| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 1'inci tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 46 |
| Tarih: | 27.02.2016 |
HDP GRUBU ADINA MİTHAT SANCAR (Mardin) - Sayın Başkan, değerli üyeler; bütçe dolayısıyla bütçe üzerinde söz almış bulunuyoruz. Öncelikle, Meclis Başkanlığı, sonra Başbakanlık, Millî İstihbarat Teşkilatı ve Millî Güvenlik Kurulu bütçeleri üzerindeki görüşlerimizi sizlerle paylaşacağız.
Öncelikle, yarın 28 Şubat. Onu bir hatırlatmakta fayda var. 28 Şubat, Türkiye darbeler tarihinin de kara günlerinden biri, Türkiye siyasi tarihinin, demokrasi tarihinin kara günlerinden biri.
Darbelerin ilk hedefi, Meclis olur her zaman; halk iradesini bastırmak ve vesayet makamlarının, kurumlarının halk iradesinin üstüne tahakküm kurmalarını sağlamaktır. Bu, 1960'ta başlayan bir süreç, 1971,1980, böyle devam ediyor ve 28 Şubat, bunlardan bir tanesi, bu zincirin bir halkası.
Darbelerin asıl mantığının ne olduğunu hepimiz gayet iyi biliyoruz. Darbeler sadece kendilerini hukuk kurallarıyla kabul ettirmezler, aynı zamanda bir zihniyeti yerleştirirler. O zihniyet, bir tarafı ya da karşı tarafı düşman gören zihniyettir. "Muhalif" kavramı, darbe zihniyetinde mevcut değildir; kendisine itiraz eden, kendisine karşı çıkan, tehlikeli gördüğü her kesimi düşman ilan eder. Düşman ilan ettiği kesimlerin haklarını, gerektiğinde bütünüyle ortadan kaldırır; sadece haklarını değil, fiziksel varlıklarını da ortadan kaldırmayı göze alacak kadar bir düşman hukuku, bir savaş zihniyeti yaratır.
Maalesef, Türkiye'nin darbelerden kurtulma mücadelesi çok da başarılı olmuş değil. Bu konuda, Meclis bütçesi konuşulurken, özellikle Meclisin, bugüne kadar darbe hukukunu ve anlayışını temizleme, bundan kurtulma, Türkiye'yi, Türkiye toplumunu bu zihniyetten kurtarma konusunda başarılı olmadığını teslim etmemiz gerekiyor. İki açıdan başarılı olamamıştır, birincisi: Darbe hukuku, 1970'ten bu yana, bu sistemin, hukuk düzenimizin her tarafına sinmiş durumdadır, her tarafında varlığını sürdürmektedir. Bunları temizleyecek, ülke hukukunu darbe kanunlarından, düzenlemelerinden arındıracak bir iradeyi bugüne kadar göstermemiş olmak, hem bu Meclis hem bundan önceki Meclislerin bir ayıbı olarak not edilmelidir. Bundan bir görev çıkarmak gerekiyor, Meclis, en kısa zamanda darbe hukukunu temizlemek için mutlaka harekete geçmeli, ön almalı, inisiyatif almalıdır.
Ancak, darbelerden kurtulmak, sadece onların hukuk kurallarını temizlemekle olmuyor, darbe zihniyetinden de kurtulmak gerekiyor. Bakın, Meclisin kendi içinde işlettiği mekanizmaları dün konuştuk. Muhalefet şerhinin neden eklenmediği konusunda arkadaşlarımız yeterince doyurucu gerekçelerle durumu sizlerle paylaştılar. Sadece o değil, iktidarı eline geçiren, Türkiye'de, darbe zihniyetinin yarattığı pek çok alışkanlığı ve uygulamayı sürdürmektedir. Sürdürmektedir, çünkü bu şekilde yönetmek işleri kolaylaştırmaktadır. Muhalifi susturmak, karşıt gördüğünüz kişileri düşman ilan etmek, onlara karşı hukuk ve demokrasi kuralları çerçevesinde değil düşman hukuku çerçevesinde hareket etmek işleri kolaylaştırır görünüyor ama eninde sonunda yine aynı uygulamalar bu toplumun tamamının refahını da, huzurunu da, özgürlüğünü de kısıtlıyor, ortadan kaldırıyor; daha da kötüsü, zihinleri zehirliyor. Bu zehrin kimi, ne zaman, nasıl bulacağını öngörmek kolay değil. Bugün "Bana dokunmaz." diyenler, "Bu zehir bana bulaşmaz, beni etkilemez." diyenler yarın bundan pekâlâ daha önceki dönemlerde olduğu gibi etkilenebilirler.
