| Konu: | 176 Sayılı Maden İşyerlerinde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 22 |
| Tarih: | 03.12.2014 |
HDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi şahsım ve partim adına saygı ve sevgiyle selamlayarak 176 sıra sayılı Maden İşyerlerinde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı üzerine söz almış bulunmaktayım, buna dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'de 2014 yılının on ikinci ayına girdiğimiz bu günlerde, on bir ay boyunca can ve mal güvenliğinden yoksun, başta inşaat sektörü olmak üzere, madenler ve mevsimlik tarım işçilerinden yaklaşık 1.723 insanımızın hayatını kaybettiği günlerin ardından biz bu tasarıyı konuşuyor, tartışıyoruz. İnsan hayatının bu kadar ucuz olduğu, insan emeğinin bu kadar hiçleştirildiği, toplumsallaşmanın yok sayıldığı ülkede, biz yeniden maden ve iş yerlerindeki sağlık ve güvenlik meselelerini konuşuyoruz. Evet, toplum, canlı bir organizma gibidir. Toplum, kendi ihtiyaçlarını meşru zeminlerde karşılamanın her türlü hakkına sahipken, iktidarcı, devletçi zihniyetin ve sistemin, toplumun haklarına el koyan, gasbeden, yok sayan bir noktada yaklaşıyor olmasından kaynaklı mağduriyetleri konuşuyoruz, tartışıyoruz. Ermenek, Soma ya da Isparta ve Konya'da yaşanan mevsimlik işçi kazalarının yüreğimizi dağladığının hemen ardından bunları konuşuyor olmak bir yanıyla anlamlıdır ama eğer sorunu çözemeyeceksek, sorunun çözümüne dair nitelikli adımları atmayacaksak havanda su dövmekten öteye bir iş yapmamış olacağız.
İşçiler, emekçiler, yoksullar bu toplumun belki de motor gücüdür. "Onlar emeklerini, değerlerini, alın terlerini katarken, kattıkları alın terleri ve değerleriyle yeni bir yaşamı, yeni bir umudu yeşertirken hak ettikleri özlük haklarına, maaş ve çalışma koşullarına sahip midirler?" diye soracak olursak, sanırım, hepimizin söyleyeceği şey "hayır"dır. Bu "hayır"a rağmen de biz onların koşullarını iyileştiren, meşru demokratik taleplerini karşılayan bir noktadan yaklaşacağımıza, işi öteleyen, erteleyen, çözümsüzlükte ısrar eden bir noktadan da yaklaşıyoruz. Her şeyden önce, evet, toplum ekonomik, demokratik ihtiyaçlarını karşılamakla karşı karşıyadır. Bu manada elbette ki enerjiye de madene de yer altı, yer üstü zenginliklerinin kullanılmasına da toplumun ihtiyacı vardır ama insani ihtiyaçlarını biz karşılamaya çalıştığımızda öncelikle ekolojik yıkıma yol açıyorsak, biz insanlar, insanlardan müteşekkil toplum, toplumlar üzerindeki hegemonik güç devlet büyüsün, zenginleşsin diye ekosistemimizle oynama hakkını kendimizde görüyorsak, ekolojik yıkıma neden oluyorsak öncelikle karşı çıkmamız, durmamız gereken nokta bu çünkü biz her şeyden önce parçasıyız ekosistemin, ekolojinin. Onu mülk olarak algılayan, anlayan iktidarcı zihniyete karşı, parçası olduğumuz ekosistemi, ekolojiyi büyüten, onu geliştiren