GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 2'nci Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:47
Tarih:28.02.2016

HDP GRUBU ADINA MEHMET EMİN ADIYAMAN (Iğdır) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Halkların Demokratik Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna ilişkin konuşacağım ancak konuşmama geçmeden önce bugün 1'inci ölüm yıl dönümü olan büyük edebiyatçı, ilerici, barış ustası Sayın Yaşar Kemal'i saygıyla anıyorum, mekânı cennet olsun diyorum.

Değerli milletvekilleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu ve ona bağlı kurumlara ilişkin bütçe yasa tasarısında kamu kaynaklarından belli bir kaynak ayrılarak huzurumuza bu bütçe kanunu içerisinde bir düzenleme getirilmiş bulunmaktadır.

Sayın milletvekilleri, öncelikle şunu belirtmek isterim: Elbette, biz, Halkların Demokratik Partisi olarak Türkiye'de var olan, bir arada yaşayan ve yüzyıllardır kendi kimlikleriyle, kendi dilleriyle, kendi kültürleriyle gerek Anadolu'da gerek Mezopotamya'da varlığını devam ettiren halkların ve bu halkların dilleri, kültürleri, tarihinin araştırılması ve bu kapsamda Türk kültürü, Türk dili ve Türk tarihinin de araştırılmasını uygun buluyoruz. Bu konuda bir sıkıntımız yok ve Türkçe'nin ortak dil olarak kullanılması bizi oldukça mutlu eder ancak mesele sadece Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun isminden kaynaklı veya bundan ibaret değil.

Dil, Tarih ve Kültür Kurumu işlevi itibarıyla kurulduğu günden bu yana yaptığı faaliyetlerle esasen gerçekten bilimsel anlamda Türk diline, Türk kültürüne ve Türk tarihine gerçek manada, bilimsel manada bir araştırma zemini hazırlayan, bu alanda çaba gösteren bir kurum mudur; yoksa 90 yıldır tekçi bir anlayışla devam eden, tek bir etnisite üzerinden bu ülkeyi ve bu ülkede yaşayan tüm halkları asimilasyona tabi tutan, bunu dizayn eden, bir ideolojik perspektif sunan bir kurum mudur? Aslında tartışılması gereken budur. Elbette gönül isterdi ki Türk Kültür, Dil ve Tarih Kurumu gibi bu topraklarda yaşayan diğer halkların da kendi kültürlerini, kendi dillerini, kendi tarihlerini araştırabilecek, bunu gün yüzüne çıkarabilecek, tarihle olan bağlarını oluşturabilecek benzer kurumlara sahip olma imkânı sağlanmış olsaydı. Maalesef belli bir etnik kimliğe dayalı yani Türk etnik kimliğine dayalı böyle bir kurumlaşmanın dışında bu ülkede yaşayan hiçbir kimliğe, hiçbir kültüre ve hiçbir tarihe yer verilmemekte. Verilmeyi bırakın bir tarafa, bu kurumlar eliyle oluşturulan teorilerle bu ülkedeki halklar yok farz edilmektedir. Yani, örneğin, Güneş Dil Teorisi, tezine göre, bu ülkede, Kürtlerin dağ Türkleri olduğu, isimlerinin "kart, kurt" olduğu yutturmacası, safsatası yıllar boyunca Kürtlere aşılatılmaya, Kürtler buna inandırılmaya, kendilerinin inanmadığı bu safsata teoriyle Kürtler asimile edilmeye çalışıldı.

Değerli arkadaşlar, buraya az önce de çıkan hatip arkadaşlar ısrarla kuruluş felsefesinden, kuruluş ruhundan bahsetti. Açıkçası şunu kürsüde bir netliğe kavuşturmamız gerekir: Bu ülkeyi kuran Meclis 1921 Meclisi midir, yoksa Lozan Antlaşması'ndan sonra 1924'te âdeta sivil ana darbeyle kurulan 24 Meclisi midir? Bunu bir netleştirmemiz gerekiyor; bir.

