla yargılanan ve hakkında 5 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen Jandarma Kıdemli Albay Cemal Temizöz kasım ayında beraat etti. Ve en son, bugün 1 Mart 2016 tarihinde Vartinis'te yirmi iki yıl önce 7 çocuk, 1 hamile kadın ve 1 koca evde kilitlenip diri diri yakıldıktan sonra açılan dava bugün itibarıyla sanıklar hakkında beraat kararı verilmesiyle sanıklar, katiller aklanmış durumdadır.
İnsanlığa karşı işlenmiş suçlarda komutanların özellikle Dolmabahçe mutabakatından sonra teker teker beraat ettirilmesi, Sayın Davutoğlu'nun Van'ın orta yerinde beyaz Toroslar dönemine geri dönülmesi tehdidinin zaten devrede olduğunu ve bugün de bunun işletildiğini açıkça gösteriyor. Bugün bu kararın verilmesi hiç tesadüf değil. Bugün Sayın Davutoğlu'nun o sözlerini çok daha iyi anlıyoruz. Daha iki gün önce, Millî Savunma Bakanlığının Adalet Bakanlığına hazırlayıp sunduğu taslağın içeriğini okuduğumda bir kere daha anladım ki, doğu ve güneydoğuda yani bugün, güvenlik güçlerinin suç işlediği Kürt illerinde askerler her istediğini yapabilecek, yargılanmaları ise mümkün olamayacaktır. Bugün o illerde istediği gibi suç işleyen silahlı güçlerin, bir cesaretle, yargılanmama, soruşturulmama cesaretiyle açıktır ki, cezasızlık vaadiyle suç işlediklerini görüyoruz. Söz konusu taslakla, işlenen suçların bir zırha dönüştürüleceği anlaşılıyor. Bu suçları soruşturmanın önündeki en büyük bariyer bizatihi yasanın kendisiyle, yasal düzenlemeyle getirilmek isteniyor. Bunun anlamı, silahlı güçlere "Siz istediğinizi yapın, ben sizi koruyacağım, soruşturulmasına izin vermeyeceğim, arkanızda ben varım." demiş oluyorsunuz. "İstediğiniz gibi öldürün, topla tüfekle öldürün, kafalarına sıkın, diri diri yakın, kan kaybından ölsün gençler, çocuklar, kadınlar; siz öldürün yeter ki, ben arkanızdayım." demiş olacaksınız. "Cenazeleri parçalayın, öyle ki cenazenin bir parçası Urfa'dan bir parçası Mardin'den çıksın. Cenazeleri çıplak soyun, teşhir edin, arkanızda ben varım." demiş oluyorsunuz. Vartinis vakasında bugün beraat kararı verilmesinin motivasyonu işte anlaşılmış durumda. Cinayetleri hem koruyor hem de ilerisi için soruşturulmama garantisi verilmiş oluyor. Bu hâliyle, karşı duran, muhalif olan herkese karşı işlenen suçları yasa yoluyla sistematik hâle getirmiş olacaksınız. 1990'lı yıllarda uygulanan buydu, şimdi de uygulamayı yasal düzenlemelerle koruyacak duruma getirmek istiyorsunuz.
Değerli milletvekilleri, bunun adı asla hukuk değil, asla hukuk devletinde güven içinde yaşıyoruz demek değil; bunu anlamak ve görmek gerekiyor.
Yeri gelmişken hatırlatayım ki, barışın elçisi Sayın Tahir Elçi'nin tüm dünyanın gözü önünde katliyle ilgili soruşturmada aylardır tek bir ilerlemenin olmaması şu an için etkili soruşturma yapılmadığını gösteriyor. Bu demektir ki burada katiller korunuyor ve katiller korunuyorsa bu dosyanın da cezasızlıkla sonuçlanacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Bir diğer cezasızlık alanı da partimiz HDP'nin seçim kampanyaları süresince uğradığı saldırılar karşısındaki cezasızlık problemidir. Oradaki soruşturmadaki isteksizlik zaten göze çarpıyordu. Üç buçuk ay boyunca seçim çalışmalarımıza karşı 122 saldırı oldu. Seçim bürolarımız yakıldı, yağmalandı, bombalandı, Diyarbakır'ın orta yerinde mitingimiz bombalandı, insanlar hayatlarını kaybettiler, yaralandılar. Bu suçlarla ilgili etkili soruşturma yapılmadı.
Sayın Bakan Komisyon çalışması sırasında oradaki soruşturmalarla ilgili "Hâkimler takdir haklarını kullandılar." demişti ama Sayın Bakan, olaya genel perspektiften bakmak zorundasınız. Partimize yönelik saldırıların sistematik bir yanı vardı ve bütün yurtta eş zamanlı olarak başlatılan saldırıların arkasındaki kumanda merkezine hiç dokunulmadı, oraya dokunmak bile istemediniz. Saldırıyı gerçekleştirenlere ödül gibi cezalar verilerek cesaretlendirmiş oldunuz. Öte yandan, partimizde çalışan yönetici, gönüllü, eş başkanlar hakkında yüzlerce gözaltı ve tutuklama kararları çıktı.
