| Konu: | CUMHURİYET HALK PARTİSİ GRUBU ADINA GRUP BAŞKAN VEKİLLERİ ANKARA MİLLETVEKİLİ EMİNE ÜLKER TARHAN, YALOVA MİLLETVEKİLİ MUHARREM İNCE VE İSTANBUL MİLLETVEKİLİ MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ'NİN, İZLEMEKTE OLDUĞU DIŞ POLİTİKANIN GERÇEKLERDEN UZAK OLDUĞU, ÜLKE GÜVENLİĞİ VE ÇIKARLARINA ZARAR VERDİĞİ İDDİASIYLA DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU HAKKINDA GENSORU AÇILMASINA İLİŞKİN ÖNERGENİN ÖN GÖRÜŞMESİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 116 |
| Tarih: | 06.06.2012 |
MHP GRUBU ADINA YILDIRIM TUĞRUL TÜRKEŞ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; konuşmama başlarken yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
Cumhuriyet Halk Partisinin, Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu hakkında, ülkenin güvenliğini tehlikeye atan ve ülke çıkarlarına zarar veren başarısızlıkların siyasi sorumlusu olduğu iddiasıyla verdiği gensoru önergesi ile alakalı, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz aldım.
Öncelikle, Sayın Davutoğlu'nun, Dışişleri Bakanı olarak, böyle bir gensoruya muhatap olmasını kesinlikle arzu etmezdim. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin menfaatleri tüm kurum ve şahısların üzerindedir. Dolayısıyla da ortada bir yanlış varsa -ki ben, ağır yanlışlar zinciri olduğu kanaatindeyim- bu telafi edilmeli ve gereken yapılmalıdır.
Az önceki değerli konuşmacılar da bahsetti, Sayın Davutoğlu'nun, başlangıçta ortaya attığı "komşularla sıfır sorun" tezi, aslında birçoğu için cezbedici ve heyecan vericiydi ilk başta. Zira zamanında Atatürk'ün işaretlediği "Yurtta barış, dünyada barış" hikmetinden esinleniyordu, onu örnek alıyordu. Umuyorum ki Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında bulunan tüm siyasi partiler, Türkiye'nin, bölgesinde ve dünyada itibar gören bir devlet olmasını canıgönülden hedeflemektedirler. Sayın Davutoğlu'nun örmeye çalıştığı "stratejik derinlik" paradigması da her her ne kadar birtakım hayalperest ögelerle beslense de pekâlâ bu yüksek gayenin ete, kemiğe büründürülmesine katkıda bulunabilirdi.
Bir dönem, bu çerçevede bazı somut adımların atıldığı da doğrudur, bunu da gönül rahatlığı ve sükûnetle kabul ediyorum. Örneğin, 2002-2009 yılları arasında bölge ülkeleriyle bir yakınlaşma başladı. Sayın Davutoğlu önderliğinde, özellikle Suriye ve İran ile Avrupa Birliğinin kuruluş aşamasındaki Benelux modeli gibi bölgede bir barış ve ticaret havzası oluşturmak istendi. Suriye'yle, İran'la, Mısır'la, Libya'yla sıcak ilişkiler geliştirildi. AKP o sıralarda Irak'ın toprak bütünlüğünü -söylem düzeyinde dahi olsa- kamuoyu önünde savunabiliyordu. İsrail ile diyalogumuz o kadar iyiydi ki Suriye ile aralarında hasıl olan ihtilafı çözmek için yegâne adres olarak Türkiye gösteriliyordu. Avrupa Birliğine tam üyelik için müzakereler başlamış, son sürat ilerliyordu. Batı, Türkiye'nin nihayet modern bir demokrasiye dönüşeceği hususunda ikna oluyordu. Peki, hatalar yok muydu? Elbette vardı, hem de çok.
Öz kardeşimiz Azerbaycan ile yaşanacak bir gerginlik pahasına olsa dahi Ermenistan ile protokol imzalandı. Irak'taki Türkmen nüfusun hakları göz ardı edildi, özgürlükleri savunulmadı. İçeride yürürlüğe konulan "açılım" siyasetinin çekirdeğini teşkil eden Türk düşmanlığı, dışarıda da etkisini hepimize hissettirdi. Göz bebeğimiz olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni aşındırmaya yönelik faaliyetler güdüldü. Merhum Rauf Denktaş'ın şahsına karşı hakarete varan açıklamalar yapıldı, beyanlar verildi.
