| Konu: | SANAL ORTAMDA İŞLENEN SUÇLAR SÖZLEŞMESİNİN ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 79 |
| Tarih: | 22.04.2014 |
MHP GRUBU ADINA SEYFETTİN YILMAZ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Biz de Sanal Ortamda İşlenen Suçlar Sözleşmesi'ne katılıyoruz. Buna göre iç hukukumuzun da uygun hâle getirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Sanal ortamda birçok suç işleniyor, birçok insanın canı yanıyor, bunların mutlaka ortadan kaldırılması gerekiyor. Nerede insanların canını yakan, insanlara haksız uygulama yapılan ortamlar varsa onlarla ilgili hukuk çerçevesi içerisinde, uluslararası hukuk ve iç hukukumuz çerçevesinde gerekli düzenlemelerin mutlaka yapılması gerekiyor. Fakat, şunu belirtmek istiyorum ki ne yazık ki Adalet ve Kalkınma Partisinin şöyle bir anlayışı var: On iki yılın sonunda geldiğimiz nokta itibarıyla, eğer ucu kendine dokunuyorsa, yapılan uygulamalardan Adalet ve Kalkınma Partisi zarar görüyorsa ona karşı ciddi bir mücadeleye başlıyor. Ama, yapılan uygulamalar, yapılan sözleşmeler, yapılan anlaşmalar eğer muhalif kesimi ilgilendiriyorsa onlarla ilgili bir düzenlemeye girmeyi kabul etmiyor ve ondan nemalanmayı ön plana çıkaran bir anlayışın içerisine giriyor. Burada şunu belirtmek lazım: Demokrasi hepimiz için geçerli, hukuk hepimiz için geçerli, adalet hepimiz için geçerli. Eğer başkaları için uygulanan, istediğimiz şeyleri kendimize geldiğinde uygulamıyorsak mutlaka bunlarla ilgili bir karşılığa ve sonuca katlanmak zorunda kalıyoruz. Ne yapıyorsak onlar karşınıza çıkıyor. Çünkü "ilahî adalet" denen bir adalet vardır ve ilahî adaletten hiçbir şekilde kurtuluş yok. Çünkü gücünüz itibarıyla Türk yargısını dizayn edebilirsiniz, Türk mahkemelerini dizayn noktasına getirebilirsiniz, yönetimi dizayn edebilirsiniz ama ilahi adaletten kurtuluş yoktur, mutlaka bir gün herkes ilahi adalette hesap verecek. Buna bakarak buna göre adımlarımızı atmamız ve düzenlememiz gerektiğine inanıyorum.
Değerli arkadaşlar, 2002 yılında iktidara gelirken, kasım ayında, şöyle bir bakın, basının yüzde 90'ı, yüzde 95'i Adalet ve Kalkınma Partisine karşı bir tavır sergiliyordu. O basının karşı olmasına rağmen, 2002 yılında millet iradesiyle iktidara geldiniz. Burada yapılması gereken neydi? Adil olmak gerekiyordu. Ama, on iki yılın sonunda siz ne noktasına geldiniz? Adil olmayı bir kenara bırakarak şunun peşine gittiniz, dediniz ki: "Herkes benim gibi düşünmek zorundadır. Herkes benim düşüncelerimi savunmak zorundadır." Bunun için ilk iş olarak iktidara geldikten sonra basın üzerinde bir operasyon başlattınız ve basını ele geçirdiniz. Bugün Türk medyasının yüzde 80'i, yüzde 85'i, yüzde 90'ı iktidar partisinin yayın organı gibi. Bir Pravda oluşturdunuz. Birçoğunun sahibi... Ne yazık ki Sayın Başbakan ve onun talimatını verdiği kişiler tarafından yönetiliyor. Şimdi, bunu kabul edin, etmeyin, bugün uygulamalara bakın geçmiş yıllar itibarıyla, uygulama şöyle gelişiyor: Önce TMSF basın-yayın organlarına el koyuyor, akabinde "yandaş iş adamları" dediğimiz iş adamları bu medya grubunu satın alıyor. Bir bakın, bugün medya sahibi olanların, TMSF'den alanların hemen hemen tamamına yakını devlet ve belediyelerden iş alan iş adamları ve ondan sonra şunu yapıyorsunuz: Bu basını ele geçiriyorsunuz, sahibinin adının "Ahmet", "Mehmet", "Ali", "Veli" olması önemli değil -bunların bütününün sahibi- Başbakan ve ekibinin oluşturduğu bir ekip tarafından manşetler bile dizayn ediliyor. Bugün birçok gazeteye, televizyona baktığınız zaman aynı algıyı oluşturmak için aynı amaca yönelik manşetleri atıyor. Bunlar hepimizin gözünün önünde gelişen olaylar. Yani şuna tahammül edemiyoruz: Bu ülkede muhalefet de demokrasinin bir gereğidir ama Sayın Başbakanın bir muhalefet partisinin liderinin konuşmasına dahi tahammül edemediği yerde siz hangi haktan, hukuktan, adaletten bahsedeceksiniz? Bir kere düşünün, Fas'tan "Alo Fatih" diyerek Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Doktor Devlet Bahçeli'nin grup konuşmasına müdahale eden, onun konuşmasını, Genel Başkanımızın konuşmasını kaldırtan veya herhangi bir gazetede Hükûmetin aleyhine olabilecek veya Hükûmetin politikalarına ters gelebilecek bir olaya bile tahammülü olamayan bir Başbakanın yönettiği ülkede hangi demokrasiden bahsedeceğiz, hangi hukuktan bahsedeceğiz, hangi adaletten bahsedeceğiz?
