GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Başbakanlığın, Türk Silahlı Kuvvetleri deniz unsurlarının, korsanlık/deniz haydutluğu ve silahlı soygun eylemleriyle mücadele amacıyla yürütülen uluslararası çabalara destek vermek üzere, gereği, kapsamı, zamanı ve süresi Hükûmetçe belirlenecek şekilde Aden Körfezi, Somali karasuları ve açıkları, Arap Denizi ve mücavir bölgelerde görevlendirilmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Hükûmet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için Türkiye Büyük Millet Meclisinin 10/2/2009 tarihli ve 934 sayılı Kararı'yla Hükûmete verilen ve 2/2/2010, 7/2/2011, 25/1/2012, 5/2/2013 ve 16/1/2014 tarihli 956, 984, 1008, 1031 ve 1054 sayılı Kararlarıyla birer yıl uzatılan izin süresinin Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca 10/2/2015 tarihinden itibaren bir yıl daha uzatılmasına ilişkin tezkeresi (3/1690)
Yasama Yılı:5
Birleşim:50
Tarih:03.02.2015

OSMAN FARUK LOĞOĞLU (Adana) - Sayın Başkan, teşekkür ediyorum. Değerli arkadaşlar, sizlere de saygılar sunuyorum.

Tezkere konusunda Cumhuriyet Halk Partisinin olumlu yaklaşımı biraz önce grubumuz adına konuşan Sayın Osman Korutürk tarafından açıklandı. O konuya tekrar ayrıntılı olarak girmeyeceğim fakat şunu söylemek isterim: Türkiye'nin Aden Körfezi ve mücavir bölgelerde korsanlık ve deniz haydutluğuyla mücadele etmesine hiçbir itirazımız yoktur. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda görev yapan bu güce katılmamız Türkiye'nin geleneksel dış politikası çerçevesinde uygun bir davranıştır. Ancak, burada bir hatırlatmada bulunmak isterim; elbette haydutlukla, korsanlıkla mücadele edilsin fakat Somali halkının, Somalili denizcilerin, Somalili balıkçıların, onların da haklarının korunması için Türkiye'nin bir başka cephede de girişimde bulunması herhâlde gerekir diye düşünüyorum ve bunun yapılmasının doğru olacağını düşünüyorum.

Biz, Cumhuriyet Halk Partisi olarak korsanlık, haydutluk ve kanun dışılıkla her yerde mücadele edilmesinden yanayız. Ancak, uzaklarda korsanlıkla mücadele eden Türkiye'nin iktidardaki Hükûmeti eğer daha yakın bölgelerde komşularına ve dostlarına karşı korsanlığı anımsatan politikalar izliyor ise buna da şiddetle itirazımız vardır. Çünkü, Türkiye'nin bugün bölgesinde izlediği politikalar, maalesef, sorumlulukla bağdaşmayan, uluslararası hukukla bağdaşmayan, iyi komşuluk ilişkileriyle bağdaşmayan politikalardır. Bunların da birkaç örneğine, kısaca, bana ayrılan sürede değinmek istiyorum.

Bir grup sözcüsü, hakikaten, tezkerenin gerekçesinde yer alan bir iki ifadeye dikkat çekti, ben de o konuya bir iki cümleyle değinmek istiyorum. Bölgesel ölçekte oynadığımız rol ve görüntümüzü pekiştirmek amacıyla bu yetki isteniyor. Biz, öteden beri, hakkında 5 tane gensoru verdiğimiz Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun bu hayal dünyasındaki gezisinin maalesef sona ermediğini tezkeredeki bu ifadelerden de görüyoruz. Bu gerçek dışı, hayal ürünü olan değerlendirmeler Türkiye Cumhuriyeti gibi önemli bir ülkenin, önemli bir gücün dış politikasını yürüten insanlara, beyinlere, zihinlere yakışmıyor; bu konuda bir uyarıda bulunmak istiyorum.

Değinmek istediğim iki tane konu var. Bunlardan birincisi Mısır'la ilgili. Bu konuya kısmen değinen arkadaşlarımız oldu benden önceki konuşmalarda. Fakat, ben, bu konuda Sayın Başbakana da bir soru önergesi verdim. İstanbul'da Müslüman Kardeşlerin bağlantılı olduğu ileri sürülen "Rabia", "Mısır el Aan", "El Şark" ve "Mükemmilin" isimli televizyon kanallarında Mısır halkını şiddete yöneltmeyi amaçlayan ve ülkedeki yabancıları tehdit eden yayınlar yapılıyor. Türkiye'nin bu yayınları yapan medya kuruluşlarına ev sahipliği yapması Mısır yönetiminin daha şimdiden ağır tepkisini çekmiş ve Batı medyasında da Türkiye'nin şiddete destek verdiği, terör örgütlerine destek verdiği yolundaki algıyı daha da pekiştiren yeni bir halka, yeni bir algı yaratmıştır.

Biz, uzun yıllar -Sayın Korutürk belirtti- Roj TV konusunda mücadele verdik. Ben de Danimarka'da Büyükelçiyken, Kopenhag'da Büyükelçiyken bu mücadelenin parçasıydım. Bizim argümanımız... "Terör örgütü propagandası yapan bir yayın kuruluşuna izin veremezsiniz, bunun lisanslarının iptal edilmesi gerekir." diye uzun yıllar mücadele verdik ve Danimarkalılar veya diğer Avrupa ülkeleri -çünkü Roj TV sürekli yer değiştiriyordu- bunu yapmadığı için de hep böyle öfkemizi çeken, suçlamalarımıza hedef olan konuma giriyorlardı. Şimdi aynı işi İstanbul'dan biz Mısır'a yapıyoruz.