Söz konusu verilerin ışığında gri renkte addedilebilecek AKP dış politikasını dipsiz kuyulara, zifiri siyaha iten ana hadise ise bir Tunuslu genç olan Muhammed Bouazizi'nin bedenini ateşe vermesi oldu. Sayın Davutoğlu'nun tuğla kalınlığındaki kitabını, akademik makalelerini, hararetli nutuklarını, herkes tarafından iltifat yağmuruna tutulan pragmatizmini yerle bir eden, küllere karıştıran bir Arap çocuk oldu. Ne hazin değil mi? Koskoca bir vizyon yok oldu. Barış yerini dış müdahaleciliğe, istikrar yerini kaosa, düzen yerini anarşiye bıraktı.
Bugün itibarıyla, Başbakan Sayın Erdoğan'ın 2002-2009 yılları arasında elini sıktığı kim varsa sözde "demokrasi" uğruna ya yakalanıp kafeslere tıkıldı ya öldürüldü veya hâlâ öldürülmek isteniyor. Oysa, Arap Baharı'na kadar Türkiye'nin bölgede genel bir demokratikleşme beklentisi yoktu, vardı ise de kamuoyu önünde paylaşılmıyordu. Kaldı ki, ben, Sayın Davutoğlu'nun bu sözde "demokrasi" delilinin ardına saklanmasını kati surette samimi bulmuyorum. Tunus'tan, Mısır'dan çok daha baskıcı ve otoriter rejimler hâlâ ayakta değil midir? Bahsedilen ve övünülen "demokrasi rüzgârı" niçin diğer bazı bölge ülkelerini, özellikle de petrol zengini monarşik yapıları es geçmiştir? Bu sorular sorulmalıdır. Ortada belli ki tertip edilen bir kışkırtma var. Tunus'ta başlayan ve ardından domino etkisiyle tüm bölgeye yayılan isyan Libya'da tıkandığında, Kaddafi'nin direnişiyle karşılaştığında NATO'nun anında askerî planda sürece dâhil olması bu açıdan manidardır. İlk anda "NATO'nun ne işi var orada?" diye basın önünde çıkışanların, ardından kapalı kapılar ardındaki müzakereler sonucu can havliyle operasyona dâhil olmalarını da unutmuyoruz.
Bu bağlamda, tabii olarak, Arap Baharı olgusunun yaşandığı ve yayıldığı coğrafyaları bir de o bölgelerdeki enerji havzalarının haritasıyla mukayese etmek lazımdır. Söz konusu mukayeseyi yaptığımız vakit görürüz ki, Türkiye Cumhuriyeti devleti herhangi bir doğal kaynağı yağmalamamış, diğer büyük müdahil ülkeler gibi sömürmeye kalkışmamıştır. Demek ki AKP için Arap Baharı'nın ganimetleri maddi planda değil, başka bir alandadır. Peki, nedir bu alan? Hangisidir?
Sayın Davutoğlu'nun tasarladığı "komşularla sıfır sorun" politikası, 2010'da Orta Doğu genelinde ve Mağrip ülkelerinde cereyan eden halk ayaklanmalarıyla aksamış, ardından Suriye ile ise tamamıyla çökmüştür. Bugün karşılaştığımız çatlak "Komşu halklar ile mi sıfır sorun yoksa komşu rejimlerle mi sıfır sorun?" sorusu eksenindedir. Son gelişmeler vasıtasıyla görüyoruz ki aslında Sayın Davutoğlu'nun derdi o coğrafyalarda bugüne dek yeraltı faaliyetlerinden sorumlu olacak olan oluşumlarla tesis edilecek sıfır sorun siyasetiymiş. Bu unsurun üzerine mutlaka gidilmelidir. Bugün varılan noktada, Tunus'ta yapılan ilk özgür seçimleri, Mısır'da yapılan parlamento ve ilk tur cumhurbaşkanlığı seçimlerini aynı oluşum önde bitirmiştir. Şekillendirilen yeni Libya'da, Suriye'de ise merkez odağı tek başına yine aynı blok oluşturuyor. Tüm bu ayrıntılar basit birer tesadüf müdür? Bana kalırsa böyle düşünmek fevkalade zordur arkadaşlar. Bu teşkilatın önde gelen isimleri, özellikle Arap Baharı sonrasında mevcudiyet belirttikleri ülkelerde özgürlükleri koruma altına alacaklarını belirtmişlerdir.