İkincisi: Birileri Atatürk'ün ismini kullanarak etnik Türk milliyetçiliğini, Türk şovenizmini yıllarca kafamıza âdeta çivi çakar gibi çakmaya çalışır. Öncelikle, 1923 öncesi Atatürk ile 1923 Lozan sonrası Atatürk hangi Atatürk'tür? Birileri bize gerçek Atatürk'ü burada ifade etmelidir. Eğer, gerçek Atatürk 1924 öncesi Kurtuluş Savaşı'nın öncülüğünü yapan ise -Türkiye'deki Kürt'üyle, Laz'ıyla, Arap'ıyla, Çerkez'iyle tüm halkları tam da bu Mecliste- 20 Nisan 1920'de bu Meclisi toplarken kullandığı fikir, düşünce ve ideolojisi ortaya konmalı. Eğer buysa Atatürk -ki biz bu olduğuna inanıyoruz- bakın Türk milliyetçiliğine karşı çıktığı bir konuşmasını size okuyayım. Değerli arkadaşlar, Kastamonu Milletvekili Yusuf Kemal Bey -sonraki soy ismiyle Tengirşenk- Mecliste 1 Mayıs 1920 günü aynen bu kürsüye çıkıp sağlık sorunlarıyla ilgili bir konuşmasında, tamamen Türk vurgusu, Türk sağlığı, Türk çocukları, özcesi Türk kimliği üzerinden bir konuşma yapıyor ve 1 Mayıs 1920'de bu konuşmaya karşı çıkan Sivas Mebusu Emir Paşa söz alıp aynen şunu söylüyor: "Yusuf Kemal Beyefendi hazretleri irâd-ı kelâm ettiği sırada, yalnız sıhhatlerinin muhafazası lüzumunu Türklere hasretmiştir ve bunu kesinlikle reddediyorum. Bu Meclis sadece Türklerden teşekkül etmemiştir." Özet geçiyorum.

Arkadaşlar, Meclisteki bu tartışma üzerine, yani bu Meclisin kuruluşundan tam on gün sonra, Atatürk söz alır ve bu kürsüye çıkar, bu tartışmayı bitirmek için şunu söyler: "Bu vatanda, Çerkez, Çeçen, Kürt, Laz ve daha birtakım kabîl-i İslamiye vardır. Bunları hariçte bırakacak, tefrikaya bahis olacak söz söylenmemelidir. Bendeniz bu mesele hakkında uzun söz..." Özür diliyorum, bu Sivas Mebusunun sözüydü, Atatürk şunu söylüyor: "Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla, bir iki noktayı arz etmek isterim. Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir fakat hepsinden mürekkep anasırı İslamiye'dir." der, Türkçülüğü, Türk etnisitesine dayalı bir anlayışı bizzat bu kürsüden reddetmiştir.

NURETTİN YAŞAR (Malatya) - İslamiyeti öne çıkarıyor.

MEHMET EMİN ADIYAMAN (Devamla) - Şimdi, değerli arkadaşlar, millet kavramını eğer ırkçı, etnik temelde tarif ederseniz, tıpkı Anayasa'nın 66'ncı maddesindeki "Vatandaşlık bağıyla Türk devletine bağlı olan herkes Türk'tür." anlayışını dayatırsanız, evet ırkçı, belli bir etnisiteye dayalı bir tarif yaparsınız ama dünya ölçeğinde millet kavramı belli bir etnisite üzerinden tarif edilmez. Bizim, Halkların Demokratik Partisinin savunduğu da zaten budur. Biz, Anadolu ve kürdistandaki tüm halkların ortaklaştığı bir millet anlayışından; hepsinin eşit, özgür ve gönüllü beraberliğine dayalı bir millet anlayışından bahsediyoruz. Dolayısıyla, 66'ncı maddedeki Türklük kavramı ucube, anlaşılmaz, aslında tam da inkârcı bir tarifi, bir yorumu ortaya koyar.

Değerli arkadaşlar, 66'ncı maddeye göre, Türk olmayan bir insanın salt vatandaşlık bağıyla Türk olabileceğini nasıl hayal edebiliriz, nasıl düşünebiliriz? Mesela, onun damarlarındaki kanı değiştirip asil kan mı yapacağız? Mesela, onun bütün varlığından, bütün tarihinden, bütün geçmişinden, kültüründen feragat ettiği sonucunu mu çıkaracağız? Elbette çıkarmayacağız. Salt gerçekle uzlaşmayan, gerçekle denk düşmeyen bir etnik kimlik tarifi ancak çatışmayı doğurur, ancak ayrımcı, asıl bölücü zihniyeti doğurur.