Şunu hatırlatmak için bu girişlerin hepsini yaptım: Sadece dün muhalefet şerhi bağlamında yapılan tartışmalar değil, bizim önergelerimizle ilgili Meclis Başkanlığının tutumu da aynı mantığı sürdürmek anlamına geliyor. Herhangi bir sözü, yazdığımız herhangi bir eleştiriyi "kaba ve yaralayıcı söz" diye niteleyip önergelerimizi geri yollayabiliyor. Oysa, böyle bir yetki ne Anayasa'da tanınmıştır ne de İç Tüzük'te vardır. Bu yetkiyi kullanmak, Meclis Başkanının kendini Meclis iradesinin üstünde görmesi anlamına geliyor. Oysa, Anayasa'nın 83'üncü maddesi çok açıktır. Burada her türlü eleştiriyi, en sert, en ağır eleştiriyi yapma hakkınız vardır. Suçlama da yapabilirsiniz. "Kaba ve yaralayıcı söz"ün kapsamı ise ancak açık kişisel hakaret, nefret söylemi, kin söylemidir; bunun dışında başka herhangi bir eleştiri, bir suçlama, bir itham bu çerçevede değerlendirilemez. İade edilen her önerge 28 Şubat zihniyetinin devamıdır, 12 Eylül zihniyetinin devamıdır, 12 Martın devamıdır, hepsinin devamıdır.
Fişlemeler, kamu görevlilerinin fişlenmesi belki de en çok şurada, şu sıralarda oturan AKP milletvekillerinin canını yakmıştır, onların temsil ettiği topluluğun, sosyolojinin canını yakmıştır ama pekâlâ, çok rahat bir şekilde bugün fişlemeler de gündeme getirilebilmektedir. Karşı tarafa "hain" demek, her eleştiriyi "vatana ihanet" diye nitelemek yine darbe zihniyetlerinin bir ürünüdür ve bugün de aynen sürdürülmektedir. Benim size önerim: Darbelerle yüzleşelim. Bunu yapması gereken kurumların başında Meclis geliyor. Ama, yapılacak iş, sadece darbe hukukuyla uğraşmak değildir. Öncelikle onu yapmamız lazım. Daha da önemlisi, yeni darbe ürünü uygulamaların ve kuralların ortaya çıkmaması için darbe zihniyetinin kendisiyle yüzleşmemiz gerekiyor, kendimizi darbe zihniyetinden arındırmamız, kurtarmamız gerekiyor.
Şimdi, dün Sayın Başbakanı dinledik. Sadece Sayın Başbakan değil, aslında pek çok konuşmada, hem Hükûmet yetkililerinin hem de iktidar partisi yetkililerinin konuşmalarında rakamlar sıralanır. Bütçe konuşmalarında rakamların art arda telaffuz edilmesinde bir yanlışlık yoktur elbette, neler yapıldığı o rakamlarla anlatılmak istenir. Bize duble yollardan, elektrik üretiminin artışından, tüketiminin artışından söz edildi, barajlardan söz edildi, daha pek çok şeyden söz edildi ama atlanan başka rakamlar var, onları size hatırlatalım. Bu rakamlar, insani gelişme, demokrasi, özgürlük ve hukukun üstünlüğüne ilişkin rakamlardır. Dün bunlardan hiç söz etmedi Sayın Başbakan. Mesela -2016 raporları için söylüyorum- Türkiye, Global Demokrasi Endeksi'nde artık, karma ülkeler, hibrit ülkeler kategorisinde yer almaktadır.
Dört kategori ülke var: Biri tam demokrasi, diğeri kusurlu demokrasi, biri hibrit demokrasi ülkeler yani karma ülkeler, daha açıkçası, otoriter rejimler ile demokrasi arasında duran ülkeler. Bir kısmı endekse göre yönünü kusurlu demokrasiye çevirmiş, biraz gelişme gösterirse belki otoriter rejim ya da karma rejimden kurtulur, kusurlu da olsa demokrasiye doğru yol alır. Ama Türkiye, endekslere göre yönünü bu karma gruptan otoriterliğe doğru çevirmiştir, gidişatı otoriter rejimler kategorisindedir. Mesela Demokrasi Endeksi'nde 165 ülkeyle ilgili sıralama yapılmış, tasnif yapılmış, Türkiye 84'üncü sırada yer almaktadır 165 ülke içinde. Basın Özgürlüğü Endeksi'nde Türkiye 106'ncı sıradaydı 2010 yılında. Bakın, 2010 yılından bugüne geldiğimizde, 199 ülke içinde 142'nci sırada. Bizim üstümüzde bu endekste daha özgür ülke olarak yer alan ülkeleri sayarsak pek çok açıdan küçümsediğiniz ülkelerin özgürlük ve demokrasi sıralamasında Türkiye'nin üstünde yer aldığını göreceksiniz.
