| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 3'üncü Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 48 |
| Tarih: | 29.02.2016 |
MHP GRUBU ADINA KADİR KOÇDEMİR (Bursa) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; sözlerimin başında hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bugün Avrupa Birliği Bakanlığıyla ilgili söz almış bulunuyorum. Avrupa Birliğinin kendisini tanıtırken ilk satırda, bazen ilk kelimede ifade ettiği husus "hukuk devleti" ve "hukukun üstünlüğü" dür. Bu açıdan, dün, ülkemizde başka bir darbenin yıl dönümünde hukukun ve ülkemizdeki hukukun son merci olan Anayasa Mahkemesinin kararının tanınmaması, uyulmayacağının Cumhurbaşkanımız tarafından ifade edilmesi, bugün bizim neyi konuştuğumuz ve Avrupa Birliği sürecinde nerede olduğumuz bakımından anlamlıdır. Askerde bir söz vardır: "'Hazır ol!'u düzgün yapamayan bir ordu savaşamaz." Demokrasilerde de usul ihlal edilmeye başlandığı vakit bunun sonu çok ciddi zararlardır çünkü demokraside meşruiyetin kaynağı usuldür. Devlet başkanlarının XIV. Louis gibi, devlet olduğu, devletin kendisi olduğu, devlet başkanlarının isteseler bile suç işleyemeyecekleri devir Orta Çağ'da geride kalmıştır. Bugün bu tavırlarıyla Cumhurbaşkanlığı makamı boş hükmündedir ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan dâhil hiç kimsenin beni, Türkiye devletini ve bu ülkeyi Cumhurbaşkansız bırakmaya hakkı yoktur.
Yine değinmeden geçemeyeceğim bir husus, buradaki tartışmalarda muhalefet tarafından dile getirilen eksiklik ve aksaklıkların, yanlışların cevaplandırılmasında takip edilen usuldür. Arkadaşlar, muhalefet toplumda bir vücuttaki öksürük ve ağrı gibidir, rahatsızlık verir. Ancak, nasıl bir vücutta öksürük ve ağrı olmasaydı pek çok hastalığı keşfedemeyip vücut çok kısa zamanda bütün fonksiyonlarını yitirecekse muhalefeti sağlıklı olmayan bir demokrasi de düzgün işleyemez. Tabii ki ağrı ve öksürük gibi rahatsızlık verecektir ama getirilen her eleştiriye yüzde 49,5 ve yüzde 52 rakamlarıyla cevap vermek demokrasiyi anlamamaktır. Sayın Cumhurbaşkanımızın çok sevdiği futbolla bir misal vermek gerekirse, biz muhalefet partileri olarak millî iradeye saygı duyuyoruz. Eğer bir futbol maçına benzetirsek siyasi rekabeti, mücadeleyi, tabelada 5-2, 5-1 yazıyordur ve biz bunu kabul ediyoruz. Ama tabelada 5-2 yenen, 5-1 yenen bir takım top taca çıktıktan sonra taç atışıyla oyunun başlamasını hatırlattığımızda bize tabelayı gösteriyorsa, tabelada 5-1 önde olan takım eliyle oynadığında biz bunu söylediğimizde bize tabelayı gösteriyorsa, tabelada 5-1 önde olan bir takımın eski oyuncusu şu anda hakemlik yaparken ikide bir top önünden geçerken dayanamayıp topa dalıp, hatta arada sırada penaltı düdüğünü gereksiz yere çalıp kendisi de penaltı atışı yapıyorsa, biz bunu ifade ettiğimizde skoru bize göstererek sorumluluktan kurtulamaz.
Diğer yandan, demokrasi bir sorumluluk rejimidir. Teflon tava misali atılan her şeyi bu iki sihirli rakamla, 49,5 ve 52 rakamlarıyla uzun vadede cevaplayamazsınız ve bu sorumluluktan kurtulamazsınız.