Bu vesileyle can alıcı bir not olarak da sizlerle bir şey paylaşacağım. Tunus'taki teşkilatın seçkin figürlerinden birisi, Mayıs 2011 tarihinde, geçtiğimiz aylarda Hatay'da kampları ziyaret ederken yaptığı bir konuşma esnasında "Gelecek sene Şam'da görüşmek üzere." diyen John McCain ve Joe Lieberman'
Şimdi, yüce Meclisin huzurunda sormak istiyorum: Sayın Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin dış politikasının irili ufaklı uluslararası sivil toplum kuruluşlarıyla eş güdümlü idare edildiği bir dönemi vicdanınızda nasıl aklayabilirsiniz? Bu mümkün müdür? Bu sorunun tarafınızca milletimizin önünde cevaplandırılması gerekir.
İzninizle, meselenin bu boyutunu bir kenara koyup diğer çehreleriyle ilgili konuşmama devam edeceğim.
Türkiye, bugün neredeyse tüm komşularıyla sorunlu ilişkilere sahiptir. Suriye'yle kopan resmî ilişkilerin yanı sıra İran'
Ek olarak, küresel ekonomik kriz dev cüsselileri bile zorlamaya başlamışken ve içeride milyonlarca işsizimiz varken ve cari açığımızla sürekli diken üstünde olan bir ekonomiyle Sayın Davutoğlu'nun çaldığı savaş borazanlarını akılla bağdaştırmak mümkün müdür değerli arkadaşlar? Ayrıca Suriyeli mültecilere yapılan yardımın, Türkiye'deki kamplarda, bugüne kadarki harcamanın 150 milyon doları aştığı söyleniyor. Bu rakam millî bütçeden mi karşılanmaktadır, yoksa bölgedeki müttefik ülkelerden de katkı vermeleri istenmiş midir? Suriye'deki direniş hareketinin finansmanını ve lojistiğini, ülkemizin sıradan insanları, örneğin elektrik veya doğal gaza yapılan çeşitli zamlarla karşılamak mecburiyetinde midir?
AKP, bugün Arap Baharı kapsamında Irak'ın ülke bütünlüğünü tehdit ederken ülkenin kuzey bölgesinde kurulacak sözde bir devlet yapısına da önayak oluyor. Nedeni ise çok basittir; AKP, Barzani ile ittifak kurmuştur. PKK'ya yönelmeye başlayan AKP İktidarının dışarıda Barzani, içeride ise meseleye sözde ılımlı yaklaşan ancak en az PKK kadar yıkıcılığı savunan yurt dışından ithal figüranlarla kol kola girmesi birçok soru işaretini de beraberinde getirmektedir. Çok açık konuşacağım, dumanlı ilişkiler yumağınızı takip ediyoruz ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar da not ettiğimizi bilmelisiniz.
Sayın milletvekilleri, bugün gelinen noktada ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kıbrıs diye bir davasının kalmadığı intibası yaratılmaya çalışılıyor. Gerçekten de Sayın Davutoğlu, Kıbrıs'ı bir dava olarak değil, bir sorun olarak değerlendirmektedir. AKP'nin "Millî meseleler" olarak adlandırdığı sınıfın içinde öyle değişik ve birbiriyle alakasız meseleler var ki hakiki manada millî olan davamız Kıbrıs'ı böylelikle sıradanlaştırıyor ve etkisizleştiriyoruz. AKP'nin millî meseleleri o kadar geniş bir alana yayılıyor ki bu vesileyle söz konusu kavramın içi de boşaltılıyor. Buna göre Gazzede, Şamda, Bağdatta, Kahirede, Trablusta, Tunusta millî mesele konumuna terfi etti, Kıbrıs da bunların içinde. İktidara yakınlığıyla bilinenlerden bazı duyumlar alıyoruz. İsrail'in Kıbrıs Adası'nın güneyinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'yle birlikte yürüttüğü malum faaliyetlerden şayet olumlu bir netice çıkarsa yani petrol, doğal gaz bulunursa -ki öyle bir ihtimali ben görmüyorum ama gene de bunlar söyleniyor- Türkiye'nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'yle bir anlaşmaya gidebileceğine, bunlardan alacağı pay ile de Kıbrıs'ı bir sözde baş ağrısı olmaktan çıkaracağına dair söylemler var. Bir başka seçenekte de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Kıbrıs Adası'nda bir veya iki askerî üs karşılığında geriye çekilebileceği söyleniyor. Takdiri yüce milletimize bırakıyorum.