Başka endeksler de var. Mesela, Yolsuzluk Algıları Endeksi'nde 178 ülke içerisinde Türkiye 2010 yılında 56'ncı sıradaydı, bugün 168 ülke arasında 66'ncı sıraya gerilemiş. Gerçi daha sıralayabilirim. Mesela Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan başvurularda Türkiye, Rusya ve Ukrayna'yla beraber en alt sırada yer almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının ihlal tespit ettiği başvurular sıralamasında Türkiye, Rusya'yla birlikte en alttadır. İnsan hakları konusunda, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlal eden ülkeler içinde Rusya'yla birlikte 1'inciliği paylaşmaktayız.
Yine, "Dünya Adalet Projesi" diye bir kuruluşun yaptığı endeks var, Hukukun Üstünlüğü Endeksi bu. Bizim "Hukuk Devleti Endeksi" de diyebileceğimiz bir çalışmadır bu. Türkiye 102 ülke arasında 80'inci sıradadır.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bütün bunların ne anlama geldiğini uzun uzun anlatmama gerek yok. Aslında bu endekslere bakmamıza da gerek yok, bu endekslere atıf yapmamıza da gerek yok, gözümüzün önündeki gerçeklere bakmamız yeterlidir. Basın özgürlüğü konusunda yaşananlar ortadadır. Hapisteki gazeteciler, onları bir kenara bırakın, orada bir tartışma... Bir kenara bırakın dediğim şunun için: Elbette çok önemlidir ama durmadan oradaki istatistikleri ve verileri farklı göstermek için çeşitli algı operasyonları yapılıyor, "Yok efendim, şu gazeteci terör örgütü üyeliğinden içeri alınmıştır, haber yapma nedeniyle değil." deniliyor. Kolaydır biliyorsunuz... Türkiye, Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde 80'inci sıradadır, yargı bağımsızlığı da buna dâhildir. Yargı bağımsızlığının en kötü olduğu son 20 ülke arasındayız 100 ülke içinde. Bu sayılan, bu endekse giren ülkeler içinde son 20'deyiz. Dolayısıyla, yargının bağımsız olmadığı, tarafsızlığının zaten söz konusu bile edilemeyeceği pek çok örneğin bulunduğu bir ülkede, bir gazeteciye yaptığı haber için terör örgütü üyeliğinden dava açmak hiç zor değildir. Eğer susturmak istiyorsanız, o zaman, basınla ilgili hukuk hükümlerini değil, işte Terörle Mücadele Kanunu'nu uygularsınız, onu da terörist olarak tasnif edersiniz, uluslararası kuruluşlara da "Bakın, bunlar teröristtir. Aslında terör faaliyetlerinden yargılanıyorlar ama kendilerini gazeteci olarak gösteriyorlar..."
Hadi, onu geçtik, arka arkaya kapanan televizyonlar, baskı altında olduklarını arada bir de olsa itiraf eden yayın kuruluşları ve en son IMC televizyonunun TÜRKSAT'tan çıkarılması. Diyecekler ki: "Bununla Hükûmetin ne ilgisi var?" Bunu diyenlerin gerçekten samimi olmasını isterim; bilirler ki, evet, Hükûmetin doğrudan sorumluluğu vardır. Bu ortamı yaratan Hükûmetin kendisidir. Bir savcının bir yazısı üzerine, ticari bir kuruluş olmasına rağmen TÜRKSAT, televizyonları sırayla bir günde kendi yayın ağından çıkarabiliyor, TÜRKSAT'tan yayın yapma imkânı ortadan kaldırılabiliyor. Türkiye'de ulusal yayın yapma imkânı sadece TÜRKSAT'a üye olmakla mümkündür. Bunun dışında bir yayın imkânı olmadığına göre, oradan çıkardığınız anda sansürü ve basın özgürlüğüne baskıyı doğrudan doğruya gerçekleştirmiş oluyorsunuz.