Saygıdeğer milletvekilleri, bugün Avrupa Birliğini, Avrupa Birliği sürecini ele alıp Milliyetçi Hareket Partisinin bu husustaki görüşlerini sizlere arz edeceğim. Ancak Meclis açıldığından bu yana sık sık yapılan tartışmalar, bizim "millet", "milliyetçilik", "millî irade" kavramları konusunda açıklığa kavuşmamız, herkesin kanaatini ifade etmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. O açıdan, Avrupa Birliğini de bu çerçevede ele almak istiyorum.
Birlikte yaşamanın gerçekleştiği her yerde dört temel sorun bir şekilde çözülmek durumundadır. Bunlardan birisini "refah" başlığı altında ifade edebiliriz. Yani ekonomik kalkınma ile fiziki varlığın devam etmesiyle gelir dağılımında adalet arasında rızayı sürekli kılan bir dengenin tesisi, ekonomik faaliyetlerin yapılması, altyapı, vergi, gümrük, kota, teşvik, plan gibi düzenlemelerin yapılması. Bu fonksiyonun yerine getirilmesi gerekir.
İkinci temel fonksiyon güvenliktir. Yani ödüllendirme-cezalandırma, terfi-tenzil, beğenme-kınanma mekanizmalarının öngörülebilir olduğu, hukukun işlediği, insanların bir şey yaparken sonuçlarını hesaplayabildiği bir ortamın tesis edilmesi, çifte standardın olmaması, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve bunun sadece yazılı kalmayıp, ihlal edenlere karşı da yaptırımlarının, müeyyidelerinin uygulanabildiği bir ortamın tesisi.
Üçüncü fonksiyon ise "kimlik" başlığı altında toplanabilecek bir fonksiyondur yani aidiyet, entegrasyon, müşterek bir biz duygusunun ve motivasyonun tesisi.
Ve nihayet, demokrasi. Kararlardan etkilenenlerin kararlarda etkisinin olması durumu ise demokratik meşruiyetin yani gündem belirlemede, irade oluşturmada, karar almada ve alınan kararların uygulamasını denetlemede demokratik katılımın sağlanması yoldur. İşte Avrupa Birliği, 1970'lerin ortasından itibaren millî devletin bu ilk 2 fonksiyonda yani refah ve güvenlik fonksiyonlarında artık yetersiz hâle gelmesinin ve bölgesel entegrasyonların, bölgesel birleşmelerin zorunlu hâle gelmesinin ortaya çıkmasından sonraki ilk teşebbüstür.
Yarım asrı geçen bir süreden sonra baktığımızda, Avrupa Birliğinin bu fonksiyonlardan ilk 2'sini yerine getirmede nispeten başarılı olduğunu görüyoruz. Yani güvenlik ve refahı, hukuk devletini sağlamada nispeten başarılı olduğunu görüyoruz ama diğer 2 fonksiyon yani kimlik, aidiyet, mensubiyet duygusunun adresi olarak bir toplumsal bütünlük olma ve demokrasi açısından maalesef başarılı olamamıştır.
Avrupa Birliğinin altı ayda bir düzenli olarak yaptırdığı Eurobarometer anketleri vardır, bütün Avrupa Birliği ülkelerinde yapılır. Burada şöyle bir soru soruluyordu: Kendinizi ne hissediyorsunuz? Burada 4 tane şık var: "Sadece Türk", "önce Türk, daha sonra Avrupalı", "önce Avrupalı, daha sonra Türk" ve nihayet "sadece Avrupalı". Bunların ilk 2 şıkkının toplamı, özellikle Demirperde'nin yıkılmasından sonra sürekli artmış ve yüzde 90'ların üzerinde olmuştur yani sadece ve önce kendisini belli bir milletin mensubu hissedenlerin oranı bu entegrasyon süreci içinde yüzde 90'ların üzerinde kalmıştır. Avrupa'da bir renasyonalizasyondan söz edilmektedir. Yine demokrasi bakımından da Avrupa Birliği üye olan ülkelerden demokrasi adına pek çok şey talep ettiği hâlde kendisi demokratik bir sistem olamamıştır.
