| Konu: | Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına Grup Başkan Vekilleri İzmir Milletvekili Oktay Vural ve Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu'nun, kamu düzenini sağlamada görevlerini yürütemediği, PKK/KCK'nın faaliyetlerini engelleyemeyerek paralel devlet yapılanmasına zemin hazırladığı, rüşvet ve yolsuzluk soruşturmasını akamete uğratma girişimlerinde bulunduğu iddiasıyla İçişleri Bakanı Efkan Ala hakkında bir gensoru açılmasına ilişkin önergesi (11/45) |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 67 |
| Tarih: | 02.03.2015 |
HDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Teşekkür ediyorum Başkanım.
Sayın Başkanım, çok saygıdeğer milletvekilleri; hepinizi şahsım ve partim adına saygı ve sevgiyle selamlayarak İçişleri Bakanımız hakkında verilen gensoruyla ilgili partimizin düşüncelerini paylaşmak istiyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dünyanın yeniden şekillendiği, yeniden şekillenen dünyanın parçası olan Orta Doğu'nun stratejik savaşlar, beraberinde de vekâlet savaşlarıyla yeniden şekillendirme durumuyla karşı karşıya kaldığımız son beş yılı analiz edip incelemeye tabi tutmak, beraberinde de yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti devletinin serüvenini, dünden bugüne, bugünden yarına nasıl olması gerektiğini, bu manada da İçişleri Bakanlığı söz konusu olduğundan Türkiye'nin mevcut var olan idari, siyasi yapısına nasıl yaklaştığımızı ifade etmek istiyorum.
Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri; evet, dünya, ulus, üniter devletlerle tanıştığından bu yana artı değere el koyan küresel emperyal güçler tarafından her seferinde paylaşılmaya, bölüşülmeye muhtaç kılınmıştır. Gerekli gereksiz gerekçelerle başlatılan savaşlar, toplumsal, siyasal, ekolojik yıkımlarla, halklar kaosuyla karşı karşıya bıraktığı dünya savaşları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı ve bugün yaşanan da yine bir paylaşım savaşı, dünyanın üçüncü paylaşım savaşı. Bu paylaşım savaşını doğru okumadan, beraberinde küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni dinamikler nezdinde pozisyon alamadan sadece ve tek başına reflekslerle karşı çıkmak bizi rutinin tekrar edildiği ve rutinin tekrarına dayalı tartışmalara mahkûm olan bir yasama faaliyetiyle karşı karşıya bıraktıracaktır ki Meclisin ruhuna da, Türkiye halklarının, ezilenlerin, yönetilenlerin beklentilerine de cevap olamayacağız.
Birinci Dünya Savaşı'nın yol açtığı tehlikelerin hemen ardından parçalanan, bölünen ve paylaşılan Osmanlı İmparatorluğu, beraberinde idari, siyasi manada burjuva demokrasisiyle, burjuva demokratik devrimiyle buluşamadığından kurucu irade olan asker bürokrasisinin yol açtığı ve bu manada da tekçiliğin, katı merkeziyetçiliğin esas alındığı devlet ve o devletin yol açtığı zihniyetin bugün yaşanan parametrelerinin, sıkıntılarının, problemlerinin tartışıldığı bir Meclise şahitlik ediyoruz. Kurucu Meclis her şeyden önce bürokrat olunca, asker olunca, algı; düşman ile dost, mavi kuvvetler ile kırmızı kuvvetler ayrımına giderek her şeyi ama her şeyi bu karşıtlık üzerine biçimlendiren, şekillendiren bir algıyla yaklaşmıştır. Sorun mu var, problem mi var, aşılamayan siyasal, sosyal, kültürel problemlerimiz mi var? Onları kaşıdığını iddia ederek bir dış düşmana havale ettiğimiz, içeride de o dış düşmanların uzantısı olduğunu söylediğimiz bir kısım yapıların, kurumların, siyasal aktörlerin arkasına gizlenerek halka da bu dış düşmanlıktan