Şimdi, çok açık ve net söylüyorum, gelinen nokta: Her şey 17 Aralık ve 25 Aralığa kadar kontrolünüz altında gidiyordu. Dün "iyi" dediğinize bugün "kötü" diyorsunuz, dün övdüğünüzü bugün yeriyorsunuz yani burada bir tutarsızlık var mı, yok mu? Elinizi vicdanınıza koyun, Anayasa Mahkemesiyle ilgili Sayın Başbakanın, Başbakan Yardımcılarının ve Hükûmet sözcülerinin ifadelerine bakın. AK PARTİ'yle ilgili kapatma davasının görüşüldüğü o mahkemede Anayasa Mahkemesini yere göğe sığdıramayan Sayın Başbakan, bugün Anayasa Mahkemesinin verdiği birtakım kararlar neticesinde aynen şu ifadeyi söylüyor: Bunlar millî değil, bunlar birtakım ekibin, gücün elemanları gibi... Yargıyı suçlayacak noktaya getiriyor. Yargıya saygı duymayan bir Başbakanla karşı karşıyayız değerli milletvekilleri.
Atatürk Orman Çiftliği'nde birinci derecedeki sit alanı bir gecede üçüncü derece sit alanı hâline getirildi. 70-80 yaşındaki ağaçlar kâğıt üzerinde bir gecede 10 yaşında gösterilerek, oradaki birtakım ağaçlar yok sayılarak, düzmece birtakım raporlarla -çok açık ifade ediyorum- birinci derecedeki sit alanı üçüncü derece sit alanına çevrildi ve Başbakanlık Konutu yapılmasının önü açıldı. Peki ne oldu? Mahkemeye gitti birtakım sivil toplum örgütleri ve mahkeme şu kararı verdi, dedi ki: "Buradaki uygulama yanlıştır. Yürütmeyi durduruyoruz." Başbakan ne dedi, beyanat veriyor: "Kim takar mahkeme kararını. Güçleri yetiyorsa gelsinler, bu işi durdursunlar." Arkadaşlar, bunu söyleyen, bu ülkenin Başbakanı ne yazık ki. Bir ülkenin Başbakanı "Kim takar mahkeme kararını." diyorsa, "Kimin gücü yetiyorsa gelsin bu inşaatı durdursun." diyorsa, burada hukuktan bahsedebilir misiniz? Burada demokrasiden bahsedebilir misiniz? Burada adaletten bahsedebilir misiniz? Allah aşkına, ben size soruyorum, bir ülkenin Başbakanı hukuk kurallarına karşı, mahkeme kararlarına karşı bu kadar rest çekerse, o ülkede demokrasi olur mu? Kaosun önünü açıyorsunuz, kaosun önünü açacak uygulamalardır bunlar.
Dün, bu ülkenin askerleri, generalleri içeriye alınırken "Bu ülkede bağırsaklar temizleniyor. Bu işleri yapan savcılar ne kadar kahraman savcı." dediğiniz ortamda, onları övdüğünüz bir ortamda, o savcıyı övdüğünüz ortamda... Medyada, basında onlarla ilgili olumlu lafları söyleyen Sayın Başbakan, bakanlar, Hükûmet sözcüleri siz değil miydiniz? Birden ne oldu? Birden, bunları yapanlar hain oldu. Eğer bir insan yanlışsa dün de yanlıştır, bugün de yanlıştır. Bir insan doğruyu söylüyorsa dün de söylemeli, bugün de söylemeli. Yani, burada, bu Hükûmetin düşünmesi gereken en önemli unsur doğruların yönü şaşmış, doğrular kişilere göre değişiyor, doğrular uygulamalara göre değişiyor: Sayın Başbakanın ve Hükûmetin hoşuna giderse doğru, hoşuna gitmezse yanlış! Yani, bununla nereye kadar gidebileceğinizi düşünüyorsunuz?
Yani, şimdi, siz diyeceksiniz ki, çıkacak birçok sözcü: "Ya, 30 Martta gördük." 30 Martta hiçbir şey görmediniz değerli milletvekilleri. 30 Martta, işte, o medyaya niye ihtiyaç duymuşsunuz, biliyor musunuz? Medyanın şu anda yüzde 90'ı elinizde. Alın listeyi, önünüze koyun. "Merkez medya" dediğiniz, dün eleştirdiğiniz medya, sizin talimatlarınızla hareket ediyor. Yani, düşünün, bir ülkenin Sayın Başbakanı, neredeyse, köy bakkalı açacak, 30 tane televizyon, 45 tane kanal canlı yayınla Sayın Başbakanın konuşmasını veriyor, gazeteler aynı noktaya vuruyor.
