| Konu: | Hudut, şümul, miktar ve zamanı Hükûmetçe takdir ve tespit olunacak şekilde, Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının NATO'nun Afganistan'da icra edeceği kararlı destek misyonu ve devamı kapsamında yurt dışına gönderilmesi, aynı amaçlara yönelik olmak üzere yabancı silahlı kuvvetlerin anılan misyona katılmak için ülkemiz üzerinden Afganistan'a intikali ile geri intikali kapsamında Türkiye'de bulunması ve bunlara imkân sağlayacak düzenlemelerin Hükûmet tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için Hükûmete Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca iki yıl süreyle izin verilmesine ilişkin |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 38 |
| Tarih: | 06.01.2015 |
MHP GRUBU ADINA YILDIRIM TUĞRUL TÜRKEŞ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının NATO'nun Afganistan'da icra ettiği destek misyonunun devamı kapsamında yurt dışına gönderilmesiyle alakalı düzenlenen tezkere hakkında Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Konuşmama başlarken, yeni yılın ülkemize yeni yılın ülkemize ve milletimize hayırlar getirmesini Cenab-ı Allah'tan diliyor, yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, hazır mevzubahis Afganistan iken, bu fırsattan istifade ederek İslam âleminin içinde bulunduğu tarihsel döneme genel hatlarıyla temas etmek, bu doğrultuda bir dizi tespit ve tahlil yapmak istiyorum.
İslam dünyası çok meşakkatli, çetin ve bir o kadar da hassas bir süreçten geçiyor. Ne hazindir ki, Doğu Türkistan'dan Filistin'e, Yemen'den Suriye'ye, Nijerya'dan Bangladeş'e ve Batı'nın ta kalbine kadar 1,5 milyar Müslüman her gün binbir musibete muhatap kalıyor. Kanla, savaşla, terörle, cinayetlerle, zulümle, zorbalıkla, baskılar ve sindirmelerle, sistematik imha, inkâr ve asimilasyon operasyonlarıyla, kundaklama, taciz, tecavüz ve kara propagandalarla bugün İslam dünyası hem içten hem de dıştan saldırı altındadır.
Değerli milletvekilleri, biraz sonra değineceğim ve Müslümanlara hayâsızca hücum eden yabancı menşeli tertiplere geçmeden evvel, bizim de dâhil olduğumuz bu büyük âlemin bir iç muhasebesini yapmamız gerektiğine inanıyorum. Söz konusu muhasebe, yıllarca dünya Müslümanlarının hamiliğini yapmış olan Türkiye'de en yoğun ve en kapsamlı biçimde işletilmelidir. Türkiye Cumhuriyet devletinin bu istikamette millî ve manevi bir vazifesi vardır değerli milletvekilleri ve sorumluluklarımızı almanın vakti gelmiş, hatta geçmektedir.
Sormak istiyorum: Kadınların metalaştırıldığı, alınıp satıldığı, köleleştirildiği bir düzene rıza gösterebilir miyiz? Oyun yaşındaki erkek çocukların acımasız bir askerî eğitimden geçirilmesine, küçücük kız çocuklarının, öğrencilerin zorla evlendirilmesine göz yumabilir miyiz? Bir etnik grubun veya topluluğun lanetli addedilip yaşadığı topraklardan sürülmek ve katledilmek arasında bir seçime zorlanmasını hazmedebilir miyiz? İçlerindeki amansız hastalığın bir tezahürü olarak kafa kesenlerle, marazi eylemlerini dünyanın geri kalanıyla paylaşanlarla aynı safta yer alabilir miyiz? Resmî ideolojilerin kabul sınırları dışında kalan din âlimlerinin, cemaat veya parti liderlerinin idama mahkûm edilmelerine, infaz edilmelerine sessiz kalabilir miyiz? Gencecik fidanların yetiştirildiği, eğitimden geçirildiği okullara hunharca baskın yapanlara karşı tahammül gösterebilir miyiz? Bu soruların istisnasız ve eksiksiz hepsine verilecek tek cevap "Hayır."dır değerli milletvekilleri. İşte, Türkiye'mizin millî ve manevi vazifesi tam da bu noktada yani verdiğimiz "Hayır." cevabıyla başlıyor.
Değerli milletvekilleri, şiddetin, hele ki hedef gözetmeyen ve barbarca uygulanan şiddetin İslamiyet'te katiyen yeri yoktur. İslam, ulaştığı diyarlara barış, huzur ve merhamet götürür. Düşmanımızı dahi affetmemizi, bugün affetmeyenlerin yarın affedilmeyeceklerini ilan eden Kur'an-ı Kerim'i kötü emellerine, teröre alet edenlerle mücadele etmek bizim için, Türkiye için bir manevi vazife olmalıdır.