Kıbrıs ile bağlantılı olarak Sayın Davutoğlu'nu Türk dünyası siyaseti çevresinde de eleştiriyorum. Türk dünyasıyla ilgili çok yönlü bir dış politikanın içselleştirilmesi gerekirdi. Son dokuz yılda bunun olmadığını görüyoruz. Türk dünyasıyla olması gereken ilişkiler ne acıdır ki yürümüyor. Tarihî köklerimizle bağları koparmayacak, aksine, onları sağlamlaştıracak ve pekiştirecek bir dış politikanın yokluğuna şahit oluyoruz. AKP'li arkadaşlarımıza söylüyorum: Türk dünyası, her sene düzenlenen Türkçe Olimpiyatları etkinliğine Başbakan, bakan veya milletvekili düzeyinde sağlanan katılımdan çok daha fazlasını hak ediyor. "Bunu yapmayın." demiyoruz size, onlara tabii ki katılın, gidin, ağlamak isteyenler ağlar, onlara hiçbir sözümüz yok ama Türk dünyasına daha fazla ilgi gerekiyor; Özbekistan'a ilgi gerekiyor, Kazakistan'a ilgi gerekiyor, Kırgızistan'a ilgi gerekiyor.
AKP'nin önümüzdeki yıllarda küresel güçlerin iktidar mücadelesine tanıklık edecek Orta Asya coğrafyasını tamamıyla yok sayması, TİKA'nın bu bölgedeki faaliyetlerinin aksaması ve hatta durma noktasına gelmesi, devletimizin stratejik menfaatlerine nispetle derinden aykırılık arz etmektedir.
Şunu açıkça ifade etmek istiyorum: Türk dünyası bugün kendisini Türkiye tarafından terk edilmiş, yüzüstü bırakılmış hissetmektedir. İlkesel olarak sonuna kadar arkasında olduğumuz, ancak iktidarın plansız programsız götürdüğü Afrika açılımı yerine önceliği bu coğrafyaya vermesi daha yerinde olacaktır, Balkanlar da buna dâhildir.
Gitgide gerileyen Türkiye-AB ilişkilerine, 2015'e yaklaşırken Hükûmetin hazırlıksızlığına ve hareketsizliğine, ABD'yle tecrübe edilen iniş çıkışlara ve bölgemizdeki bazı ülkelerle aramızda oluşan husumete kısıtlı zamanımdan dolayı değinemiyorum bile. Bu noktalarda da ama manzara aynıdır, perişandır.
26 Nisan 2012 tarihinde, yüce Meclisi Hükûmetin Suriye politikasıyla ilgili bilgilendirmek yerine, kendisine hiç de yakıştıramadığım sert bir üslupla, muhalefeti azarlayan bir tarzda konuşan Sayın Davutoğlu'nun -bunu niye yapıyor, yaptığı hataların yarattığı farkındalık mı yoksa parti içi hesaplar mı, onları tabii ben bilemem- saygıdan, hoşgörüden ve demokratik etikten yoksun bu davranışını Milliyetçi Hareket Partisi olarak fazlasıyla yadırgadık. Nezaketini, duyarlılığını bildiğim, tanıdığım Sayın Davutoğlu'nun bize karşı o gün takındığı bu tavra kendi adıma da bir anlam veremedim, bunu da açıkça söyleyeyim.
Sayın milletvekilleri, her şeyin ötesinde, AKP'nin kendi içinde bir koalisyon yaşattığını bugün herkes bilmektedir. Millî Eğitimde ve İçişleri Bakanlığında her yeni gelen bakanla fikir ve icraat tamamıyla değişmiştir. 3 bakan, Millî Eğitimde üç icraat gibi. Umarım Dışişlerinde bir Bakan değişikliği olmadan, Dışişleri gerçekten Türkiye'nin ihtiyaçlarını karşılayacak millî ve daha ciddi bir çizgiye gelir.
Bu duygu ve düşüncelerle yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Türkeş.