Benim Sayın Başbakana sorduğum sorular: Mısır halkını şiddete kışkırtan ve ülkedeki yabancıları tehdit eden yayınların Türkiye'den yapılıyor olması Anayasa'mıza uygun mudur, yasalarımıza uygun mudur; bunun altyapısı nedir? Bunu bilmemiz lazım. Yani, Türkiye'de her önüne gelen çıkıp istediği yayını istediği ülkeye seçilen içerikle yapma özgürlüğüne, hakkına sahip midir, yoksa bu işleri düzenleyen bir mevzuatımız var mıdır; varsa, bu yayınlar bu mevzuata, bu yasalara uygun mudur?

İkincisi: AKP Hükûmeti söz konusu yayınları yapan kuruluşlara yönelik olarak bir girişimde bulunmuş mudur?

Bugün, Mısır örneğinde yaşanmakta olan, geçmişte Türkiye ve Danimarka arasında Roj TV bağlamında yaşanan gelişmelerle bir benzerlik taşıyor mu? Bunu da bilmek isteriz.

Türkiye, bahse konu konulara ev sahipliği yaptığı için teröre destek vermekle itham edilmektedir. Bu konuda da Hükûmet ne düşünmektedir? Bunları bilmek istiyoruz.

Bu, tabii, AKP iktidarlarının komşu ülkelere yönelik olarak izlediği politikanın bir tekrarından ibarettir. Bu politika, özünde bu ülkelerin iç işlerine müdahale etmek, bu ülkelerin içindeki ihtilaflar arasında taraflardan birinin yanında olmak öbürüne karşı çıkmak şeklinde tezahür eden politikaların bir devamıdır. Suriye'de yaptığımızı sanki Mısır'da tekrarlamak üzereyiz gibi bir endişe taşıyorum.

İkinci ve son konum Suriye konusu. Bu konu gündemden her ne hikmetse düştü fakat bilelim ki 26-29 Ocak tarihlerinde Moskova'da önemli bir toplantı yapıldı. Bu, Birleşmiş Milletler, ABD ve Batılı ülkeler tarafından desteklenen bir toplantı oldu, hatta Birleşmiş Milletlerin Suriye Özel Temsilciliği de bu toplantıda hazır bulundu. Ayrıca, Suriye muhalefetinin önemli bir kısmı ve PYD de bu toplantıda hazır bulundu. PYD'nin varlığı, Suriye'nin toprak bütünlüğü ve ulusal birliği bakımından bizce önemli bir katılımdı. Bu toplantıda bazı hususlarda anlaşmaya da varıldı. Bunlar, insani yardımların Suriye'nin bütün bölgelerine ulaştırılmasının hızlandırılması, Suriye halkına yönelik uygulanan ekonomik yaptırımların hafifletilmesi ve kaldırılması için uluslararası topluma çağrı yapılması, İsrail'in Suriye ve Lübnan'a yönelik saldırgan tutumunun kınanması, İsrail'in Birleşmiş Milletler Şartı'na ve ilgili uluslararası kararlara uyması için uluslararası toplumun İsrail'e baskı yapmaya çağrılması. Bunlar güzel, mütevazı sonuçlar; bir başlangıçtı. Ve bu toplantıyı düzenleyen Rusya'daki sivil toplum kuruluşu -Hükûmet de değildi- bu Moskova Süreci'nin Cenevre Süreci'nin bir devamı olduğu şeklinde bir açıklama yaparak daha genel olan Birleşmiş Milletler çerçevesine Moskova Konferansı'nı oturttu; bu da doğru bir hareketti. Fakat burada ilginç olan, AKP Hükûmetinin, Hükûmetin tutumu. AKP Hükûmeti, Moskova Konferansı'nı baltalamak için elinden gelen her şeyi yaptı. Elbette bunlar medyaya yansımıyor ama ne yaptı? Bu konferansa gitmesi gereken Suriye muhalefetinin ana unsurlarının yani Müslüman Kardeşlere yakın unsurların bu konferansa katılmasını engellediler ve gitmelerini istemediler ve bunu da sağladılar. Dolayısıyla, bir noktada Suriye rejiminin karşısında olan Suriye muhalefeti Moskova Konferansı'na eksik bir kadroyla gitmiş oldu.

O nedenle, biz, AKP'nin bu Esad saplantılı Suriye politikasının devam ettiğini ve Suriye halkının acılarının, ızdırabının devam ettiğini, akan kanın devam ettiğini ve bütün bunlardan da öncelikli olarak Adalet ve Kalkınma Partisinin sorumlu olmaya devam ettiğini bir defa daha söylüyoruz. İnsafa gelin diyoruz, aklınızı başınıza toplayın diyoruz ve Suriye halkının acısının dinmesi için doğru dürüst davranın, doğru dürüst birtakım adımlar atın diyoruz. Bunu komşu ülke olarak yanımızdaki insanlara borçluyuz.

Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)