hareketle ihanet ya da vatan hainliği yaftası sıfatını yapıştırarak halktan özgürlüklerini, barışını ve haklarını almayı yüz yıldır başardık, becerdik. Halklar sussun, kimliğinden, kültüründen, dilinden, özgürlüğünden, barışından mahrum kalsın diye; korksun, sinsin, sadece ve tek başına şiddetten değil, polisten, kolluk kuvvetinden değil, aynı zamanda o sıfattan, yakıştırılan sıfattan korktuğundan oraya yakıştırmadığından kendiliğinden susmuştur, suskunlukları oynamıştır, hâlâ da oynuyor. Yüz yıldır merkezî devletin çevreyle ilişkisini demokratik noktada çözememesinden, yüz yıldır devletin dinle ilişkisini demokratik ve katılımcı anlayışla çözememesinden, yüz yıldır merkezî devletin tekçi yapısıyla kimlik ve kültürler arasındaki sorunu çözememesinden kaynaklı, devasa, karşısında zaman zaman ürktüğümüz, korktuğumuz, geri adım attığımız sorunlarımız var. Etnik kimlik temelli sorunumuz var, kültürel, inançsal temelli sorunlarımız var, sınıfsal temelli sorunlarımız var, cinsî temelli sorunlarımız var. Kadın-erkek çatışması, çelişkisi, günde birkaç tane kadının katliamlara ve cinayetlere kurban edildiği gerçeğiyle hâlâ yüzleşmiş, bu yönüyle de kadın katliamlarının önüne geçmeyi başarabilmiş değiliz. Hâlâ çocuk katliamlarının, cinayetlerinin önüne geçebilmiş değiliz. Düşününüz ki AKP'nin on iki yıllık iktidarı boyunca polis kurşunlarıyla katledilen 255 çocuk. Bu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın rakamıdır ama bağımsız bir kısım sivil toplum örgütleri bunun 477 civarında olduğunu iddia etmektedir. Keza, Alevilerden Gezi'de 8 civarında vatandaşın katledilmiş olması, Kürtlerin her demokratik kalkışmasının, her hak arayışı mücadelesinin gazla, copla, kurşunla sonuçlanmış olması; onlarca, yüzlerce, binlerce sivilin katledilmiş olması işte bu yüz yıllık refleksin sonucudur. Hâlâ devlet Kürt'ünden Türk'üne, Arap'ından Çerkez'ine, Alevi'sinden Sünni'sine herkesi eşit, özgür vatandaş görmüyor, görmek istemiyor; ötekileştiriyor, iradesini kırıyor, asimilasyonist politikalara tabi tutarak Kürt'ü Türk'leştirmenin, Alevi'yi Sünni'leştirmenin politikalarıyla bu ülkede insanların haklarını gasbediyor, etmeye devam ediyor. Hak isteyen düşmanlaştırılıyor. Hak ve talep mücadelesini veren -emekçisinden çalışanına- insanların grev hakkını gasbediyor. Bu konudaki bir kısım özlük haklarını, emek sömürüsüne itirazlarını görmezlikten geldiğiyle kalmıyor, her yerde şiddet, her yerde baskı, her yerde zulüm. Bu, son dönemlerde daha da çoğaldı. Stratejik çıkarlarını, politik ve ekonomik çıkarlarını Orta Doğu halklarına dayatan küresel emperyal güçler, düşününüz ki dört yıldır yanı başımızda Suriye savaşıyla Kürt'ü Arap'a, Arap'ı Türkmen'e, Sünni'yi Alevi'ye, Alevi'yi Sünni'ye karşı konumlandırarak stratejik vekâlet savaşlarıyla kendilerine yeni alanlar, yeni stratejik hedefler çizmektedirler. Dört yıldır bitip tükenmeyen toplumsal ve siyasal yıkımlarla, ekolojik yıkımlarla bizi karşı karşıya bıraktıran bu sorun yanı başımızda Rojava'da, Kobani'de üç yılı aşkın bir zamandır sürüyor. Üç yıldır bahçesinin içini temizleyemeyenin dışarıdaki uluslararası politikasının da tutarlı olmayacağından hareketle, Rojava Kürt'üne nasıl yaklaşacağını bilememenin, bu çelişkiyi derinliğine yaşıyor olmasının ikircikli, kendine göreci yaklaşımı neticesinde Türkiye uluslararası ilişkilerde derin yalnızlığı yaşıyor; içeride de vatandaşıyla barışık bir ortamı sağlayamamanın açmazlarını, çelişkilerini, çatışmalarını yaşıyor.
