GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile İsveç Krallığı Hükümeti Arasında Çevre Teknolojileri Alanında Ticaret, Yatırım ve İşbirliğinin Geliştirilmesine İlişkin Mutabakat Zaptının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı
Yasama Yılı:5
Birleşim:53
Tarih:10.02.2015

HDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Teşekkürler Sayın Başkanım.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sizleri Halkların Demokratik Partisi adına saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Türkiye Cumhuriyeti devleti ile İsveç Krallığı'nın teknoloji, çevre, bilim, eğitim, sağlık, kültür, sanat ve benzeri konular üzerindeki iş birliğine dair kanun teklifi üzerine söz almış bulunuyorum.

Evet, ülkenin ülkeyle, bölgenin bölgeyle, kıtaların kıtalarla, devletlerin devletlerle ilişkileri günümüz küreselleşmesinin açığa çıkardığı dinamiklerinin ortaklaştırılması açısından olmazsa olmazdır; insani ilişkilerin doğal demokratik noktada sürmesi de arzulanandır. Ancak görünen ve yaşanan, doğal ve demokratik ilişki yerine egemenlikçi, iktidarcı zihniyetlerin sürdürülebilirliğine hizmet ettiğinden, bu ilişkiler iktidar biriktiren, sermaye biriktiren, buna karşın da açlığı, yoksulluğu, yoksunlukları da üreten bir ilişkiye dönüştüğünden kaynaklı da rahatsızlık duyduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu nedenle, devletin devletle ilişkileri yerine halkların halklarla, halklar demokrasisi çerçevesinde yan yana gelmesi, ilişki içerisinde olması olması gerekendir. Hele hele söz konusu olan İskandinav bölgesi ülkelerinden İsveç'se bu ilişkiyi önemseyen bir noktadan da yaklaştığımızda alacağımız, bu manada da etkileneceğimiz önemli temel gelişmeleri de paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce iki yüz yıllık ulus devletin asimilasyonist, inkârcı ve imhacı siyasetine karşın demokratik katılımcı anlayışla halkların ve farklılıkların barış içerisinde bir arada nasıl yaşayabileceğine dair bize önemli ipuçlarını veren bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülke, ekosistemin sürdürülebilirliğine hizmet eden, çevre ve çevre teknolojisi duyarlılığına sahip bir ülkedir. Bu ülke, insanlığın binlerce yıllık kadim kültürel birikimlerine, dillerine, sanatına, edebiyatına, etnik ya da cinsî kimliklerine de saygılı olan bir ülkedir. Ama "Ülkemiz bu vasıflara, bu niteliklere uygun düşebilecek bir partner midir?" diye de insan sorgulamak ve sormak ister. Her şeyden önce, AKP iktidarının 13'üncü yılında bulunduğu dönem süresi içerisinde her zaman dile getirdiği ama yapmaktan imtina edinerek yeniden umut vadeden noktada bulunuyor olması da... Bu paradoksun, bu ironinin bir kez daha deşifre edilmesinde ben yarar görüyorum.

"Yeni Türkiye" söylemiyle insanlara vadettiğinden anlaşılması gereken barış iken, özgürlük iken; adil ve eşitlikçi bir toplum içerisinde dili, dini, ırkı, mezhebi, inancı, cinsi ve düşüncesi ne olursa olsun herkesin eşit, özgür vatandaş olma hakkından kazandığı anayasal haklara tabi olduğu bir ülke özlemi olması gerekirken, AKP'nin anladığı, on üç yıllık iktidar birikiminin üzerinden hegemonyadır; egemenlikçi, iktidarcı sistemdir; asimilasyondur, inkârdır, çatışmadır, bu manada da iktidara ve sermayeye giden yoldur ama emeğin, emekçinin, yoksulun ve ezilenin de mağduriyetinin had safhada yaşanacağı bir ülkedir. Biz işte bu özleme, bu söyleme itiraz ediyoruz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; günümüz demokrasisinin diyaloğa açık, günümüz demokrasisinin siyasal, sosyal, ekonomik, demokratik her türlü sorununu tartıştığı, ortaklaştığı, barış ve özgürlüğe giden yolda da beraberce aynı hedefe kilitlenmesi gereken bir demokratik normaliteye karşın, ülkenin haklarıyla ve vatandaşlarıyla çatışmalı olduğu bir gerçeği hatırlatmak istiyorum. Bugün itibarıyla gündeme geleceği bir kez daha vadedilmiş ama görünen o ki yeniden erteleme durumuyla karşı karşıya kalınan iç güvenlik paketinden de anlaşılması gereken budur. Yeni Türkiye olacaksa, bu yeniden anlaşılması gerekenin demokrasi, barış ve özgürlük olması gerekirken, yasakçı, kanuni devlet olmadan ileri gelen hükümranlıkla yetinmeyen AKP ve iktidarı, yeni hak gaspları, yeni ve kanuni düzenlemelerle özgürlüklerimize de, barışımıza da göz dikmiş bulunmaktadır. Her şeyden önce, toplumun kendi dinamikleriyle kendi kendisini yönetebilmesinin olanak ve imkânları varken, bu olanak ve imkânların topluma verilmesi gerekirken, toplumu bu olanaklardan yoksun bırakmak, ona rağmen de onu yönetmek adına kanunun zapturaptı altında tutarak, baskılayarak, asimilasyonist, inkârcı politikalarla yönetmeye kalkışmak insani değil, vicdani değil, hele hele demokrasiyle bağdaşmaz.

