| Konu: | 2015 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı İle 2013 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 29 |
| Tarih: | 14.12.2014 |
MHP GRUBU ADINA YILDIRIM TUĞRUL TÜRKEŞ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Dışişleri Bakanlığının 2015 bütçe görüşmeleri kapsamında Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Konuşmama başlarken yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, öncelikle 29 Ağustos 2014 tarihinde göreve başlayan Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'na başarılar dilemek istiyorum.
Türkiye'mizin zor bir coğrafyada ve kritik bir süreçte bulunduğunu göz önüne alırsak Dışişleri Bakanlığı mevkisinde uzlaşmacı, akılcı ve gerçekçi bir siyasetçinin yer alması hiç şüphesiz olumlu bir durumdur.
Değerli milletvekilleri, "Neden Ayn El Arap ve neden ısrarla oraya Kobani denmektedir?" sorusuyla başlamak istiyorum. Bu sözcük, iddia edildiği gibi Kürtçe midir yoksa yabancı bir dilden mi devşirilmiştir? Gerçekte de bu sorular son dönemlerde başta partimiz ve yüksek millî hassasiyetlere sahip diğer kesimler tarafından sıkça dillendirilmektedir. Şunu açıkça ifade etmeliyim: CHP'nin de her fırsatta destek olduğu malum parti ve çevre "Ayn El Arap Türkiye'nin meselesidir." derken, aslında gelişen olaylarla haklı çıkıyor. Son olarak 6-8 Ekim tarihlerinde tanıklık ettiğimiz ayaklanma teşebbüsü, vahşi cinayetler, yağma ve talan hareketleri "Neden Ayn El Arap?" sorusuna çok açık cevaplar sunmaktadır.
Çok değerli milletvekilleri, PKK, tıpkı ilk çıkış yıllarında olduğu gibi, yeniden bağımsız Kürdistan tezini sahiplenmeye başlamıştır. Terör örgütünün "Rojava" diye adlandırdığı bölgedeki sözde kantonlar ve sözde parlamento vasıtasıyla ilk aşamada uluslararası meşruiyet hedeflenmektedir. Suriye'deki geçiş sürecinde masada olmak isteyen PYD, bu sayede uluslararası toplumun kabulünü elde etmek istemektedir. Esas tehlike de işte tam bu noktada başlıyor. PKK'nın stratejisi Türkiye'nin güneydoğusunu "Rojava" dedikleri bölgedeki yapıdan itibaren tanımlamak üzerinedir. Başka bir ifadeyle, PKK, Suriye'nin kuzeyinde bir devletçik kurup Türkiye'den kopartacağı hayalini kurduğu bölgeyi yavaş yavaş buraya bağlamak hevesindedir. "Neden Ayn El Arap?" sorusunun açık cevabını burada sizlere vereyim: Çünkü Ayn El Arap'ta bir sözde devlet kurmak ve meclisinin başına da tutuklu bir teröristi geçirmek istiyorlar. Alın size "Neden Kobani?" sorusunun cevabı.
Gelelim, Ayn El Arap'ın ikinci can alıcı kısmına, yani peşmerge geçişine. Buradan soruyorum: Madem, Kuzey Irak'taki oluşum için Ayn El Arap'taki kardeşleri mühimdi ve madem ki aradaki bölge de dost unsurlarındı, Faysh Khabour Hudut Gümrük Kapısı'ndan geçip meseleyi niçin daha kolay halletmediler? Ben size cevabını vereyim: Çünkü maksat başkaydı, çünkü oradaki oluşum kendi silahlı gücünü bize bir nizami ordu gibi dayatmaya çalışmıştır. Mevcut Hükûmet maalesef birtakım şantajlara boyun eğmek suretiyle bu oyuna alet olmuş ve peşmergelerin bölgeye Türkiye üzerinden geçişine izin vererek iştirak etmiştir. Söz konusu hamleyle AKP Hükûmeti hem peşmerge devletini defakto tanımış hem de Suriye'nin kuzeyinde kurulması muhtemel PKK devletine onay vermiştir.