Düşününüz, 3 Ocak 2013'te başlatılan demokratik çözüm sürecinin iradesinin arkasında duran güçlü bir halk desteği vardı. Hâlâ da var olduğuna inandığımız bu halk desteği o gün itibarıyla sahiplenilmiş olsaydı, bu sahiplenmeye bağlı olarak onurlu bir barışa, nitelikli bir müzakereye fırsat verilmiş olsaydı, bugüne kadar, iki yılı aşkın bir zamandır kaybettiğimiz canlar kaybedilmemiş, onlar da aramızda yaşamaya devam ediyor olacaklardı. Ama devleti biriktirmenin, iktidarı ve sermayeyi biriktirmenin aracısı durumuna gelen hükûmetler halka yabancılaştığından halka rağmen, topluma rağmen devleti esas alan politikalarından dolayı halkı kaybediyor, halkları kaybediyor. Bunu 6-7-8 Ekim tarihlerinde, 2014'ün Ekim aylarının başında sıkça gördük. Bir hükûmet düşününüz ki, 3 Ocak 2013'te demokratik çözümden yana olduğunu söylemiş olacak, demokratik çözümün nitelikli bir müzakereye evrilmesi açısından Meclisi devreye koyması gerekirken, şeffaf, açık, aleni, sürecin demokratik kamuoyu tarafından yürütülebilen, denetlenebilen bir noktaya taşınması gerekirken ikircikli davranmıştır, kendine göre davranmıştır, keyfî yaklaşmıştır. Keyfî yaklaşmakla kalmamıştır, vekâlet savaşının yanı başımızda sürüyor olmasına yeri geldiğinde sessiz kalmış, yeri geldiğinde vekâlet savaşını yürütenlerden medet ummuştur. El Kaide, El Nusra'dan umudunu kesince, son iki yıldır gündemimize ve güncelimize gelen DAİŞ ve IŞİD çeteleriyle âdeta danışıklı dövüş değilse bile bir kısım vahşi, kirli savaş yürütücülerinin uygulamalarına, pratikteki vahşi savaş pratiğine sessiz kalınmıştır. Ama insani yardımı ulaştırmak isteyen, el uzatmak isteyen ve insani değerlerin düşürülmemesi adına bir gayretin çabası içerisinde olan başta Kürtler olmak üzere bütün demokratik kamuoyu bu konuda el ve yüreğini ortaya koymuştur. Ortaya konulan el, ortaya konulan yürek ters tepmiş, yeri geldiğinde Suruç'ta, Ceylânpınar'da ya da sınır hattı boyunca Nusaybin'de, Cizre'de yine kurşunlar sıkılmış, gaz, cop, basınçlı suyla kitleler yıldırılmış, kitlelerin üzerine hükümranlık kuran güvenlik güçleri Cizre'de en son ocak ayı dâhil olmak üzere 8 çocuğun ölümüyle sonuçlanan olaylarla karşı karşıya kalmıştır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; küreselleşmenin bu vekâlet savaşlarını yürütüyor olmasını anlamamız gerekiyor. Askeri yok, askerin yanı sıra savaş aygıtları, araçlarıyla ortada gözükmeyen ama halkların bir kısım açmazlarını, çelişkilerini fırsata dönüştürerek onlar üzerinden vekâlet savaşlarını yürüten küresel emperyal güçlerin oyununa gelmemenin kestirme yolu var. Bilinen en kestirme, en zararsız, en risksiz yol. Bu yol demokratikleşmedir. Bugüne kadar çözemediğimiz etnik temelli, kültürel temelli, inançsal temelli, emek temelli ya da sınıflara dayalı problemlerimizi çözebiliriz ama tek şart var; oligarşik, bürokratik devlet mekanizması yerine demokratik bir devleti, demokratikleşmeye açık bir devleti, demokrasiye açık bir devleti yerine getirdiğimizde, harekete geçirdiğimizde bizim yüz yıldır kanayan yaralarımızı tedavi edip iyileştirebilmemizin koşulları da olanakları da vardır. Ama yüz yıldır iyileştirme çabası ve gayretini göstermediğimiz gibi, kanayan yaramızı her gün kaşıyarak yeniden kanamaya ve kanatmaya devam ettiğimizde de vallahi de billahi de emeği de, kaynağı da biz israf ederiz, israfın üzerine yeni ölüm savaşlarının tacirliğine alet olmaktan da başka iş görmeyiz.
