| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 2'nci Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 47 |
| Tarih: | 28.02.2016 |
HDP GRUBU ADINA EROL DORA (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2016 Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı kapsamında Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı ile Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı bütçesi üzerinde Halkların Demokratik Partisi adına söz almış bulunuyorum. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının ismindeki "Yurtdışı Türkler"den kastedilen, anlaşıldığı kadarıyla, yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşlarıdır. Dolayısıyla, bu Başkanlık, Türkiye vatandaşı olan ve farklı etnisitelere mensup tüm yurttaşlarımızı kapsıyor olmalıdır. Dolayısıyla, öncelikli önerimiz, Başkanlığın adının tüm yurttaşlarımızı kapsayacak biçimde "Yurt Dışında Yaşayan Türkiye Vatandaşları" şeklinde olmasıdır.
Değerli milletvekilleri, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığının resmî olarak belirlenmiş amaç ve faaliyetlerine baktığımızda Başkanlık çalışmalarının yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın yaşadıkları ülkelerde maruz kaldıkları ayrımcılık ve hak ihlallerine karşı hukuki ve sosyal proje desteklerini kapsadığı belirtilmektedir. Tabii, buradan hareketle bazı sorular sormak gerekiyor. Başkanlık, yurt dışında Türk etnik kimliğinden olan yurttaşlarımızın, yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın bulundukları ülkelerin çok kültürlü atmosferi içerisinde kimlik ve kültürlerini yaşatabilmeleri yönünde çalışmalar yaparken örneğin yurt dışında yaşayan, ana dili Türkçe olmayan vatandaşlarımızın da bulundukları ülkelerin çok kültürlü atmosferi içerisinde kimlik ve kültürlerini yaşatabilmeleri yönünde çalışmalar yapmakta mıdır? Cevabımız "Hayır."dır. Dolayısıyla, Başkanlığın ifade ettiği amaçlar, sadece ana dili Türkçe olan vatandaşlarımızı kapsamaktadır. Başkanlığın yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza ilişkin fiilî çalışmaları bütün vatandaşlarımızı kapsamadığı ortadadır.
Temmuz 2015'te hazırlanan projeyle yurt dışında yaşayan Süryani gençlerin Türkiye'yi ziyaret etmeleri kapsamında Kurum Başkanı Sayın Kudret Bülbül Mardin Midyat'ta yaptığı konuşmasında "Farklılıklarımızın zenginlik olduğunu unutmuştuk ancak son yıllarda farklılıkların bize katkı sağladığını anladık ve korkularımızı aştık; korkularımızı aştıkça normalleştik, normalleştikçe rahatladık; rahatladıkça da Süryani'si, Kürt'ü, Arap'ı, Sünni'si, gayrimüslimi, Alevi'si, laikiyle yani Türkiye'nin tüm insanlarıyla birlikte Türkiye olduğunu fark ettik." biçiminde son derece olumlu ifadeler kullanmıştır. İşte, bizim tahayyül ettiğimiz, arzuladığımız Türkiye budur. Sayın Başkanın ifadelerine katılmakla birlikte belirtmeliyiz ki devlet kurumları söylem düzeyini hızla aşmalı ve bu söylemleri fiilen uygulayarak konuya yüzeysel yaklaşmadıklarını göstermelidir.
Bu bağlamda, ülkemizin en kadim halklarından olan Müslüman olmayan yurttaşlarımızın yaşadıkları önemli bazı sorunlara ve özellikle vakıf meselelerine değinerek konuşmamı sürdürmek istiyorum.
Hepimizin bildiği gibi, gayrimüslim yurttaşlarımıza ilişkin azınlık vakıflarına ait taşınmazlara el konulması meselesi uzunca bir süredir Türkiye'nin önünde çözüm bekleyen önemli sorunlardan birisidir. Türkiye cumhuriyetinde azınlıkların dinsel, toplumsal ve kültürel yaşamlarını sürdürmelerinde merkezî önem taşıyan kurumların büyük çoğunluğu Osmanlı döneminde kurulmuş cemaat vakıflarıdır.
Vakıflar Kanunu'nun yürürlüğe girmesiyle birlikte 1936 yılında tüm vakıflara mülklerini beyan etme ve tapuya kaydettirme zorunluluğu getirilmişti. 1936 yılından sonra da azınlık vakıfları gerek satın alma gerekse bağış yoluyla gayrimenkul edinebilmiş ve bu taşınmazları tapuya kaydettirmişlerdir ta ki Yargıtay 1974 yılında azınlık vakıflarının mülk edinmelerini yasaklayan kararı verene dek. Ancak, 1974 tarihli Yargıtay kararıyla bu beyannameler vakfiye olarak kabul edilmeye başlanmış ve bu tarihten sonra cemaat vakıflarının yeni mal edinmeleri engellenmiş, Yargıtayın bu kararına istinaden peş peşe açılan davalar neticesinde, Ermeni, Rum, Süryani, Keldani ve Musevi cemaat vakıflarına ait yüzlerce taşınmaza el konulmuştur.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; aradan geçen süre zarfında azınlık vakıflarının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde açtıkları davaların da etkisiyle, 2003, 2008 ve 2011 yıllarında olmak üzere, AK PARTİ hükûmetleri döneminde azınlık vakıflarıyla ilgili bazı olumlu yasal düzenlemelerin de gerçekleştirilmiş olduğunu vurgulamak durumundayız. Ancak, bu düzenlemeler azınlıklara ait mazbuta alınmış vakıfları içermediği gibi, el konulmuş taşınmazlar meselesine de kapsayıcı çözümler üretememiştir.
