GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: TÜRK CEZA KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ
Yasama Yılı:4
Birleşim:99
Tarih:06.06.2014

SEYFETTİN YILMAZ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı üzerinde 14'üncü maddeyle ilgili verdiğimiz önerge hakkında söz almış bulunuyorum. Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce başta seçim bölgem olmak üzere Türkiye'nin çeşitli yerlerinde sel felaketinden etkilenen tüm vatandaşlarımıza geçmiş olsun diyorum. Devletimizin de bir an önce buralara çözüm bulmasında, yardımcı olmasında fayda olduğunu düşünüyorum.

Değerli milletvekilleri, demokrasi, hukuk ile siyaset arasındaki dengeye dayalı bir sistemdir. Demokrasinin özü ve güvencesi hukuk bilinci ve yargı bağımsızlığıdır. İnsanların hoşnut olmadıklarını eleştirebilme ve haklarını arayabilme özgürlüğü hem demokrasinin teminatı altındadır hem de onun temelidir. Demokratik bir sistemde devlet işlerini yürütmeye talip olanlarda hem hukuk hem de siyaset bilincinin gelişmiş olması gerekir. "Yolsuzluk varsa gelin bana söyleyin." diyen, yolsuzluk iddialarını yargıyı aradan çıkartarak sandığa taşımak isteyen bir Başbakanda hukuk bilinci olmadığı gibi siyaset bilinci de yok demektir. Ayakkabı kutusu ile tır dorsesi arasına sıkıştığında karar mercisi olarak sandığı işaret eden Başbakan bilmelidir ki seçmen ile yargı birbirlerinin yerine ikame edilebilecek unsurlar değildir. Halkın yüzde 51'i vergi vermemek veya işine gelmeyen kanunlara uymamak isterse Başbakan buna ne diyecektir?

Demokraside her kurum denetime ve her denetim de halka açık olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında AKP iktidarının Sayıştay raporlarını Türkiye Büyük Millet Meclisinden kaçırması, yolsuzluklardan da yolsuzluk soruşturmalarının engellenmesinden de az vahim değildir. Belli ki birbirlerinden bağımsız da değilmiş.

Demokrasiye yönelik tehdidin en genel ifadesi yargının bağımsız olmamasıdır. Bu tehdidi sadece cemaate bağlılık olarak görenler çözümü de yargıyı kendilerine bağlamakta bulur, bağımsız kılmakta değil. Başbakanın gözünde tehdit, yargının cemaate bağlı olması değildir, buna zaten kendisi göz yummuştur; onun açısından tehdit, cemaat üzerinden kendisine bağlı olmamasıdır. Böyle bir zihniyetin, bırakın ileri demokrasiden falan söz etmesini, herhangi bir demokratik sistemde devlet işlerini yürütebilecek liyakatte olması mümkün değildir. On iki yıldan uzun zamandır süren iktidarları boyunca AKP zihniyetinin Türkiye'yi getirdiği noktada, kendi partilerinden seçilmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı bile "Mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen Anayasa'nın 138'inci maddesi bu memlekette ölmüştür." diyor. Bunun sorumluluğunu cemaatin sırtına atıp kurtulmak kolay mıdır? Ancak yolsuzlukları ortaya saçılınca bunu söylemek akıllarına gelmiştir. Sevdikleri tabirle "zamanlaması manidar" değil midir?

Başbakan gitti, taa Uzak Asya'dan haykırdı "Yargının vatana ihanetten başka derdi yok." diye. Düşünebiliyor musunuz, bir ülkenin Başbakanı, o ülkenin yargısı için "vatan haini" bile dedi, diyebildi. Evet, Sayın Başbakan, senin bakan çocuklarının yatak odalarındaki para kasalarıysa vatan, senin genel müdürlerinin ayakkabı kutularındaki 4,5 milyon dolarsa vatan, senin bakanlarının kollarındaki 700 bin liralık saatlerse vatan, Urla'da, Bodrum'da villalarsa vatan, yine milyon dolarları sıfırlamaksa vatan, yargı vatan hainidir ve vatan haini olmalıdır.

Bir Başbakan neden bağımsız yargıyı tehdit olarak görür de kendine bağlamak ister? Neden onu vatana ihanetle suçlar da ancak kendine bağlamakla ihanetin son bulacağını düşünür? Başbakan ideolojik gerekçelerle bile böyle bir adımı göze almamışken yolsuzluk soruşturmalarından kurtulmak için böyle bir işe girişiyor, böylece neyin ustası olduğunu da göstermiş oluyor. Evet, 17 Aralık, Tayyip Erdoğan'ın neyin ustası olduğunu anladığımız tarihtir. Bundan böyle onun ustalık eserini görmek isteyenler devlet yapısında neden olduğu tahribata ve yakın çevresinin gömüldüğü yolsuzluklara bakacaktır.

Şimdi, 17 Aralıktaki ABD-İsrail komplosunu hemen yakalayıp ortaya çıkaran zekâ sahiplerine sormak istiyorum: MİT 18 Nisanda Başbakanın masasına "Bakanlarının Rıza Sarraf'la olan yolsuzluk ilişkileri aleyhinde kullanılabilir, dikkatli ol." diye bir rapor koyuyor ki ayrı bir skandaldır, o zaman komplo yok. Bir ay sonra Başbakan ABD'ye gidiyor. Başta yandaş medya olmak üzere bütün iktidar çevreleri "Obama Başbakana çok değer veriyor, onu Blair House'de ağırladı" falan diye hava atıyorlar. ABD komplosu yok. Ne hikmetse, hiçbir şey değişmediği hâlde 17 Aralıkta ayakkabı kutuları ve bakan çocuklarının para kasaları ortalığa saçılınca "ABD-İsrail komplosu" diyorlar. (MHP sıralarından alkışlar)