Demokrasi sadece iktidarın olduğu bir rejim değildir. Öteki rejimlerde belki iktidar sadece tek başına anlamlıdır ama demokrasiyi demokrasi yapan, iktidarın alternatifi olan, iktidara rağmen de varlığını öz gücüne dayanarak toplumsal, siyasal anlamda kendisini besleyen muhalefetin varlığıdır. Bu nedenle, demokratik katılımcılık, iktidarı eline geçirmişin muhalefeti yok sayan, inkâr eden, baskılayan anlayışıyla bağdaşmaz, çelişir. Muhalefeti haklarıyla bir kabul eden, haklarıyla onu yasal ve anayasal güvenceye kavuşturan bir noktadan yaklaşılan rejimler demokratik rejimlerdir. Bu manada, AKP'nin on üç yıllık iktidarında farklı düşünceye, farklı siyasal söyleme ya da biat etmeyen, iradeye teslim olmayan kişiye karşın orantısız güç kullanmaktan başlayıp kanuni mağduriyetlerden, yasal soruşturmalardan hatta yeri geldiğinde polisiye senaryolar ve operasyonlarla irade kırmaya varıncaya kadar her türlü yol, yöntem denendi, deneniyor. Bu yol, yöntemlerin denenmesinde ısrar ediyor olmasına rağmen on üç yıldır hâlâ özgürlük, hâlâ çözüm, hâlâ barış gelmemişse iktidarda bulunanın herkesten çok kendisine dönüp kendi kendisini sorgulaması, öz eleştiriye tabi tutması gerekiyor ama öz eleştiri nerede?

Toplumun kadük kalmış yetersiz özgürlüklerine bile göz dikmek neredeyse temel alışkanlık hâline gelmiştir. Zaten otuz üç yıldır askerî faşist diktatörlüğünün anayasası ve onun yol açtığı kanun devleti hükümranlığıyla yeterince mağduriyet yaşamamışız gibi yeni mağduriyetlere yol açan yeni kanun düzenlemeleri, yasal düzenlemeler demokratik hukuk devletiyle bağdaşmaz. Bu manada da AKP'nin öncelikle 3 Ocak 2013'te Kürt halk önderi Sayın Abdullah Öcalan'la başlattığı demokratik çözüm sürecinde nitelikli adımlar atacağına, bu nitelikli adımlara uygun düzeyde yeni yol arayışları, yeni beklentileri ve talepleri karşılayacağına, durumu idare eden, zamana yayan, bu manada da beklentileri de artık umutsuz bir vakaya dönüştüren anlayıştan, zihniyetten kurtulması gerekiyor.