Değerli milletvekilleri, Adalet Bakanı yine Komisyon toplantısında AİHM'deki davaların, başvuruların ve Türkiye aleyhine kararların azaldığıyla övünmüştür ancak Sayın Bakan, bu bilgi yanlış, zira 28 Ocak 2016'da yayınlanan 2015 yılı AİHM başvuru ve karar istatistikleri bu durumun tam aksini söylüyor. Yıllık rapora göre, mahkemede bekleyen başvuruların 8.450'si Türkiye'ye ait. Türkiye, bu sayıyla Ukrayna ve Rusya'dan sonra geliyor. 2015 yılında, Türkiye, hakkında en çok karar açıklanan 2'nci ülke oldu. AİHM'in açıkladığı 823 kararın 116'sı Rusya, 87'si Türkiye'ye ait. Türkiye'ye dair açıklanan bu 87 kararın 79'unda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin en az bir maddesinin ihlal edildiği belirlenmiştir. Türkiye, 2015 yılında en çok adil yargılanma hakkını ihlal etmekten ceza aldı ayrıca, Avrupa Konseyi üyesi 47 ülke arasında hakkında mahkemenin en fazla ifade özgürlüğü ihlaline hükmettiği ülke oldu. Bu ihlal karnesiyse Türkiye, AİHM'e giden başvuru sayısını azaltmak için başlattığı Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolunun, ne başvuruları ne de ihlalleri azaltmakta çok da etkili olmadığını ispatlamış oldu. AİHM'e başvuru sayısının bu kadar yüksek olması ne kadar sorunluysa AİHM kararlarının uygulanmaması da başka bir sorun alanıdır. Cizre'de yaralanan yurttaşlarımızla ilgili tedbir kararlarının hayata geçirilmemesi ve hafif yaralı olanların dahi yaşamlarını yitirmesi Türkiye'nin uluslararası sözleşmeleri âdeta askıya aldığının en son örneğidir.
Değerli milletvekilleri, ifade özgürlüğü alanında birkaç cümle etmemiz gerekiyor. İfade özgürlüğünü sekteye uğratan olgulardan biri olan gazetecilere verilen hapis cezalarında âdeta bir rekor var. Köşe yazarları makaleleri ya da sosyal medya paylaşımları nedeniyle hapis cezası almış ya da tutuklanmıştır. Hükûmet üyeleri her ne kadar "Gazetecilik faaliyetinden dolayı tutuklanan gazeteci yoktur." şeklinde bir iddia ileri sürse de, özellikle Can Dündar ve Erdem Gül vakasında -tabii herkes de bunun nasıl olduğunu biliyor- neyse ki Anayasa Mahkemesinin verdiği kararla bu yanlıştan dönülmüş oldu. Tabii, bu karar güzel ama hâlâ Türkiye'de basın özgürlüğü olduğu anlamına gelmiyor.
Kürtlerin yaşadıklarını haber yapmaya çalışan gazeteciler sokağa çıkma yasaklarının ilk gününden beri bölgede canı pahasına gerçekleri yansıtmak için çalışıyor. Bu çalışmalarının karşılığını kelepçeyle gözaltına alınma ya da tutuklanma olarak algılıyorlar. Hepinizin bildiği gibi, Anayasa Mahkemesinin Can Dündar ve Erdem Gül'le ilgili verdiği kararın hemen ertesi günü Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının TÜRKSAT'a gönderdiği hiçbir bağlayıcılığı olmayan ve dilekçe niteliğindeki yazı sonucu IMC TV karartılmıştır. Bu sansür, basın özgürlüğünün yanı sıra halkın haber alma özgürlüğü ile hakikati bilme hakkının da gasbı niteliğindedir.
Bir diğer önemli konu da çocuk adalet sistemi konusudur. Türkiye'de çocuk adalet sistemi ne yazık ki çocukların korunması ve desteklenmesini temel alan bir nitelikten uzaktır. Bu husus hak savunucularınca da sıklıkla dile getiriliyor ve çözüm önerileri sıralanıyor. İstatistiklere göre, 2015 sonunda hapis durumda olan 2.374 çocuğun 1.705'i tutukludur, yani yüzde 71'i tutukludur. Bu veriyi nasıl okuyalım? Cezaevi koşulları büyükler için bile oldukça ihlal barındırmaktayken çocukları koruduğunu ve desteklediği kim iddia edebilir? Çocuklar önleyici hizmetlerden faydalanamıyor, son çare olması gereken özgürlüğünden mahrum bırakmaya öncelikli olarak başvuruluyor. 2015 AB İlerleme Raporu'nda da çocuk adalet sisteminin yetersizliğine dikkat çekilmiştir. Çocuk mahkemeleri tüm illerde kurulmadığı için bu illerde çocuklar yetişkin mahkemelerinde yargılanmıştır. Rapora göre, 2014-2015 dönemindeki protestolarda yaklaşık 300 çocuk yakalanmış, gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Çocuklar da tıpkı yetişkinler gibi terör suçlamasıyla yargılanmakta ve uzun tutukluluk sürelerine maruz kalmaktadır.