Değerli milletvekilleri, bugün azınlık vakıflarının yaşadığı en önemli ve acil çözülmesi gereken sorunlardan birisi de vakıfların seçim yönetmeliği meselesidir. Azınlık vakıflarının yönetim kurullarının seçimini düzenleyen yönetmeliğin Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yaklaşık üç yıldır iptal edilmiş olmasına karşın, görev zamanları dolmuş vakıf yöneticileri birçok idari sıkıntı yaşamaktadırlar. Aslında yapılması gereken, azınlık vakıflarının sorunlarını kökten çözecek kapsamlı yasal düzenlemelerin yapılmasıdır. Zira, azınlık vakıflarının karşı karşıya kaldığı sorunlar bir yönetmelikle çözülebilecek nitelikte değildir. Seçim yapma hakkı, siyasi ilişkilere ve konjonktüre bağlı olarak dönem dönem azınlık vakıflarının elinden alınıp daha sonra geri verilmektedir. Somut olarak görüldüğü gibi, seçim yönetmeliği üç yıldır iptal edilmiş olmasına karşın henüz yenisi yapılmamıştır.
Değerli milletvekilleri, Vakıflar Kanunu'ndaki geçici 11'inci maddenin mevcut şekli ve uygulaması da azınlık vakıflarının kimi sorunlarının çözümü bakımından oldukça yetersiz kalmaktadır. Geçici maddede azınlık vakıflarına yapılacak taşınmaz iadelerinin 1936 Beyannamesi'ne kayıtlı olması şartına bağlanması önemli mülkiyet hakkı ihlallerine ve mağduriyetlere yol açmaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir diğer önemli konu, Süryani halkı için çok önemli ve kutsal değeri olan bin altı yüz yıllık tarihî Mor Gabriel Manastırı Vakfına ait el konulmuş toplam 30 parsel araziden şu ana kadar sadece 12 parsel arazi Mor Gabriel Vakfına iade edilmiştir, geriye kalan 18 parsel ise büyük çabalara rağmen hâlâ iade edilmiş değildir. Haksız bir biçimde el konulmuş olan bu arazilerin bir an önce Manastır Vakfına iade edilmesi gerekmektedir. Ayrıca, Mardin'in en ihtişamlı yapılarından birisi olan ve hâlen Kültür Bakanlığı il müzesi olarak kullanılan Süryani Katoliklere ait patrikhane binası da hak sahiplerine teslim edilmelidir. Netice itibarıyla, azınlık vakıf mülkleriyle ilgili olarak yurttaşlarımızın talebi şudur ki: 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup olmamasına bakılmaksızın, 1912 tarihinden itibaren azınlık vakıflarının ellerinden alınmış bulunan taşınmazların, mazbuta alınmış vakıflar ve üçüncü şahıslara satılmış taşınmazlar da dâhil olmak üzere, hiçbir şart ileri sürmeden ilgili vakıflara iade edilmesidir.
Diğer önemli bir soruna da değinmek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, bildiğiniz gibi, Heybeliada Ruhban Okulu 1844 yılında açıldı. Ayrıca, Heybeliada Ruhban Okulu bu ülkenin bir kurumudur. Okulun teoloji bölümü, İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğünün 12 Ağustos 1971 tarihli gizli yazısıyla 9 Temmuz 1971 gününden itibaren geçerli olmak üzere kapatıldı. Okul, kapatıldığı tarihte, yüksekokul olarak değil, 625 sayılı Yasa'nın iptal edilmemiş olan ve Lozan Antlaşması'nın 40 ve 41'inci maddelerine atıf yapan 25'inci maddesinde belirtilen bir azınlık okulu olarak eğitim vermekteydi. Lozan Antlaşması'nın 40'ıncı maddesine göre, gayrimüslim azınlıkların dinî ayinlerini icra etmeleri ve her türlü okul ve benzeri eğitim ve öğretim kurumları açmaları serbesttir. Okulun yeniden açılmasına engel olarak askerî ve dinî eğitimin devlet tarafından yapılmasını öngören Anayasa'nın 24'üncü ve Yükseköğretim Kanunu'nun 3'üncü maddesi gerekçe gösterilmiştir. Oysa, Heybeliada Ruhban Okulu, Lozan Antlaşması gereğince bir azınlık okulu olarak eğitim vermekteydi.
Ayrıca, Heybeliada Ruhban Okulunun Türkiye ile Yunanistan arasındaki karşılıklılık ilkesine göre açılıp açılmamasına ilişkin değerlendirmeler hukuki değildir. Karşılıklılık prensibi, bildiğiniz gibi, 2 ülkenin kendi vatandaşlarına değil, birbirlerinin vatandaşlarına uygulamaları gereken bir ilkedir.
Sürem yetmediği için birçok konuyu geçmek zorunda kaldım fakat yine de bu duygularla hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)