Değerli milletvekilleri, partimiz en başından beri Orta Doğu'daki IŞİD olgusunun ondan daha büyük bir tasavvurun bahanesi olduğunu ifade etmektedir. Nasıl ki bir dönem Somali'deki korsanlık faaliyetleri öne sürülerek Aden Körfezi uluslararası ticaretin selameti açısından güvene alındıysa IŞİD örneği de bölgedeki paylaşım siyaseti doğrultusunda meydana getirilmiştir. Somali'deki korsanları şimdi, bugün kaçımız hatırlıyoruz acaba? IŞİD de önümüzdeki yıllarda silinip gidecektir. Esas üzerinde durmamız gereken husus ise IŞİD sonrasında bölgeye miras olarak neyin kalacağıdır. Bugünün penceresinden bakıldığında, IŞİD sonrası Orta Doğu'da 3'e bölünmüş bir Irak ve belki de 4'e bölünmüş bir Suriye, Türkiye'ye komşu 2 ayrı eğilimli etnik Kürt devleti, gücünü katlamış bir İran, bölgesel temizliğini yapmış bir İsrail ve mezhep çatışmasının eşiğine gelmiş, birbirine düşmanlaştırılmış bir Müslüman coğrafyası görülmektedir.
Peki, istediğimiz, amaçladığımız manzara bu mudur gerçekten? Türkiye Cumhuriyeti devletinin yüksek menfaatleri bu tabloda mıdır?
Değerli milletvekilleri, Milliyetçi Hareket Partisi Orta Doğu'da barış, huzur ve istikrara hizmet edecek yegâne değerlerin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleri olduğuna inanır. Biz bu coğrafyadaki halkların ırkçı ve radikal ideolojilerin tahakkümünden arındırılmış demokratik taleplerinin meşruiyetine inanıyoruz. Bu anlamda, kimin güdümünde olursa olsun bölgedeki tüm otoriter ve totaliter yaklaşımlara, eğilimlere ve usullere karşıyız. Esad'ın diktatörlüğünü de, IŞİD'in barbarlığını da, PKK nihilizmini de, mezhepsel fanatizmi de, saldırgan siyonizmi de, gözü aç emperyalizmi de aynı katı üslupla reddediyoruz. Partimiz, komşularımız Irak, Suriye ve İran'ın toprak bütünlüğünden ve birliğinden yanadır. Aynı şekilde, bütün komşularımızın da bizim toprak bütünlüğümüze saygı göstermelerini istiyoruz. Partimiz, bu anlamda, söz konusu bütünlüğü zedeleyebilecek tüm teşebbüslere ve yapılanmalara muhaliftir. Türkiye'nin millî menfaatlerini doğrudan tehdit eden tüm din, dil, mezhep ve etnik grup temelli terör odaklarıyla mücadele edilmesi gereğine inanıyoruz.
Değerli milletvekilleri, bugün, Orta Doğu'da kimin elinin kimin cebinde olduğunu kestirmek çok zordur ve bu anlamda Hükûmete düşen çok büyük görevler vardır. Bakınız, bugün, IŞİD bahanesiyle İran bölgedeki nüfuzunu ciddi oranda artırmaktadır. Elbette ki İran millî çıkarlarına uygun bir siyaset izliyor. Peki, İran'ın bölgedeki faaliyetleri Türkiye'nin millî çıkarlarına ne kadar uygundur? İran, Irak'taki Şii nüfusu doğrudan kontrol etmeye başlamıştır. Keza, Irak ve Suriye'deki Şii Türkmenler üzerindeki etkisi de gün geçtikçe büyümektedir. Bu da yetmiyor, son günlerin popüler İranlı generali Kasım Süleymani, peşmerge güçleriyle fotoğraf çektiriyor, poz veriyor. Bununla da bitmiyor, İran, nükleer müzakerelerinde ciddi bir yol katediyor ve bu arada uranyum stokunu da geliştiriyor.
Değerli milletvekilleri, yüce Meclisin bu şerefli kürsüsünden söylüyorum, nükleer bir İran bölgedeki tüm dengeleri altüst eder. Şunu da ilave edeyim: İran bir nükleer güç olacaksa Türkiye'nin önünde iki seçenek vardır, ya Türkiye de bir nükleer güç olacak ya da İran'ın nükleer güç olması engellenecektir. Dolayısıyla, Türkiye'nin uluslararası platformda bu doğrultudaki kaygılarını daha gür bir sesle dillendirmesi gerektiğini düşünüyorum. İran bölgede bu denli dinamik ve kendine göre millî bir siyaset izlerken Türkiye'nin niçin aynısını yapamadığını anlamak çok zor geliyor. Bakınız, örneğin, Irak Türkmen Cephesi Başkanı Sayın Erşad Salihi kaç kez Türkiye'ye gelmiş ve üst düzey temaslarda bulunmuştur. Kendisinin sürekli olarak tekrarladığı bir talebi mevcuttur; o da bölgedeki Türkmenleri Sünni, Şii ayrımı yapmaksızın silahlandırmaktır. İran'ın generalleri Irak'ta Şiileri örgütlerken, savunma hattını bizzat yönetirken ve Kürt bölgesine dahi uzanırken biz Türkiye olarak niçin Türkmenleri silahlandırmadık, eğitmedik, donatmadık? Hani oyun kurucu olmuştuk? Hani artık aktör idik? Bu husus üzerinde düşünmenizi sizlerden rica ediyorum.