bir noktadan soruna yaklaşmak durumundayız. Hâlbuki ülkemizde ve dünyada maden ocaklarından altın ocaklarına ekolojik yıkımın devasa ölçekte yaşandığı bir gerçektir. Enerji üreteceğim, zengin olacağım diye biz ekolojimizi, geleceğimizi yıkıyor, tahribata maruz bıraktırıyoruz. Yetinmiyoruz, bunun payandalığına koşuşturduğumuz, emeğini sömürdüğümüz emekçiyi, ezileni de ölümle, öldürmeyle de cezalandırıyoruz. Asıl bizim üzerinde durmamız, yoğunlaşmamız gereken budur.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kapitalist modernitenin iktidar, kent ve endüstriyalizmi, insanı insana, insanı toplumsallığına, insanı doğaya, ekosisteme yabancılaştırmıştır. Bu yabancılık mekanizmasını kırmadığımızda, insanı araçsallaştırıp metaya dönüştürdüğümüzde, araçsallaştırıp metaya dönüştürdüğümüz insan emeğinin kendisini biz değersiz kılıp hiçleştirdiğimizde yarattığımız, yıkımdan, felaketten başka bir şey değildir. Toplumsaldır bu felaket, siyasaldır, ekolojiktir, kültüreldir. Pay sahibi olmanın utancını, vicdani muhasebesini yapmak yerine küresel ve bölgesel olduğu kadar ulusal hegemonik güçlere, küresel ve bölgesel olduğu kadar ulusal finans kurum ve kuruluşlarının palazlanmasına, zenginleşmesine yönelik bir duyarlılığı devreye koyacağımıza, onların zenginliklerini adilane paylaşmasının arayışı ve çabası içerisinde olmamız gerekmiyor muydu?
Bakınız, asgari ücretin bin lira olduğu Türkiye'de, 44 milyar dolar sahibi zenginimiz var. Asgari ücretin bin lira olduğu Türkiye, dünyanın 16'ncı ekonomik gücü. Yani bu ekonomik gücün biz bireylere yansımasının 20 bin-30 bin dolarları bulan rakamlara tekabül etmesi gerekirken, adilane bir paylaşımdan yoksun olduğumuz için bize yansıması, kıt kanaat geçinmeye yetecek kadar azdır. Hele hele emeğini satmaktan, emeğini satarak geçinmekten başka koşula sahip olmayan yoksullar, işsizler, emekçiler söz konusu olduğunda, onlara sus payı vermekten öte bir adım atmadığımız gibi, duyarlı da davranmıyoruz.
Yoksulluk sınırının 3.500 lira olduğu, açlık sınırının 1.500 lira olduğu günümüz Türkiyesi'nde asgari ücreti bin lirada tutmanın ahlaki, vicdani bir sorumluluğu olabilir mi?
İnsanlar bilerek ve isteyerek Zonguldak'ta, Ermenek'te, Soma'da, Manisa'da, öleceğini bile bile yer altının yüzlerce metre altına girmeyi tek çıkar yol görüyor. Öleceğini bile bile insan, böylesi bir durumla, bir muameleyle karşı karşıya bırakılabilir mi?
301 insanımızı Soma'da kaybettik. Bugün sokağa saldığınız binler, on binler ayağa kalkmış, onların seslerine kulaklarımızı tıkamış, gözlerimizi kapamış, ağzımız ve dilimiz ise suskunları oynuyor.
Aynı şeklide Ermenek... Bakınız, bunun otuz beş, otuz altıncı günündeyiz. Hâlâ yer altının 300 metre derinliğindeki cesetlerin ve cenazesinin çıkarılmasını bekleyen ailelerimiz, hâlâ 5 kişiyi bekleme durumuyla karşı karşıya kalıyor.