Değerli milletvekilleri, devletimizin İslam coğrafyasının birçok bölgesinde çeşitli uluslararası kurum ve kuruluşlar bünyesinde icra ettiği askerî misyonlar mevcut. Mehmetçik Afganistan, Lübnan, Mali ve Kosova gibi kritik ülkelerde varlık belirtiyor. Bu, elbette Türkiye için önemli ve doğrudur fakat yeterli olmadığı da aşikârdır. Türk Silahlı Kuvvetlerimizin unsurlarının bu bölgelerde hazır bulunmasının yanı sıra ve belki de en önemlisi, insani ve dinî kuruluşlarımızın da ciddi bir faaliyete geçmesi gerekmektedir. Bütçede hatırı sayılır bir paya sahip olan Diyanet İşleri Başkanlığının dışa daha fazla açılması, savaşın, dinî ve mezhepsel çatışmaların yaşandığı sahalarda daha faal olması lazımdır. Keza, TİKA'nın faaliyetlerinin de yapılacak stratejik bir planlama ve tercihlerle, dünyanın belli bölgelerinde yoğunlaşmasının önünü açmak akılcı bir seçim olacaktır. Hükûmetimiz, belki de iyi niyetle "Aynı anda her yerde olmalıyım." formülüyle hareket ediyor ama maalesef neticeler her zaman umulduğu gibi olmuyor. TİKA'nın her bölgeye eşit ağırlık vermesi, faaliyetleri dünya geneline yaymayı istemesi belki gurur vericidir ve fakat netice itibarıyla bu istek akim kalmaktadır. Esas olan, TİKA'nın, uzun vadeli, konjonktürel ve kısır döngülerin ötesinde kurgulanacak olan bir stratejik planlamayla uygulamalarını hayata geçirmesidir. Bu anlamda bir dizi tercih yapılmalı ve öncelikler belirlenmelidir. Örneğin, Kolombiya'ya, Gürcistan'a veya Moldova'ya biraz daha az gidersiniz ama diğer bir yandan da Afganistan'a, Somali'ye, Yemen'e daha çok kaynak ayırırsınız. Elbette her tercih bir vazgeçiştir fakat kararlılıkla yapılan tercihlerin getirilerinin daha çok olacağı da açıktır.
Değerli milletvekilleri, Diyanet İşleri Başkanlığının dış faaliyetlerdeki önemini yüce Meclisin kürsüsünden vurgulamak istiyorum. İslam dünyasının içinde bulunduğu ve az önce tasvir etmeye çalıştığım karamsar tablonun sebeplerini irdelemeliyiz. Dış müdahaleler haricindeki iç çekişmelerimizin, kavgalarımızın kaynağı nedir, buna bakmalıyız. El Kaide, IŞİD, El Şebab, Boko Haram veya Taliban gibi yapılanmaların doğumuna ve gelişimine hizmet eden faktörler nelerdir, hangileridir, bu soruyu sormamız lazım. Bu noktada, Türkiye'nin millî, manevi ve özellikle de tarihî birikimlerinin cevabı bulmamızda belirleyici rolü vardır diye düşünüyorum. Biz, Yemen'den Kosova'ya, Tunus'tan Filistin'e, Şam'dan Cezayir'e kadar uzanan bir kuşakta, asırlar boyunca barış sağlamış bir devlet geleneğinin mirasçısıyız. Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlardan Kuzey Afrika'ya kadar İslam dininin yaygınlaşmasına, yerleşmesine ve pekişmesine de doğrudan hizmet etmiştir. Modern Türkiye'nin millî ve manevi misyonunu aldığı tarihsel kaynak da işte tam bu birikimde aranmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı ecdadımızın tarihte gerçekleştirdiği söz konusu büyük atılımın son halkası ve modern temsilcisidir, en azından öyle olmalıdır. Dolayısıyla, içte sıkışıp kalmak yerine dışa açılmalı ve hizmetlerini kabul eden ülkelere ulaşmalıdır. Doğrusunu isterseniz, bu anlamda Diyanet İşleri Başkanına tahsis edilen yüz binlerce dolarlık lüks makam aracının parasının da İslam dünyasına verilebilecek üstün hizmetlerde kullanılmasını arzu ederdim. Bu meselenin de altını bu vesileyle çizmek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, İslam dünyası kendisine şu soruları yöneltmelidir: Türkiye'den niçin bir El Kaide, bir IŞİD, bir Boko Haram çıkmıyor? Niçin bu musibetler benim ülkemi buluyor? Niçin savaş, terör ve kan yalnızca benim ülkemdeki Müslümanları buluyor? Bu soruların sorulduğu an, Diyanet İşleri Başkanlığının yalnız Türkiye için değil, tüm İslam âlemi için arz ettiği ehemmiyet herkesçe daha iyi idrak edilecektir. Devleti yönetenleri bu hususta düşünmeye ve inisiyatif almaya davet ediyorum.