Değerli milletvekilleri, IŞİD belasının bir diğer yansıması da hiç şüphesiz Türkiye'ye yönelen kitlesel göç dalgaları olmuştur. Batı dünyası IŞİD'i halledilmesi gereken uluslararası bir mesele şeklinde takdim ederken savaştan muzdarip olan milyonlarca insana ise maddi yardım elini uzatmıyor ve bu sorumluluğu bölge devletlerine devrediyor. Böyle bir riyakârlık, böyle bir çifte standart olabilir mi? Milliyetçi Hareket Partisi, Irak ve Suriye'de savaşın zulmüne muhatap kalan ve kimliği, aidiyeti ne olursa olsun her insana Türkiye'nin yardım eli uzatmasını doğru ve gerekli görmektedir. Fakat, biz, en azından, Türkiye'ye sığınanların sınırda sıkı bir denetimin ardından içeri alınmalarını arzulardık. Bu anlamda, örneğin, gelenlerden biyometrik veri toplanabilirdi. Keza, gelenleri büyük şehirlere sevk etmek yerine büyük ve geniş kamplarda ağırlayabilirdik. Aynı şekilde, sığınmacıların vergi mükelleflerimize yükledikleri mali külfeti Birleşmiş Milletlerle paylaşmak için daha yoğun bir diplomasi trafiği yürütebilirdik.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin bölgesel politikası, bölgedeki gelişmelerden huzursuz olan ve tehdide maruz kalan herkesi topraklarımıza kabul etmek olamaz. Önceliğimiz, herkesin kendi toprağında huzur, refah ve barış içinde yaşamasını temin etmek olmalıdır. Bu, kapımıza gelen Kürtler için de, Yezidiler için de, Türkmenler için de, Tatarlar için de, Doğu Türkistanlı soydaşlarımız için de, kısacası dünyadaki tüm bağımsız soydaşlığımız, din kardeşliğimiz olan herkes için eşit derecede geçerlidir.
Örneğin, Kırım'da tehcir, inkâr ve imha edilenlerin tamamını nasıl misafir edebiliriz? Bölgedeki tüm Türkmenleri, Kürtleri, Yezidileri, Süryanileri, Arapları, Ermenileri nasıl besleyebiliriz, nasıl giydirebiliriz? Bu bir güç meselesi değildir değerli milletvekilleri, gerçekçilik meselesidir. Türkiye'nin önceliği akrabalarımızı, soydaşlarımızı, komşularımızı oldukları yerde rahat ettirmektir; maalesef bu yapılmıyor.
Bakınız, son olarak Rusya yüzde 6'lık doğal gaz indirimi ve kapasite artırımıyla birlikte Türkiye'ye Kırım meselesi için bir sus payı vermiştir; bu da maalesef kabul edilmiştir. Barzani petrol ticareti karşılığında Türkmen nüfusa karşı bir etnik temizlik yapmaktadır; maalesef bu da kabul edilmiştir. Keza, Kıbrıs davası, doğal gaz ticareti için kendi kaderine terk edilmek istenmektedir.
Hükûmetimize dış politikada samimiyetle yardımcı olmak istiyoruz fakat dış politika şahsiyet meselesidir, tüccarlık veya pazarlık meselesi değildir. Hükûmeti bu noktalarda daha duyarlı olmaya davet ediyoruz.
Doğrusunu isterseniz, Hükûmetin Kırım meselesinde en az Batı kadar sesini yükseltmesini beklerdik. Kırım'da her gün Tatarlara yönelik karanlık faaliyetler tertip edilmektedir. Gasp, adam kaçırma, cinayet, inkâr, tehcir, sürgün ve imha politikaları hız kesmeden devam ediyor.
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin'in basın toplantısında bolca Esad konuşuldu ve fakat Kırım hakkında tek bir söz edilmedi. Bunu son derece talihsiz ve üzücü bir durum olarak görüyoruz.
Osmanlıca derslerini yürürlüğe koymaya hazırlandığımız bugünlerde Osmanlının Kırım hassasiyetinin binde birini dahi olsa Hükûmetimizden beklemek hakkımızdır diye düşünüyorum.