Biz, evet, barış içerisinde bir arada yaşamak istiyoruz. Demokratik ortak vatanda Kürt'ünden Türk'üne, Laz'ından Çerkez'ine, Alevi'sinden Sünni'sine, İslam'ından Hristiyan'ına, kadınından erkeğine, gencinden yaşlısına herkesin kendi kimliği, siyasal düşüncesi, inancı ve fikriyle eşit, özgür vatandaş olabildikleri demokratik ortak vatanda yaşamak istiyoruz. Bu bir Kürt olarak Demir Çelik'in olduğu kadar bir Türk olarak Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın da hakkıdır; bir Alevi olarak Demir Çelik'in hakkı olduğu gibi bir Sünni olarak Sayın Altan Tan'ın da hakkıdır. Bu hak birine varken diğerine yok sayılıyorsa, bu hak birileri için kutsal bir değerken diğerlerinin asimilasyonist ve egemenlikçi zihniyete öykünmesinin, benzeştirilmesinin aracı durumuna geliyorsa, bu rejimin adı demokrasi değildir. Bu manada, milyonlarca Kürt'ün ana dilde eğitim alması, milyonlarca Kürt'ün kendi kültürünü özgürce yaşaması, milyonlarca Alevi'nin kendi ibadethanesinde ibadetini, inancını layıkıyla yerine getirmesi, İslam'ın, Hristiyan'ın kendi inancını özgürce yerine getirmesi demokratik hukuk devletidir.

İşte, ilişkiyi öngördüğümüz -bugün kanuni çerçeveye kavuşturacağımız- İsveç Krallığı, tam da söylediğimiz bu özgünlüklere ve özelliklere sahip bir ülkedir. İsveç, 5 Türk evladının ya da 5 Kürt evladının babaları tarafından ana dilinde eğitim talebi dile getirildiğinde, ana dilinde eğitim görme hakkına kavuşturuldukları ülkedir. Biz, bırakın 5 kişiyi, 5 bin kişiyi, 5 milyon kişiyi, 20 milyon civarındaki Kürt'ü, onun çocuklarını ana dilinden yoksun bırakarak, ana dili eğitiminin önündeki engelleri çoğaltarak ama yüz yıldır her türlü ısrarımıza ve inadımıza rağmen de Türkleştiremediğimiz gerçeğimize rağmen bu yanlışlıkta ısrar ediyoruz. Aynı ısrarımızla, otuz üç yıldır faşist Anayasa'nın yol açtığı antidemokratik kanunlarla, Kürt'ü, Alevi'yi, ötekiyi ve farklı düşüneni de siyaset dışında, demokratik siyasetin dışında tutmaya çalışıyoruz. Yüzde 10 seçim barajı gibi antidemokratik, insani olmayan ve bu manada farklı düşünceleri, farklı inançları, kimlikleri ve kültürleri dışarıda tutmak isteyen anlayış, iktidara her kim geldiyse, dönem olmuştur partilerin isimleri, partilerin koalisyon bileşenleri değişmiş olmasına rağmen hiç kimse ama hiç kimse yüzde 10 seçim barajını kaldırmayı düşünmemiştir. Çünkü, yüzde 10 seçim barajıyla farklılıkların, çeşitliliklerin, farklı düşüncelerin önü engellenerek iktidarlarına yol açmıştır. İktidarlarına yol açan bu seçim barajının arkasına sığınarak da istikrarlı yönetimlerin olmasının gerekçesini bizlere pazarlamışlardır. Toplumsal ve siyasal istikrar isteniyorsa, toplumsal ve siyasal istikrar arzulanıyorsa toplumun çoklu kimliği, çoklu kültürüne dayalı, çokluğun ve çeşitliliğin fonksiyonu olduğu gerçeğinden hareketle her kimliğin, her düşüncenin ve her fikrin kendisini demokratik meşru zeminde ifade edecekleri olanaklara kavuşmasını sağlamaktır. İstikrar ancak ve bu şekliyle sağlanabilir. Bunu sağlayamadığı içindir ki AKP, on iki yıldır, Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözümü konusunda kendisine verilen krediyi, sağlanan olanakları ve imkânları heba etmiştir. Hiçbir partiye on iki yıl boyunca "sayısal çoğunluk" adı altında 300'ün üzerinde bir milletvekili temsiliyeti olanağı sağlanmamışken, bunu on iki yıldır her seçimde başarısının arkasında kalıp övünmenin de gerekçesi yapan AKP, Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözümünü de Alevilerin zorunlu din dersine katılması sorununu da cemevinin ibadethane sayılıp sayılmamasından kaynaklı ucubeyi de kaldırmış değildir.

