| Konu: | Hâkimler ve Savcılar Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifleri |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 19 |
| Tarih: | 26.11.2014 |
FARUK BAL (Konya) - Sayın Komisyon Başkanı değişik bir cevap verdi. İştirak etmediği önerge değil de ben başka konulardan bahsedeyim artık, böyle bir nezaketi gösterdi.
Değerli arkadaşlarım, tabii ki eğer ders alınmaz ise tarih tekerrür edecektir. Siz "kast" diyerek hukuk sistemi içerisinde yer alan denge ve denetim mekanizmalarını bozarsanız başka bir felaket geleceği belliydi, nitekim geldi.
Şimdi, o felaketi yaratan sebepleri teker teker hukuk düzeni içerisinde suçların şahsiliği ve kanuniliği ilkesine uygun olarak gereğini yerine getirmeniz gerekmektedir. Yani, istiklal mücadelesi verdiğiniz cemaat kitlesine karşı, hukukla sınırlı olarak, eğer varsa bir suç onun gereğini yapmak durumundasınız. Şayet eski Adalet Bakanının ifade ettiği gibi Yargıtayda bir cemaat imamı varsa, dosyaları alıp Pensilvanya'ya götürüyor ise -bu onun iddiası- bu, Yargıtay Kanunu'nda belirli müeyyidelere tabi bir disiplin suçudur, bunu çalıştırmanız lazım. Yine, Ceza Kanunu'nda belirli müeyyidelere tabi bir suçtur, bunu çalıştırmanız lazım. Hukukun üstünlüğü bunu gerektirir. Ancak, siz öyle yapmıyorsunuz. Nasıl yapıyorsunuz? İstiklal mücadelesi ölçüsünde gördüğünüz cemaati bir kitle olarak karşınıza alıyorsunuz ve ona karşı hukuk dışı yollarla birtakım faaliyetlerde bulunuyorsunuz. Bu faaliyetlerde cephane olarak da yüksek yargıya seçtireceğiniz üyeleri kullanacaksınız, asker olarak onları kullanacaksınız. Böyle bir şey olabilir mi, böyle bir hukuk anlayışı olabilir mi? Bu hukuk anlayışı bizi şöyle garip noktalara götürüyor: Değerli arkadaşlarım, 2007 yılında zamanın Adalet Bakanı Bakanlar Kurulunun imzasını taşıyan bir kanun tasarısı sevk etti Meclisimize. Orada diyor ki: "Yargıtayın 250 olan üye sayısı fazla, bunu 150'ye düşürelim. Daire sayısı da fazla bunu da daha aşağı seviyeye indirelim." Elhak, o dönemin şartları içerisinde farklı bir amaca hizmet etme niyetiyle gönderilen bu tasarıdaki düşünce doğruydu.
Şimdi, aradan dört yıl geçti, 2011 yılı geldi. 2011 yılında Yargıtaydaki ve Danıştaydaki üye sayılarını şaşılacak bir biçimde artırdınız. Yani, 250 olan Yargıtayın üye sayısı 387'ye çıkarıldı, 84 olan Danıştay üye sayısı da 154'e çıkarıldı. Burada duracak diye bekliyorduk, durulmadı, kesmedi bu rakamlar. Bu defa Yargıtay üye sayısını 517'ye, Danıştay üye sayısını da 137'ye çıkaracak şekilde yeniden düzenleme yapıyorsunuz.
Değerli arkadaşlarım, bunun dünyada eşi menendi olmayan bir obez mahkeme yaratmaktan başka bir anlamı yoktur. Bunun başka bir anlamı vardır o da: Yargının içerisine siyasal görüntü ile hormonlanmış bir enerji enjekte ediyorsunuz, bu olmaması gereken bir iştir. Yargının terazisini tutan heykelin de gözü bağlıdır. Niçin? Çünkü yargıladığı kişilerin dili, dini, cinsi, felsefi inancı, mezhebi ne olursa olsun herkese karşı eşit davranmak için gözü bağlıdır. Ama siz göz göre göre gözünü açıyorsunuz ve belirli bir kitleye karşı, asker olarak kullanmak üzere, Yargıtayın üye sayısını 517'ye ve Danıştayın üye sayasını da 137'ye çıkarıyorsunuz. Böylelikle, siyasal hormonlu bir Yargıtay, siyasal hormonlu bir Danıştay ve obez bir yüksek mahkeme sürecine Türkiye girmiş oluyor. Bu, size bir fayda sağlamayacaktır. Eğer varsa mücadele ettiğiniz kesimle mücadeleniz, hukuk içerisinde, suçların şahsiliği ve kanuniliği ilkesine göre her kim ne yapmışsa hukuk önünde cezasını çekmeli. Buradan ayrıldığınız takdirde farklı farklı alanlara ve ufuklara yol açıyorsunuz, yelken açıyorsunuz demektir. Gideceğiniz hedef diktadır, diktatörlüktür.