Düşününüz ki kırk yıldır 60 binin üzerinde insan ölmüş, kırk yıldır 2 trilyon harcama yapılmış. 2 trilyonluk askerî harcama bugün eğitimimize, sağlığımıza seferber edilmiş olsaydı, 2 trilyon kaynağımız bugün çalışanların asgari ücrete bin liranın altında bir rakama mahkûm kılınmış olması yerine onların yoksulluk sınırı düzeyinde maaş almalarının yolunu açmış olabilirdik. Bugün 2 trilyonu savaşa, ölüm ve öldürmeyi kusan makinelere harcıyor olacağımıza bugün emeklilerimize, çalışanlarımıza vermiş olsaydık bu müreffeh, huzur ve zenginlik içerisindeki toplumun kime ne zararı olabilirdi? Biz kendi kendimize yapıyoruz; ayrıştırıyoruz, karşıtlaştırıyoruz, ötekileştiriyoruz, düşmanlaştırma politikalarından nemalanıyoruz. Bunu birileri yapabilir, sokaktaki Ahmet amca, Ayşe teyze yapabilir ama demokratik siyasete inanan, demokratik siyasetin gereği olarak halktan vekâleti alan biz milletvekillerinin, siyasi partilerin aktörlerinin farklı ve daha ileri düşünmesi gerekiyor. Biz, sıradan insan gibi düşüneceksek, onun refleksleri ve tepkileriyle soruna yaklaşıp ölme-öldürme üzerine, düşman- dost güçler üzerine kendimizi konumlandırdığımızda yüz yıldır katedemediğimizin bir benzerini bir yüz yıl sonrasına ertelemiş olmanın vicdani muhasebesini yapmak durumundayız. O nedenle, demokratik siyaset herkese lazım. Savaş yıkımdır, ölümdür, yoksulluktur, açlıktır, sefalettir, gözyaşıdır, kandır. Ama barış özgürlüktür, yaşamdır, yeni yaşama tutunmaktır, özgürlükten yana olmaktır, müreffeh, zengin ve mutlu bir toplum demektir. O nedenle, demokratik siyaseti devreye koymak, demokratik siyaset üzerinden birikmiş olan tarihsel sorunlarımızı çözmemiz gerekiyor. İçişleri Bakanlığının da, Hükûmetin de bu anlayışla yaklaşması gerekiyor. Söz konusu olan "Güvenlik mi, özgürlük mü?" ikilemi, söz konusu olan "Demokrasi mi, otoriterizm mi?", söz konusu olan "Savaş mı, barış mı?" sorularına cevabımız barıştan, özgürlükten, demokrasiden yana olmaktır. Ötekileri kaybettirmiştir, kaybettirmeye devam eder.