Çocuk hakları savunucuları her fırsatta çocuk cezaevlerinin kapatılması talebini yenilerken, Adalet Bakanlığının Komisyondaki sunuşunda, çocuk ceza infaz kurumlarının yapımına hız verildiğinin belirtilmesini büyük bir talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Çocukları ve gençleri cezalandırmak yerine onları koruyacak bir adalet sisteminin inşası elzemdir. Sonuç olarak, çocukların tutuklanması ve cezalandırılmasına alternatif kurumların yeterli düzeyde ve tüm illeri kapsayacak şekilde oluşturulması için yeterli kaynak ayrılmalıdır.
Cezaevleri ne çocuklar ne de hastalar için uygun olmamakla birlikte, içindeki nüfusu topluma kazandırmak konusunda da maalesef yetersizdir. Mahpusların toplumsallaşmasının ve cezaevinden sonra sosyal hayata uyum sağlayabilmelerinin en önemli ayağı meslek edindirme programlarıdır. Tutuklu ve hükümlülere özellikle hapishaneden çıktıktan sonra bir meslekte kullanabileceği ve piyasa karşılığı olan becerilerin kazandırılması gerekir. Bu becerileri geliştirebilecekleri eğitim ve faaliyetler için ihtiyaç olan kaynakları ayırmak da devletin bir yükümlülüğüdür. Maalesef devlet, bu mahpuslara ilişkin bu yükümlülüğü de şarta bağlamış ve iyi hâlli olmayan mahpusları bu imkânlardan, bu haktan mahrum bırakmaktadır. Cezaevlerinde açılan meslek edindirme kurslarının rehabilitasyon ve toplumsallaştırma amacında olabilmesi için iyi hâl şartı aranmaksızın bütün mahpusları kapsaması gerekiyor.
İyi hâl şartını karşılayan mahpuslar ceza infaz kurumları bünyesinde açılan iş yurtlarında veya özel sektörle yapılan anlaşmalar kapsamında günlük ücretler karşılığında çalışabiliyorlar. Bu, olumlu bir adım olmakla birlikte verilen günlük ücret çok düşük olduğu için hapishanelerde kurulan bu iş ilişkisi âdeta emek sömürüsüne dönüşmüş durumdadır. Şöyle ki, ceza infaz kurumları, Tutukevleri ve İş Yurtları Kurumunun sağladığı bilgilere göre 2014 yılında çırak, kalfa ve ustalara sırasıyla 7 lira, 7,5 lira ve 8 lira gündelik ödenmiştir; bu da iş yurtlarında çalışanların emeklerinin karşılığını alamadığını göstermektedir.
Kurumun Faaliyet Raporu'na göre giderlerinin yarısından fazlasını yargı teşkilatı binaları ve tesislerin bakımı, onarımı, yenilenmesi, yapımı ve tefrişi için harcamaktadırlar. Ceza infaz kurumları ile adliyelerin inşaatına bu denli yüksek bütçe ayrılmasının kurumun esas amacı olan tutuklu ve hükümlülerin meslek edinme ve sosyalleşmesini olumsuz etkilediğini söyleyebiliriz.
Değerli milletvekilleri, konuşmam boyunca saydığım her husus Türkiye'de yargının bağımsız olmadığının bir göstergesidir. Ülkede adaleti tesis etmesi gereken kişi ve kurumlar verdikleri kararlarla siyasi baskı altında kaldıklarını açıkça ortaya koymuşlardır. Uluslararası Adalet Projesi'nin haziran ayında yayımladığı Hukukun Üstünlüğü Endeksi de bu görüşlerimizi ispat eder niteliktedir. Bu endekse göre, Türkiye, hukukun üstünlüğü alanında 102 ülke arasında 80'inci sırada yer alıyor. Özellikle devlet gücünün denetimi başlığında ülkenin hâli içler acısıdır. Yasama ve yargının tayin ettiği sınır, bağımsız denetim, sivil toplum denetimi, görevi kötüye kullanmaya yönelik yaptırımlar gibi kategorilerden oluşan bu başlıkta 95'inci sıraya gerilemişiz. Aynı endekse göre temel haklar alanında da 96'ncı sırada yer alıyoruz. Bu kötü karne Türkiye'de adaletin tesis edilmediğini, kuvvetler ayrılığı ilkesinin göz ardı edildiğini, kısaca Adalet Bakanlığının görevini layıkıyla yapmadığını ve ayrılan kaynakları etkin kullanmadığını göstermiştir. Bu bütçeye bizler karşı çıkıyoruz.
Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)