Şimdi, değerli arkadaşlar, şunu söyleyebilirsiniz: Evet, 1923 Lozan Antlaşması'na göre Atatürk'ün -şu anda elimde onlarca yazışması var- Kürtlerden, kürdistandan, Çerkezlerden ve diğer halklardan bahsettiği konuşmaları var. Dolayısıyla, 1923 Lozan Antlaşması'na kadar, Kurtuluş Savaşı'nı veren bu Mecliste Kürtler de Çerkezler de Lazlar da Türkler de kendi aidiyetleriyle, kendi kimlikleriyle, kendi tarihleriyle, kendi geçmişleriyle vardır ve gönüllü bir Meclistir. Dolayısıyla, eğer kalkıp bu kürsüden "1923'e yani Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar bu tarif, bu niteleme yapıldı ama Lozan Konferansı imzalandıktan sonra biz hem Kürtleri hem Türk olmayan diğer unsurları aldattık." denilirse bence bu yüreklice bir itiraf olur. Ama eğer böyle değilse, o zaman, herkesin bu kürsüden dile getirdiği kurtuluş ruhuna bu Meclis dönmek durumundadır. Yoksa kurtuluş ruhunu Türkiye kurulduktan, Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, 1924'te kurulan İkinci Meclisin aldığı tekçi, ötekileştirici, inkârcı ve bu anlayış üzerine inşa olmuş Anayasa'ya dayalı bir tarifi yapamayız.

Değerli arkadaşlar, bu hususa değindim ama geldiğimiz nokta, günümüzde de bu geçmiş süreçten farklı bir süreç değil. Adalet ve Kalkınma Partisi 7 Haziran seçimleri öncesinde, tıpkı az önce tarif ettiğim gibi, 1923 sürecinde kardeşlik edebiyatı üzerinden, kardeşlikten nasıl dem vuruyorduysa ve sonuçta hedef Lozan idiyse, AKP'nin de hedefi; "7 Haziranda yani yüz yıl sonra bir kez daha Kürtleri kandırabilir miyim? Kürtler üzerinden başkanlık sistemini elde edebilir miyim?" Ama aradan yüz yıl geçti ve yüz yıl sonra Kürtler bir daha kanmadı, kandırılamaz da artık, dolayısıyla 7 Haziran seçimlerinde AKP'nin hedeflediği başkanlık sisteminin önünü kesmiş oldu.

Bugün Kürtlere işte, reva görülen bu, tıpkı Lozan sürecinin elde edilişi gibi bir sonucun başkanlık adına elde edilmemesidir. Zaten AKP ve Sayın Cumhurbaşkanı da bütün söylemlerinde yeni Türkiye'den bahsediyor. "Yeni Türkiye'yi kuruyoruz ve yeni Türkiye kurulurken -tıpkı 1920'li yıllardaki gibi- Kürtleri nasıl yedekleriz, oyları nasıl devşiririz, başkanlık sistemini nasıl inşa ederiz." hesaplarıyla başlanan bir süreç ama 7 Haziranda tabii, bu süreç, bu hayal çökünce işte bedeli Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur'da yaşanan vahşettir.

Değerli arkadaşlar, elbette Kürtler de Lozan'da tıpkı Türk kardeşleri gibi İslami unsur olması itibarıyla azınlık statüsünü kabul etmemiştir, elde de etmemiştir. Eğer Lozan Konferansı'nın tutanaklarını samimiyetle incelersek Lozan'daki müzakerelerin temelindeki şey, bir, Müslüman unsurlar yani Kürtler, Türkler, Çerkezler gibi unsurlar.

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Hocam, Gürcüler de var.