Değerli milletvekilleri, biraz da madalyonun diğer yüzüne bakalım. Elbette dünya Müslümanlarının acılarının tek sorumluları kendileri, iç çatışmaları, anlaşmazlıkları veya teşkilatsızlıkları değildir. Örneğin, bugün "DAEŞ" şeklinde anılan ve fakat ilk çıkış yıllarında "Irak Şam" yani "Levant İslam Devleti" ismiyle faaliyet gösteren IŞİD'i gözünüzün önüne bir alın. Gerçekten Orta Doğu menşeli olan bir örgüt niçin bir Batı kavramı olan "Levant" ismini kullansın ki, niye böyle bir isimle çıksın? Aynı şekilde, bu örgütün lideri olan sözde halifenin 2011-2012 yılları arasında çekilen bir fotoğraf karesinde bir yabancı senatör ile sohbet hâlinde iken görüntülenmesine ne diyeceğiz? Yine, söz konusu örgütün yalnızca Müslümanları öldürmesini, türbeleri, camileri yıkmasını nasıl izah edeceğiz? Bunlar son derece masumane, doğru ve isabetli sorulardır değerli milletvekilleri. Ve devam ediyor: Petrol yataklarının, doğal gazın, bu gibi zengin yer altı kaynaklarının yoğun olarak bulunduğu Orta ve Batı Afrika'nın son dönemlerde karşılaştığı iç savaşları, darbeleri, bölünmeleri nasıl açıklayacağız? İşte Sudan'ın durumu ortadadır, Mali'de ve Orta Afrika'da kan gövdeyi götürüyor, Nijerya sapkın bir örgütle mücadele ediyor, Burkina Faso'da geçtiğimiz aylarda bir askerî darbe yaşandı. Bunların eş zamanlı yaşanması basit bir tesadüf müdür?
İşte, Afganistan. Derin bir tarihi, kültürü ve yeri olan Afganistan'ı afyon ve haşhaş batağına terk ettiler. Bitmedi, daha da ileriye gidelim. Yemen'de aniden hortlayan mezhep temelli çatışmaları nasıl yorumlamalıyız? Keza, Somali'de, daha doğrusu uluslararası ticaret geçiş güzergâhı olan Aden Körfezi'nde bir dönem alıp başını giden korsanlık faaliyetleri nasıl oluyor da bıçak gibi kesildi? Aranızda Somali'deki korsanları hatırlayanınız kaldı mı, merak ediyorum doğrusu.
İsrail niçin ısrarla Gazze'yi, Gazze Şeridi'ni vuruyor değerli milletvekilleri? Niçin Gazze Şeridi'ndeki Yahudi yerleşim bölgeleri artırılıyor? Salt siyasi, dinî veya ideolojik sebeplerden mi, yoksa Doğu Akdeniz'deki doğal gaz rezervlerinin tekeli ve sözde emniyeti için mi? Keza, Mısır'daki darbenin ana sebebi neydi? Sisi niçin Mursi'ye tercih edildi? Sebep sadece ideolojik miydi? Eminim ki bugün Doğu Akdeniz'deki münhasır ekonomik bölge dâhilinde gerçekleşen ittifak sizlere bir şeyler fısıldıyordur, "enerji lobisi" kavramı size bir şeyler çağrıştırıyordur.
Değerli milletvekilleri, yönelttiğim bu sorulara verilecek cevaplardan ziyade, bu sorulardan ders çıkarmalıyız. Ne için? Uzun vadeli, millî ve partilerüstü bir devlet stratejisi kurgulamak için. Aslında söz konusu soruların açıldığı tek bir kapı vardır, o da dış politikadaki buz gibi gerçekçilik yani realizm gerekliliğidir. Burada komplo, tertip veya tezgâh aramıyorum, sormakla ve sorgulamakla yetiniyorum. Örneğin "Batı senaryosu", "Batı oyunu", "Batı tuzağı" şeklindeki yakınmaları, eleştirileri veya suçlamaları her gün duyar olduk.