Değerli milletvekilleri, mübarek Filistin'in maruz kaldığı vahşeti, gaddarlığı ve vicdansızlığı kelimelerle tarif etmek imkânsızdır. Gazze'de, Ramallah'ta ve Filistin'in her bir köşesinde katledilen masumlar bizim insanlarımızdır. Türkiye'nin, Filistin'deki katliamlara kayıtsız kalması kesinlikle söz konusu olamaz. Türkiye'nin, Mescidi Aksa'ya kirli postallarıyla girme cüretini gösterenlere karşı tutumu keskin ve serttir. Biz, Filistin halkının özgür ve bağımsız bir devlete olan hakkını sonuna kadar tanıyor ve savunuyoruz. Biz, Filistin sınırlarının 1967'deki şekline getirilmesini arzu ediyoruz. Biz, Filistin halkının güvenliğinin ve huzurunun Türkiye'nin bölgedeki aktif dış politikasıyla teminat altına alınacağını düşünüyoruz. İşte bu sebepten dolayıdır ki partimiz, büyükelçilerimizin İsrail ve Mısır'daki görev yerlerine dönmeleri gerektiğine inanıyor.
Filistin'e açılan iki ana kapı vardır değerli milletvekilleri. Birincisi Refah Sınır Kapısı, ikincisi ise Beyt Hanun yani Erez Sınır Kapısı'dır. Bunların biri Mısır'da, diğeri İsrail'dedir. Ne üzücüdür iki ülkede de Türkiye'nin büyükelçisi bulunmamaktadır.
Değerli milletvekilleri, yabancı devletlerle anlaşmazlıklarımız, münakaşalarımız ve hatta çekişmelerimiz olabilir, bu son derece doğaldır. Fakat, az önce de izah etmeye çalıştığım gibi, Türkiye'nin önceliği, Orta Doğu halklarına oldukları, yaşadıkları yerde huzur verebilmektir. Bunun yegâne imkânı ise diplomatik ilişkileri kesmemekten geçer. İletişim ve diyalog kanallarının açık olmasının doğrudan bize olmayabilir ama o bölgedeki savunmayı istediğimiz halklara kesinlikle faydası vardır.
Bir başka örnek daha verelim: Bugün diplomatik ilişkimizin olmadığı İsrail ve Mısır, Doğu Akdeniz'de Rum yönetimiyle Türkiye karşıtı bir ittifak kurmuştur. Akılcı bir siyaset izleseydik benzer bir ittifakı biz Rum yönetimine karşı kuramaz mıydık veya kursaydık, kurabilseydik fena mı olurdu? Türkiye'nin, Kıbrıs davası için bölgede dostlara ve müttefiklere ihtiyacı var. Kıbrıs, Türkiye'ye bir yük, bir külfet, bir pranga değildir değerli milletvekilleri. Bakınız, ak saray için 1 milyar 400 milyon lira harcadınız. Türkiye'nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için ortalama yıllık yaptığı harcamaysa sadece 400 milyon liradır. Bütün dünya Kıbrıs'ta bir karış toprağa sahip olmak için mücadele ediyor, siz ise "Şu yükten nasıl kurtulurum?"un hesabını yapıyorsunuz. Yazık, yazık, gerçekten yazık ve size de yakışmıyor!
Değerli milletvekilleri, Kıbrıs'ın millî bir dava olarak telakki edilmesi merhum Menderes iktidarına, 1955 yılına dayanır. Her fırsatta merhum Menderes'in ismini istismar edenler, merhumdan biraz da Kıbrısla ilgili feyz alsalar ne de güzel olurdu. Değişen güç dengelerine paralel olarak Batı dünyası tüm kurumları ve imkânlarıyla Kıbrıs meselesine müdahil olmanın peşindedir. 12 Mayıs 2014 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği gayrihukuki karar ve 21 Mayıs 2014 tarihinde ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden'ın "Kıbrıs Adası'nda tek bir meşru yönetim vardır." açıklamaları söz konusu müdahale arayışlarının somut yansımaları şeklinde değerlendirilmelidir. Milliyetçi Hareket Partisi olarak, sizin tabirinizle "Kıbrıs sorunu"nun 1974 yılındaki Barış Harekâtı'yla çözüldüğüne inanıyoruz. Bundan sonraki süreçte tek uğraş Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin dünyaya tanıtılması olmalıdır.
Konuşmama son verirken başta merhum Ecevit ve merhum Erbakan olmak üzere, Kıbrıs davasına hizmet eden tüm devlet adamlarını şükran ve minnetle yâd ediyorum.
Dışişleri Bakanlığının 2015 bütçesinin ülkemize ve milletimize hayırlar getirmesini Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyor, yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)