Alman Anayasa Profesörü Claus Offe'nin tabiriyle, eğer mümkün olsa Avrupa Birliği kendisine üyelik müracaatında bulunsa bu müracaat dosyasının daha kapağı açılmadan bu müracaatı reddedilirdi çünkü demokrasi kriterlerini karşılamayan bir yapı vardır. En son 2009 yılında Lizbon'da Avrupa Parlamentosuna verilen yetkiler de bu manada yetersiz yetkilerdir. Sadece yasamaya cüzi ölçüde katılım ve "halka yakınlık" dediğimiz subsidiarite ilkesinin uygulanması, bir diplomatik biriminin olması Avrupa Birliğini demokratik bir yapı hâline getirmemiştir. Bunun neticesini de biliyoruz, bir anayasa yönündeki çalışma da hem Fransa ve Hollanda'da reddedildikten sonra geri çekilmiştir.
Avrupa Birliği bu serencamın neticesinde bugün göç, para krizi, borçlanma, verimlilik, güvenlik ve kimlik alanlarında ciddi bir krizle karşı karşıyadır. Tekrar millî sınırları keşfetmiştir ve özellikle ülkemizi ilgilendiren göç meselesinde Avrupa ülkeleri "Herkes kendi başının derdine baksın, hep birlikte göçün Avrupa'ya gelmesini engelleyelim." yaklaşımı içindedir. Böyle olduğu için Dublin Düzenlemesi'ne göre, ilk göçmenin girdiği ülkede işlemlerin yapılması esas alınıyor idi. Bu da sınırda özellikle doğusunda, güneydoğusunda yer alan ülkeleri, başta Yunanistan olmak üzere, olumsuz etkiliyor idi. Bu göçmenlerin Avrupa Birliği içindeki dağılımına dair görüşmeler, müzakereler biteviye devam etmiş, ancak herhangi bir neticeye ulaşamamıştır.
Bu, herkesin kendi başının çaresine bakma durumu sebebiyle Yunanistan en son, biliyorsunuz, Viyana'dan büyükelçisini çekmiş, Avrupa'nın Lübnan'ı olma durumuna itiraz etmiş ve bunun yanında, Haziran ayının 23'ünde İngiltere'nin Avrupa Birliğinden çıkışıyla ilgili referandum Avrupa Birliğinin geleceğiyle ilgili endişeleri, soruları da haklı hâle getirmiştir.
Bu vesileyle şunu ifade etmek isterim: İngiltere'de yapılacak referandumda sonuç ne olursa olsun Avrupa Birliği bakımından çok ciddi bir sarsıntı anlamına gelmektedir çünkü referandumda İngiltere'de mevcut Hükûmetin Avrupa Birliğinde kalma yönünde oy kullanılmasını savunması için Avrupa Birliği hukuk devleti olma ilkesinden uzaklaşmış, kuralların herkes için geçerli olmadığı, büyük ülkelerin isterlerse kurallardan muaf tutulabileceği gibi bir duruma yol açmıştır. O bakımdan İngiltere'nin ayrılması da kalması da bildiğimiz Avrupa Birliğinin sonu anlamına gelmektedir. Başka türlü devam etmek durumundadır.
Türkiye'nin Avrupa'yla ilişkileri, biliyorsunuz, Yunanistan'ın müracaatından sonra "Yunanistan kendisini boş bir havuza da atsa biz de takip etmeliyiz." anlayışıyla 1960'larda başlamış, 1963'teki sözleşmeden sonra hukuki manada Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimiz başlamıştır. Ama aynı yıllarda bizim Avrupa'yla ilişkilerimiz işçi göçümüz sebebiyle başlamıştır. Şair Ali Akbaş'ın çok güzel ifade ettiği gibi Sirkeci'den tren gitmiş, bir yaldızlı Kur'an gitmiş, evimiz barkımız viran gitmiştir ve Tuna'dan başka türlü geçerken el kapılarına bu ülkenin çocukları işçi olarak gitmişlerdir.
1996 başında başlayan gümrük birliğini, 2005'te gündüz vakti, öğle vakti havai fişeklerle kutladığımız müzakereler, üyelik müzakerelerinin başlangıcı takip etmiş. Bu müzakerelere göre 2015 yılında üye olma ihtimalimiz belirmişken 2005 yılından sonra Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizde ölü bir dönem başlamıştır. En son 1 Kasım seçimlerinden önce Avrupa Birliğinin, özellikle Almanya'nın göçmenlerden olan korkusu sebebiyle tekrar ilişkilerimizde bir yakınlaşma, tekrar bir ilişkilerimizin dozunun artmasını yaşıyoruz.