Ben bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ayıptır, günahtır, yazıktır. Bugün insanlarımız açlık, yoksullukla cebelleşiyorken, bugün insanlarımız işsizlik ve yoksulluğun cenderesi altında eziliyorken, düşüncesinden ve fikrinden dolayı yok sayılmakla kalmayıp öldürülme riskiyle karşı karşıya kalıyorsa, onları yaşatmanın, onları barışa kavuşturmanın yerine savaş ve savaş argümanları yöntemleriyle kırılmalarına, toplumsal, siyasal, ekolojik yıkımlara maruz kalmalarına göz yumuyorsak bunun demokratik siyasetle alakası yok. Demokratik siyaset iktidara, devlete ve egemenlikçi sınıfa yaranan ve yaranması gereken siyaset değildir. Demokratik siyaset mazlumdan ve mağdurdan yana olunması gereken bir siyasettir. Demokratik siyaset ezilenden, yoksuldan, emekten ve emeğiyle geçinenden yana olmak durumundadır. Demokratik siyaset ötekileştirilenlerin, asimilasyonist politikalara tabi tutulanların haklarının yanında, onun savunucusu olmak demektir. Demokratik siyaseti biz harekete geçirmediğimiz ve demokratik katılımcı anlayışımızdan ötekilerine fırsat vermediğimiz için, tekçi, katı merkeziyetçi devlet zihniyetinde ısrar ettiğimiz için de Kürt sorununu çözemiyoruz, Alevi sorununu çözemiyoruz, emek sorununu çözemiyoruz.

Bugün, Soma'da 301 kardeşini, 301 emekçi yoldaşını kaybeden binlerce insan işini aşını kaybettiğinden dolayı Meclis kapısına dayanmıştı. Soma'yla ilgili bir şey yapmamışken Ermenek, aynı zamanda tarım işçilerinin kazaları, iş cinayetleri, katliamlarıyla karşı karşıya kalan ülkenin bunlarla yüzleşmesi, bu manada tedbirlerini alması, bu tedbirlerden hareketle insanın yaşatılması yönünde bir duyarlılık göstermesi gerekirken hâlâ yerimizde sayıyoruz. Yerimizde sayıyor olmakla kalmıyoruz, yeni kanunlar, yeni yasama faaliyetleriyle de olanları da gasbetmeye, olanları da ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.

Bakın, hemen yanı başımızda savaş var, küresel emperyal güçlerin vekâlet savaşları var. Onların jeostratejik, jeopolitik, jeoekonomik çıkarları için vekâlet savaşlarını yürüten taşeron örgütlerin toplumsal, ekolojik, siyasal yıkım savaşları devam ediyor. Bu yıkım savaşlarında, Kobani'de insanlık değerlerini sahiplenen YPG/YPJ güçlerinin yanında kalmak ayıp değildi, vicdaniydi. Ondan bile kendimizi esirgemişken, savaşa karşı barış ve barışın bayraktarlığını yapanların yanında olmak gerekirken biz ne yaptık? Göz yumduk, duymazlıktan, görmezlikten geldik ama bir gün, göz yumduğumuz, görmezlikten, duymazlıktan geldiğimiz savaşın da kapımızı çalacağı gerçeğini hatırlatıyor olmamıza rağmen bu ısrarda, bu yanlışın ısrarında bulunmaya da devam ettik. Fakat, görünen o ki tarihin her döneminde olduğu gibi, hiçbir zalim nasıl ki mazlumun haklarının üzerinde yaşamını sonsuza kadar yürütememişse, günümüzün küresel emperyal güçleri, egemenlikçi, iktidarcı sistemden beslenenler de mağdur ve mazlumun haklarının gasbı üzerinde ömrübillah varlıklarını sürdüremezler. Her zaman olduğu gibi bugün de, yarın da, gelecekte de kazanan haklı olandır, kazanan mazlum olandır. Mazlum olan da ötekisinin malında, canında, namusunda; haklı olan da ötekisinin toprağında da, emeğinde de gözü olmayandır. Onlar da, bu manada, küresel demokrasinin bileşenleri olarak, küresel emperyal kuşatmaya, hegemonik güce karşı kendi demokratik anlayışlarını, insani değerlerini sahiplenen ortaklaşmacı bir anlayışla hareket ettiklerinde, güç ne olursa olsun, kimin elinde olursa olsun, Allah'ın izniyle kazanmanın her türlü hakkına sahip olduklarından dolayı kazanacaklardır. Buna olan inancımla, bizim, İsveç Krallığı'yla başlatacağımız diplomasi sadece ve tek başına güç biriktiren, iktidar biriktiren anlayıştan değil, İsveç'in vardığı ve ulaştığı demokrasiyi içselleştiren, halkımıza ve halklarımıza da kazandıran bir anlayışla bu kanuni çerçeveye yaklaşmamız gerektiğini hatırlatıyor, saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)