Hatırlarsınız, hemen ilk gün, lastik ayakkabısı yırtık Recep amcanın, toprağın 300 metre derinliğindeki çocuğunu acıyası beklentisini, umutla beklentisini hatırlayacaksınız. Ne oldu? Hâlâ cenazesine ulaşamayan onlarca insanımız, yaşadıkları mağduriyetin özrünü, yüzleşmesini yerine getirmesi gereken bir devlet aklı yerine, devlet, âdeta, aklımızla oynarcasına, bizimle dalga geçercesine meseleye yaklaşıyor. Soma'da 301 insanı, Ermenek'te 18 insanı şehit ilan edince, onları şehit kabul edince her şeyi çözmüş kabul ediyoruz. Evet, şehitlik bir mertebedir, kutsal dava adına ölenin mertebesidir ama siz, açlığa mahkûm ettiğiniz, asgari ücretle yer altına, sizin, benim gitmeyi kendimize yediremediğimiz, hak etmediğimiz noktaya mahkûm edeceksiniz, bilerek ve isteyerek iş cinayetine, katliamına yol açacaksınız, sonra da ölünce şehit mertebesi ya da sıfatını yakıştırarak bizim bu konuda susmamızı, teslim olmamızı bekleyerek itirazımızın önüne geçmenin arayışı içerisinde olacaksınız.
Devlet buysa, bu devlet, her şeyden önce hükümrandır; her şeyden önce, vatandaşı insan olarak görmeyen, metalaştıran bir noktadan sonuna yaklaşmaktadır. Evet, işçi, emekçi de bu Anayasa'nın ve yasanın karşısında sizin gibi, benim gibi eşit, özgür vatandaştır. Emeğini satmak durumunda kalmış olabilir ama onurunu ayaklar altına almak kimsenin hakkı da değil, haddi de değil. Biz, onların duygularını sömürerek, duygularını okşayarak reflekslerini dindirmenin hesabı içerisine gireceğimize, onlara insani yaşam koşullarını sağlayan bir duyarlılıkla yaklaşmak durumundayız. Sosyal güvenlikten yoksun, sendikal örgütlülükten yoksun, grev, toplu sözleşme hakkından yoksun; yetmedi, asgari ücretle yetinmesini dayatan, telkin eden bir noktadan yaklaşıyoruz; yetinmiyoruz, taşeronlaştırmanın, güvencesiz çalışmanın hak mahrumiyetlerini yaşayan insanlarımızı, bilerek ve isteyerek değilse bile, göz yumarak ölümlerine sebebiyet veriyoruz. Bunu sorgulamamız, bunun önüne geçmemiz gerekmiyor mu?
Yapılması gereken basittir. Yapılması gereken, toplumun sivil, demokratik örgütlülük üzerinden kendi kendisini örgütlemesine fırsat vermektir. Devletin Ankara'da konumlanmış, asker ve sivil bürokrasisine dayalı, katı merkeziyetçi yapısı yerine kentlerin kendi kendisini, bölgelerin kendi kendisini yönettiği demokratik ilişki, bu işin çaresidir, dermanıdır, ilacıdır ama biz inadına inadına kentleri yaşanmaz kılmışız; ekosistemimizi parçalayan, felaketlerle uğraştıran bir noktadan yaklaşıyoruz.
Bakın, nükleer santraller, termik santraller, hidroelektrik santraller bir bütün olarak, insanlığı bırakın, insanın parçası olduğu ekosistemi tüketiyor. Bugün küresel ısınma yaşanıyorsa, bugün küresel ısınma üzerinden felaketler yaşanıyorsa, bu, bizim hırsımızın, iktidar ve devlet tapınmacılığımızın ortaya çıkardığı bir anlayıştır. Hegemonik güç olan iktidar, hegemonik gücün çıkara dayalı ilişkileri, insanlığımızı gasbedip çaldığı gibi, özgürlüklerimizi gasbedip çaldığı gibi geleceğimizi de gasbediyor. Geleceğimiz, güvenlik içerisinde değildir. Biz kömürü, linyiti çıkarmak adına, ucuz enerjiyi bölgesel ve uluslararası finans kurumlarına pazarlamak adına, bir yanıyla, ekolojimizi yıkıyoruz, yok ediyoruz, tahrip ediyoruz; öbür yanıyla, insanlığımızı öldürüyoruz.