Ancak burada da bir çifte standart var. Yeri gelmişken söylemek gerekir ki Avrupa Birliğinin çifte standardı Türkiye'ye karşı bütün süreç boyunca geçerli olmuştur. Demokrasi bakımından bizden çok daha geride olan ülkeler tam üyelik statüsüne kavuşturulurken Türkiye'ye iç işlerine müdahale olabilecek derecede şartlar getirilmiştir ve bu şartların başında da Kıbrıs'a, içerideki kendi sorunlarımıza Avrupa bakımından çözüm dayatmaları gelmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin son başörtüsü kararında da Türkiye'deki siyasi bir partinin kapatılmasında verdiği karar da yine Avrupa Birliğinin kendi içindeki tutarlılığı bakımından sorgulanmayı hak eden uygulamalar olarak geçmişte kalmaktadır.
1 Kasım seçimlerinden önce de Avrupa Birliği ilerleme raporunu yayınlamayı seçimden sonraya bırakarak yine Türkiye'deki mevcut iktidardan, mevcut muktedirlerden beklentilerine göre çifte standart uygulamıştır.
Biliyorsunuz göçmen konusunda Avrupa basınında ülkemizi, Cumhurbaşkanımızı küçük düşüren ibarelerin, karikatürlerin de yayınlanmasına yol açan 3 milyar avroluk bir ön pazarlık yapılmıştır. Ancak burada vergi uyumu dâhil pek çok şeyi Türkiye Büyük Millet Meclisinden geçirirken ülkemizi çok derinden etkileyen bu pazarlıklarla ilgili Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgilendirilmemiş olması da Türkiye'deki demokrasinin bir özelliği olsa gerektir. Avrupa Birliği göçmenler sebebiyle çok daha fazlasını yapacağı masraftan Türkiye'nin başka yerlerdeki sıkıntılarını örtme ihtiyacını da suistimal ederek kurtulmak istemektedir.
Dünya İktisat Enstitüsü Kiel'de aralık ayındaki yayınında sadece Almanya için 3 tane projeksiyon yapmıştır. En iyi ihtimalde bir yıl içinde gelen göçmenlerin yüzde 60'ının geri dönmesi umulmaktadır ve bu durumda Suriye'den gelen göçmenlerin sadece Almanya'ya etkisi 25 milyar avrodur. Kötümser ihtimalde, gelenlerin geri dönmeme ihtimaline göre yapılan projeksiyonda ise 55 milyar avroluk bir maliyet söz konusudur. İşte, sadece Almanya'nın en iyi ihtimalle yıllık 25 milyar avro maliyeti olacak bir göç derdini, biz 3 milyar... Onun da ödenip ödenmeyeceği belli değil. Sayın Bakanım 30 Ocakta "Şubat ayı bitmeden bu para Türkiye'ye gelecek." demişti. Bu kapsamda Türkiye'ye bir miktar geldi mi, ne kadar geldi? Bunu da öğrenmek istiyoruz, çünkü bugün şubat ayı bitmek üzeredir.
Sonuç olarak, arkadaşlar Türkiye 2005'lerden itibaren çok yönlü, bütün cephelerde dış politika uygulamasına başlamış, bu doğru bir tercihtir. Ancak, gittiğiniz yerde hedefe varmanızda istikamet kadar hız da önemlidir. Bütün cephelerde realiteyle uzaktan yakından ilgisi olmayan, hayal ve fantezileri gerçekleştirmek üzere yapılan dış politika Avrupa Birliğinde de bugün tıkanmış vaziyettedir. Ümit ediyoruz ki Avrupa Birliğindeki son sıcak ilişkiler başka cephelerdeki hüsranı örtme çabası ve gayreti değildir.
Şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Türkiye, herkesin kendi fantezisini ve yanılgısını yaşayacağı kadar büyük, zengin bir ülke değildir.
Saygılar sunarım. (MHP sıralarından alkışlar)