MEHMET EMİN ADIYAMAN (Devamla) - Diğer taraftan -yani hakları güvence altına- asli unsur olarak varsayılmayan, azınlık statüsünde sayılan Müslüman olmayan unsurlardır. Nitekim, İsmet İnönü, Rıza Nur gibi o dönemin heyetleri Lozan Konferansı'nda "Biz Kürtlerin ve Türklerin ortak temsilciyiz." der. Yani 1923 Lozan müzakereleri sürecinde, müzakerelerin taraftarı olan Batılı devletlerin orada hak ve hukukunu korumak istediği kesimler Müslüman olmayan unsurlar. Müslüman olan unsurların kendi arasında birbirine üstünlük taslayacağı, birbirine asimilasyonu, inkârı, reddi dayatacağının hesabını o gün kestirmek, o gün böyle bir ideolojiyle, böyle bir psikolojiyle hareket etmek elbette düşünülemezdi. Ama, dediğim gibi, Lozan sonrası, Türk etnik kimliğine dayalı, belki İttihat ve Terakkinin iktidarı ele geçirmesiyle günümüze kadar bu süreç devam ediyor. Peki, bugün değişti mi? Bugün de değişmedi. Yeni Türkiye kurulurken, Sayın Cumhurbaşkanının tarif ettiği yeni Türkiye'yi inşa ederken aynı zihniyetin, aynı düşüncenin bu kez siyasal İslam'la cilalanmış süslü bir şekli, boyutu önümüze konmaktadır.

Sayın Cumhurbaşkanı ve AKP'nin hatipleri, hatta Sayın Başbakan özellikle kürdistandaki bütün konuşmalarında Fekiye Teyran'ın, Melaye Ciziri'nin, Ahmedi Hani'nin ruhunu taşıdıklarını ifade ederler ama Ahmedi Hani'nin, Fekiye Teyran'ın ya da Melaye Ciziri'nin, Ali Hariri'nin torunlarının dillerine pranga vurma gibi bir hakkı da kendilerinde görürler. Salt sembolik olarak Ahmedi Hani'nin, Fekiye Teyran'ın, onlarının ruhunu dile getirip ama onların torunlarına hakkını, hukukunu, tarihini, dilini öğretme hakkını, öğretme fırsatını vermemektedir.

Bir halk, bir millet ancak kendi tarihiyle anlam ifade eder. Bilim üretebilmesi, sanat üretebilmesi, topluma katkı sağlayabilmesinin biricik yolu kendi ana diliyle düşünebilme, kendi ana diliyle eğitim görebilme ve o ana diliyle değerler yaratmasıdır. Siz bir dili yasaklarsanız, bir toplumun tarihle olan bağlarını koparırsanız ve onu köksüzleştirirseniz tıpkı kökleri derinde olmayan yüzeysel bir ağacın en ufak bir rüzgârda sallanıp düşmesi gibi bir durumdur. Siz Kürt halkının, Kürt çocuklarının kendi tarihini öğrenme hakkını, şansını vermiyorsunuz ama milyarlarca lira Türk Dil Kurumuna, Türk Tarih Kurumuna aktarabiliyorsunuz. Ne güzel ama hiç olmazsa onun çeyreği kadar da Kürtlerin, Çerkezlerin, Arapların, yani kardeş diğer halkların kendi tarihlerini, kendi kültürlerini, kendi geçmişlerini öğrenebilme adına, onlar adına oluşacak kurumlara aktarabilirsiniz; bunun için bir anayasa değişikliği de gerekmiyor.

Değerli milletvekilleri, zamanım kısıtlı ama son kez şunu söyleyeyim: Sayın Cumhurbaşkanı, az önce grup başkan vekilleri de dile getirdi... Ben hukukçuyum, Anayasa'nın 138'inci maddesinin son fıkrası açıkça şunu söyler: Yargının verdiği kararlara Meclis -bizler dahi- yürütme ve idare uymak zorundadır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Adıyaman.

MEHMET EMİN ADIYAMAN (Devamla) - Sayın Cumhurbaşkanı geçmişte "Anayasa'yı kabul etmiyorum, sistem değişmiştir." dedi.

BAŞKAN - Sayın Adıyaman, teşekkür ederim.

MEHMET EMİN ADIYAMAN (Devamla) - Şimdi, fiilen bu düşüncesini bu sefer mahkemeleri de ekleyerek Anayasa'yı ihlal ettiğini bir kez daha itiraf etmiş oldu.

Saygılar sunarım. (HDP sıralarından alkışlar)