Kürt'ün Türk'le barışması yüzyılın adımıdır. Kürt'ün Türk'le ortaklaşması geleceğimizin ortak vatanında barış içerisinde yaşamamızın en temel güvencesidir. Alevi'nin Sünni'yle, Hristiyan'ın İslam'la buluşması, ortaklaşması bu ülkenin çoklu kimliğine, çoklu kültürüne denk düşen günümüz demokrasisinin, 21'inci yüzyıl demokrasisinin tek çözüm parametresidir. Artık kimlikler, inançlar, kültürler binlerce, on binlerce yıllık insanlık değerlerinin ortak mirası olarak bizim sahiplenmemizi bekliyor. Süryani'ye, Ermeni'ye, İslam'a, Hristiyan'a, Arap'a, Kürt'e, Türk'e, ezilene, yoksula, emekçiye bir gözle bakmadığımızda, onların da bizim kadar haklarının olduğu bilinciyle hareket etmediğimizde, bir düşmana ihtiyaç duyuyor olmaktan kaynaklı devletin güvenlik politikalarına sığındığımızda ölümlerin sonu gelmez, gözyaşı dinmez, analar da ağlamaya devam eder. Samimiysek annelerin ağlamamasında, samimiysek gözyaşının dinmesinde, savaşın ölüm kusan makineleri yerine özgürlüğün seslendiği, barış çığlıklarının ve şarkılarının yükseldiği bir ülke istiyorsak dündeki bütün argümanlarımızı, dilimizi ve yaftalanmış ötekileştirilmiş sıfatlarımızı bir yana bırakacağız. Güvenlik politikalarından medet ummak yerine, 1 milyona yakın askeriyle NATO'nun 2'nci askerî gücü olmakla övünmek yerine, demokrasimizle, barışımızla, özgürlüğümüzle övünmeliyiz. Bizim, Avrupa'da en nicel polis gücüyle övüneceğimize, var olan polis gücüyle yetinmeyip yeni polisler, yeni imamlar istihdam edeceğimize, öğretmene, doktora, mühendise, entelektüel birikimi olan aydına, aydınlanmacı bir ülkeye ihtiyacımız var.
Bu ülke hepimizin. Bu ülkede barış içerisinde, bir arada yaşamak isteyen çiçeğe de, ota da, kuşa da, insana da ihtiyacımız var. İnsanın rengi, dili, kimliği, inancı, düşüncesi sorgulanmaksızın herkesin ama herkesin bir cumhurbaşkanı kadar, bir başbakan kadar, bir bakan kadar, bir milletvekili kadar hakkı var. Düşüncenin önünü açalım. İnsanlar düşünceleri ve fikirleriyle istedikleri gibi düşünebilmeli, düşündüklerini örgütleyebilmeli, örgütlendiği yapılarla halka dokunabilmeli. O nedenle de biz diyoruz ki: Demokratik siyasetin öne çıkacağı günümüz Türkiye'sinde İçişleri Bakanlığından başlayarak, biz, belediyelere, yerel yönetimlere idari, mali özerkliği vererek, Avrupa Konseyi Bölgesel, Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'ndaki çekinceleri kaldırarak öncelikle belediyelerimizin, yerel yönetimlerimizin önünü açmalıyız. Yetinmeyeceğiz. Türkiye'nin sulak havzalarında yaşamını binlerce yıl sürdüren kadim medeniyetlerin izlerine, ekolojinin ayak izlerine, toprak ananın haklarına saygılı olma temelinde, saygıyı esirgemeden harekete geçirerek bölgesel yönetimlerle, bu ülkede, kimlikler, inançlar, kültürler, düşünceler kendisini Meclisinde, yönetiminde ve bütçesinde temsil edebilme, yönetebilme hakkına sahip olabilmeli.
Değerli Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; birinin bizimle yönetimi paylaşıyor olmasından, birinin bu Mecliste söz ve yetki sahibi olmasından, birinin bütçenin hazırlanması, yürütülmesi ve karar süreçlerine katılmasından korkmayalım, ürkmeyelim; onun da bizim kadar hakkı var. O hakkı sonuna kadar kullanmanın önünü açtığımızda demokratik siyasete yol açmış oluruz, demokratikleşen devletin, demokratikleşen ülkenin demokratik siyaset aracılığıyla eşit, özgür vatandaşa ulaşmasının yolunu sağlamış oluruz.
Bu duygularla bir kez daha hepinizi saygı ve sevgiyle selamlarken bu gensoruyla ilgili düşüncelerimi paylaşmama fırsat verdiğiniz için teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)