Yırca'da kurulmak istenen, bu manada da zeytinliklerimizi ve değerlerimizi bitiren anlayış, Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santral, Sinop'ta kurulmak istenen nükleer santral bize neyi hatırlatır? Hatırlatır mı acaba, onu da sorasım geliyor. Çernobil'i hatırlatması gerekir. Çernobil felaketinin kilometrelerce, binlerce kilometre uzağında olmamıza rağmen, hâlâ Karadeniz sahilinde yaşayan vatandaşlarımızın, onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen doğuştan engelli olmalarının sebebi değil midir? Nükleer santralin enerji piyasasına ucuz enerji sağlayacağı gerekçesiyle, bizim geleceğimizin, sağlıklı doğumumuzun önünde engel olmasını nasıl isteyebiliriz? Ama maalesef, iş iktidara, iş güce, iş endüstriyalizme ve sanayiye gelince değerlerimiz hiçe sayılıyor. İşte Meclis, bu yönüyle, bilinçli, nitelikli çözüm parametreleriyle birlikte toplumun önünü açan bir noktadan soruna yaklaşmak zorundadır. Sadece ve tek başına, biz, finans yapılarına, sanayi kuruluşlarına, devlete ucuz emekle birlikte ucuz kaynakları oluşturmanın gayreti içerisinde olursak, geleceğimizi kaybetmemizle birlikte insanlık değerlerini de yitiririz.
Bakın, şu anda Hasankeyf'te yapılmak istenen baraj, beraberinde bir tarihi, insanlığın ortak mirası olan tarihî ve kültürel değerleri yok etmekle karşı karşıya. Karakaya, Atatürk, Keban Barajı ya da Alparslan I, Alparslan II barajlarıyla biz o bölgenin florasını, faunasını yok ediyoruz, oradaki bitki çeşitliliğini, hayvan çeşitliliğini yok etmekle kalmıyoruz, binlerce, on binlerce yıldır orayı mekân edinen insanları açlığa, yoksulluğa, sefalete mahkûm ederek toprağından göçmesine, gelip metropollerde, İstanbul'un, İzmir'in, megakentlerin ücra köşelerinde açlıkla terbiye edilip asimilasyonist politikalar tabi tutulmanın aracı durumuna dönüştürüyoruz.
Kır-kent dengesini gözetmiyoruz. Bakın, şu anda kent lehine dönen yüzde 80'lik bir dengesizlik söz konusu. Kentlere biriktirdiğiniz, bu devasa, mabede dönüştürdüğünüz putlar ve tapınaklar karşısında hiçleştirdiğiniz, insanlığınızdır, geleceğimizdir. Binlerce onlu, yüzlü katlarla, asansörlerle bile ulaşmanın mümkün olmadığı bu yerlere taşıdığımız enerji, Soma'da, Ermenek'te ölümle karşı karşıya kalan emekçilerin alın teridir, onların öldürülmüş olması üzerinden yaratılan kâr amaçlı, iktidar amaçlı, hırs amaçlı bir hesabın kendisidir. Bu mabetleri öncelikle biz gidermeliyiz, aşmalıyız. Kent, iktidar ve endüstriyalizm hastalığından kurtulmak, yapılması gereken tek iştir. Doğaya dönmek, kır-kent dengesini kırın lehine çözümlemek, eko-sakin kentler yaratmak, oluşturmak, olması gerekendir. Bugün İstanbul trafiği, sağlığı, eğitimiyle yaşanmaz milyonluk kent durumuna gelmişken, bugün Ankara, İzmir, milyonluk kentler geleceğimizi gasbeden bir noktada duruyorsa, bizim kıra önem vermemiz, kırı tüketmememiz gerekiyor. Hâlbuki, AKP iktidarının on yıllık iktidar pratiğinde 600'ün üzerinde hidroelektrik santraliyle Karadeniz'i, 400 hidroelektrik santraliyle Kürdistan coğrafyasını, 300 civarında santralle Akdeniz coğrafyasını bitirmiş, tüketmiştir, bitki çeşitliliğini yok etmiştir.