Değerli milletvekilleri, bu eleştirilerin aslında bir özeleştiriye evrilmesinin zamanı gelmiştir. Batı kendi menfaatlerine uygun ve realist bir politika izliyor diye onları nasıl suçlayabiliriz? Burada niçin biz karşı koyamıyoruz ve niçin kendi menfaatlerimize uygun bir siyaset üretemiyoruz, tatbik edemiyoruz diye esas kendimizi eleştirmeliyiz. Türkiye'mizin böyle bir devlet birikimi, kudreti ve gücü vardır değerli milletvekilleri. Hatamız, başta da ifade ettiğim gibi, millî strateji yoksunluğumuzdur. Böylesi realist bir politikaya bizim devlet aklımız da, insan kaynağımız da, siyasetçilerimiz de hazırdır. Yeter ki ortak bir planlama ve irade olsun. Böylesi bir çizgiye Türkiye'nin olduğu kadar, az önce de değindiğim gibi, İslam dünyasının da hayati derecelerde ihtiyacı vardır. Konuşmamın başında üzerinde durduğum millî-manevi misyonumuzun örgüsü de işte tam bu noktada başlamaktadır.
Değerli milletvekilleri, son olarak Batı'da yükselen İslamofobi eğilimleri ve vakalarıyla alakalı da bir çift söz etmek istiyorum. 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde alınan sonuçlar âdeta bugünlerin habercisi mahiyetindeydi. Avrupa'daki ırkçılık ve İslam düşmanlığı, sandıktan sonra şimdi de sokağa yansımaktadır. 2011 yılında Norveç'te Breivik'le harekete geçen sivil haçlı inisiyatifi son olarak Almanya'da PEGIDA örneğiyle zirve noktalarından birine ulaşmış, Avrupa'da yaşayan Türklere ve Müslümanlara karşı bir nefret kampanyasına dönüşmüştür. Üzülerek ifade etmem gerekir ki Hükûmetimizin bu noktada Avrupa devletleri bünyesinde, özellikle de Almanya nezdinde girişimlerde bulunduğunu duymadım, görmedim. Yine, bu kaygı verici gelişmelerle ilgili rahatlatıcı hiçbir mesaj da verilmedi kamuoyuna. Hükûmetimizin ırkçılığın, ayrımcılığın ve nefretin asla ifade özgürlüğü kapsamına girmeyeceğini, bunun açık bir demokratik zafiyet olduğunu ve Türkiye'ye ders verenlerin evvela kendi kapılarının önünü, hatta evlerinin içini temizlemesi gerektiğini Almanya'ya açıkça iletmesi lazımdı diye düşünüyorum.
19'uncu yüzyılın sonunda Kaiser II. Wilhelm'in tüm Müslümanların hamisi sıfatını kendiliğinden üstlendiğini, 20'nci yüzyılın başında Alman halkının Jön Türklere, merhum Enver Paşa'ya, merhum Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e hayranlıkla baktığını, Birinci Dünya Savaşı esnasında ülkelerinin Müslümanlarla omuz omuza savaştıklarını ne de çabuk unuttular. Bunların kendilerine hatırlatılması lazımdı diye düşünüyorum. Avrupa genelinde gitgide çoğalan irili ufaklı sivil haçlı inisiyatifleri camilerin kundaklanmasından tutun da Türk ve Müslüman kızların öldürülmesine kadar varan eylemlerle İslam düşmanlığını toplumsal bir temele yaymak istiyor. Söz konusu gidişata en gür sesle itiraz etmesi gereken Hükûmet ise anlaşılmaz bir şekilde sessizliğini muhafaza ediyor. Avrupa'da her geçen gün zemin kazanan sivil haçlı inisiyatifine karşı Hükûmeti gerekli mercilere Türkiye Cumhuriyeti devletinin rahatsızlığını bildirmeye ve bu mesajları kamuoyuyla da paylaşmaya çağırıyorum.
Değerli milletvekilleri, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının NATO'nun Afganistan'da icra ettiği destek misyonunun devamı kapsamında yurt dışına gönderilmesiyle alakalı düzenlenen tezkere hakkındaki görüşümüz elbette müspettir ancak son defa altını çizerek söylüyorum, askerî misyonlara katılım yeterli değildir, kâfi değildir; terörle, savaşla, yıkıcılıkla mücadelede insani ve manevi tüm imkânlarımızı seferber etmeliyiz. Bunu hem Türkiye'mizin hem de topyekûn İslam âleminin yüksek menfaatleri için yapmalıyız, sonradan geç kalmışlığımız, keşkemiz olmasın.
Konuşmama son verirken yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)