Türkiye, İnsan Hakları İhlalleri Risk Endeksi'nde de aşırı risk grubunda yer alan 10 ülkenin ardından yüksek risk grubunda. Kimlerle yarışıyoruz İnsan Hakları İhlalleri Risk Endeksi'nde? Bakın, bizim hemen altımızda yer alan ülkelere yani hemen üstlerinde yer aldığımız ülkelere bakalım, onlar, Suriye, Sudan, Kongo, Pakistan, Somali, Afganistan, Irak, Myanmar, Yemen ve Nijerya. Şu an bunlarla yarışıyoruz. Tabii ki dileğimiz Türkiye'nin bundan sonraki endekslerde risk grubunda değil, insan haklarının güvence altında olduğu ülkeler grubunda yer almasıdır. Ama bu gidişle varacağımız yer, şimdi, biraz önce saydığım aşırı risk grubundaki ülkeler kategorisidir, yani Sudan'la, Suriye'yle, Yemen'le, Afganistan'la, Pakistan'la aynı grupta yer alacağız.
Değerli milletvekilleri, burada saydığım verilerin hepsinin yüzde yüz güvenilir yöntemlerle çalışan kuruluşların raporları olduğunu iddia edecek değilim ama burada çok çeşitli kuruluşlardan, on yıllardır, kimisi altmış yıldır, kimisi yetmiş, seksen yıldır bu çalışmaları yürüten kuruluşlardan çıkan raporlar. Akademide bunlarla ilgili yöntem açısından, başka açılardan da bazı tartışmalar yürütülür ama genel kabul gören bir nokta vardır: Buradan çıkan raporlar ülkelerin insani gelişme, basın özgürlüğü başta olmak üzere özgürlük, demokrasi açısından karnelerini belirlemede önemli bir fikir verici ölçüttürler yani bunlara bakarak fikir alabilirsiniz. Mesela bu raporlar 2000'li yıllarda ya da 1990'lı yıllarda, kendini muhalif olarak niteleyen muhafazakâr, hatta daha da liberal İslamcı kuruluşlar tarafından da kullanılmıştır, bu raporlara atıf yapılmıştır. Günümüze kadar da işine geldiğinde bu raporlara atıf yapar her kesimden araştırmacılar ve düşünce kuruluşları.
Bir ayna olması ihtimalini düşünerek bu raporları burada hatırlatıyorum. Türkiye özellikle 2016'nın ilk iki ayında sokağa çıkma yasakları dolayısıyla, bu endeksleri yapan kuruluşlar yanında, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yüksek Komiserliği başta olmak üzere üyesi olduğumuz kuruluşların, taraf olduğumuz sözleşmelerin organlarının raporlarında çok kötü ifadelerle yer almaktadır. Yine, Avrupa Birliği ilerleme raporunda da aynı eleştirilerin yer aldığını görmekteyiz.
Evet, bütçe, Hükûmete kamu harcamaları için yetki veren, Meclisin yetki verdiği bir kanundur. Bu yetkiyi niçin kullandığını denetlemek de Parlamentonun varlık nedenidir. Bu yetkiyi çıkardığınız anda Parlamento diye bir şey kalmaz.
Şunu sormak gerekiyor, bütün milletvekillerinin bunu sormasını özellikle istirham ediyorum: Bu para bizim hangi ihtiyaçlarımızı karşılamak için kullanılıyor? Verilen bu yetki demokrasimizi, insan haklarını, özgürlüklerimizi, hukukun üstünlüğünü daha da ilerletmek için kullanılmıyorsa bu paranın hakkı, halktan alınan vergilerin hakkı verilmemiş olur. Bu paranın başka işlere harcanması, silaha, TOMA'ya, hapishaneye, daha fazla baskı araçlarına harcanması bu hakkın istismarıdır. Bu halkın bu paraları kendisine baskı için harcanması hâlinde helal etmeyeceğini de mutlaka bildirmek isterim. Kim ki bu paralarla herhangi bir baskıya, bir şiddete maruz kalırsa, hakları, özgürlükleri gasbedilirse bu paraları size, onu kullanan kamu görevlilerine, Hükûmete haram edecektir. Helal harcama özgürlük içindir, insan onuru içindir, demokrasi içindir.
Bu duygularla hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)