İnsanları, yaşanmaz kıldığınız coğrafyadan göç ettirip ucuz iş, emek gücü olsun istiyoruz. Onları da örgütten, sendikadan mahrum bırakıyoruz, insani yaşam koşullarından yoksun bırakıyoruz, grev ve toplu sözleşme haklarından yoksun, azade tutuyoruz; sonra da adil yönetimden, demokratik yönetimden bahsediyoruz. "Yeni Türkiye" anlayışı buysa, "ileri demokrasi" söyleminizden anlamamız gereken buysa, biz, böylesi bir işte, böylesi bir çabada ve gayret içerisinde olmayız.
Yapılması gereken basittir. Yapılması gereken, toplumun, sivil, demokratik örgütlülüğüyle, kendi talepleriyle köyde, mahallede, sokakta, kentte kendi meclisleriyle kendisini yönetmesidir. Bütçede, yönetimde, Mecliste katılımcılığın önünü açmak, kadın-erkek eşitliğine dayalı, demokratik, katılımcı yeni bir sistem, yapılması gerekendir.
Türkiye, doksan yıldır katı merkeziyetçi yapısıyla Ankara'dan Manisa'yı, Ankara'dan Ermenek'i, Muş'u yönetmeye kalkıştığından kaynaklı birikmiş tarihsel, siyasal sorunlarımız var. Birikmiş tarihsel, siyasal sorunlarımız, yaşanmış acılar kentlerin, bölgelerin ve yerellerin kendi kendisini yönetmesine fırsat verebilirsek bölgeler ve kentlerde yaşayan halklar söz, yetki ve karar sahibi olabilirse yaşanmayacaktır. Dünyanın ve küremizin ademimerkeziyetçiliğe dönüştüğü, ademimerkeziyetçiliğe hızla evrildiği bugün, Türkiye, bunda ısrar ederek, bırakın Ankara'da merkezîleştirmeyi, Ankara'daki Sayın Cumhurbaşkanlığında her şeyi kilitleyip merkezîleştirerek mevcut sorunlarına çözüm bulamaz, aksine daha karmaşık, daha işin içinden çıkılmaz bir karmaşayla bizi karşı karşıya bırakır.
O nedenle, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının üzerinde merkezîleştirdiğimiz yetkileri, Cumhurbaşkanlığı üzerinde merkezîleştirdiğimiz bu yeni idari, siyasi yapıyı, bölgelere yatay ve demokratik bir noktada dağıtmak durumundayız. Bölgesel adaletsizlikleri gideren, o bölgenin kendisinin karar verebileceği mekanizmaları açığa çıkarmak durumundayız. Sendikalaşmanın, örgütlenmenin önündeki her türlü engeli kaldırmalı, insanların toplu sözleşme, grev haklarını tesis etmeliyiz. İş ve iş yeri güvenliğinden çok, çalışanın, işçinin güvenliğini esas alan, çalışanın ve işçinin koşullarını insani yaşam endeksine uyarlı bir noktaya getiren bir pencereden soruna yaklaşmalıyız. Bugün yoksulluk sınırı 4 kişilik bir ailede 3.500'se asgari ücreti kaldırmalıyız. Taşeronlaştırmaya, piyasalaştırmaya, metalaştırmaya karşı durmalıyız, sağlığın ve insanın metalaştırılmasına itiraz etmeliyiz. İnsanlığı, adaleti, vicdanı yeniden ayağa kaldırıp vicdani ve insani sorumlulukla bu sorunlara neşter atan bir noktadan yaklaşmalıyız.
Bunu yaptığımızda, biz, yasama görevinin vicdani sorumluluklarını yerine getiren bir Meclis oluruz ki onun haklı onuruyla sokağa, topluma ve halklara dönmüş oluruz diyor, saygılar sunuyorum. (HDP ve CHP sıralarından alkışlar)