Yani, şu yapıldı bu süreç içerisinde: 17 Aralık ve 25 Aralık, bir travma oluşturdu. Ortada hırsızlık ve yolsuzluk olmasına rağmen, bunu ne kadar saklarsanız saklayın, konuşmamın başında da söylediğim gibi, mahkemeleri dizayn edebilirsiniz, polisleri dizayn edebilirsiniz, yapıyı dizayn edebilirsiniz ama Allah şahit ki ilahi adaletten kurtulamayacaktır bunu yapanlar. Kimin boğazından haram lokma geçmişse, bu haram lokmanın geçmesine kimler destek vermişse, bu haram lokmanın yenmesi için kim ön açmışsa, bunlar, ilahi adalette mutlaka ve mutlaka hesap verecektir. Verecek, bunun kurtuluşu yok, hiç kurtuluşu yok. Yani, yargıdan kurtulabilirsiniz, dizayn edebilirsiniz ama inançlı insanlar şunu biliyor ki ilahi adaletten kurtuluş yok.
30 Martta, işte, o ele geçirdiğiniz medyayla beraber, hani algı siyasetini... Beşir Atalay "Ben çok iyi bir algı yöneticisiyim." diyor ya, "Bu seçim sistemini, bu yapıyı ben götürdüm, benim ekibim götürdü." diyor. Bir ekip çalışmasıyla ne yaptınız bu süre içerisinde, 17 Aralık ve 25 Aralıktan sonra? Sanki ortalıkta, bu fakir fukaranın, garip gurebanın, o aziz milletimizin, o Anadolu'nun masum ve garip insanlarının hakları yenmemiş gibi, onların mallarına el uzatılmamış gibi, kul hakkı yenmemiş gibi, bir şeyin üzerine kilitlendi bütün medya, dediler ki: "Millî iradeye darbe var. Recep Tayyip Erdoğan bu ülkenin başından indirilecek, Türk demokrasisine darbe vurulmaya çalışılıyor." Buradan defalarca söyledik, üç dört ay geçiyor, ister kapalı oturum yapın ister açık oturum yapın, başta, Sayın Genel Başkanımız Devlet Bahçeli olmak üzere, MHP grup başkan vekillerimiz ve milletvekilleri olarak dedik ki: "Bu işin arkasında kim var? Bu ülkeye kim darbe yapıyor, Recep Tayyip Erdoğan'a karşı kim darbe yapıyor? Bu işin arkasında Amerika mı var, İngiltere mi var, Fransa mı var, İsrail mi var? Ve onun yerli iş birlikçileri kimlerse çıkın, açıkça belgeleriyle ortaya koyun, bu yüce Meclis, millî iradenin en üst organı, Millet Meclisi sizin arkanızda kaya gibi dimdik durur." Ama şunu yapmaya çalışırsanız... Birtakım bakanlarınız hırsızlığa, yolsuzluğa karışmış, iddialar var haklarında. Başbakana kadar uzanan iddialar varsa bunları çıkıp doğru bir şekilde açıklamak dururken, burada bu fakir fukaranın, garip gurebanın hakkını birilerinin yemesini doğru dürüst açıklamak gerekirken bir algı yöntemiyle "millî iradeye darbe"," Recep Tayyip Erdoğan'a darbe" diye... Sabah darbeyle kalktık, akşam darbeyle yattık. Yani, vatandaş ne olduğunu şaşırdı. Vatandaş, bu noktada, medyanın yüzde 85-90'ının uyguladığı bu algı yöntemiyle bu olayın tahlil edilmesi noktasında ciddi sıkıntıya düştü çünkü bizim milletimiz hassastır, bizim milletimiz duyarlıdır, bizim milletimiz, demokrasiye yapılan darbelere taviz vermez. Bunu çok iyi bildiğiniz için hırsızlığı, yolsuzluğu, üçkâğıdı, şunu bunu bir kenara bıraktık, seçim boyunca darbeyle yattık, darbeyle kalktık. Ve sonuç itibarıyla, milletimiz "Aman, ola ki bir hata yapmayalım." diye bir kararsızlığın içerisinde kaldı.
Buna rağmen, iyi düşünmeniz lazım. Buna rağmen, bütün bu medya baskılarınıza rağmen, algı yöntemlerinize rağmen -Adana'da sahadaydım- bütün kamu kurum ve kuruluşları devrede olmasına rağmen, valilerin, kaymakamların -açık söylüyorum- sanki devletin valisi, kaymakamı değil, Adalet ve Kalkınma Partisinin il ve ilçe başkanı gibi çalıştığı, bütün imkânların seferber edildiği ortamda eğer 2,5 milyon seçmen, 2,5 milyon oy kaybediyorsanız ve Milliyetçi Hareket Partisinin de oyu 2,5 milyon artıyorsa millet bir mesaj vermiştir. Ama şunu unutmayın: Milletimiz eninde sonunda hırsızlık ve yolsuzluk yapanlara gerekli cezayı ve gerekli yaptırımı yapacaktır. Bu süre içerisinde algıyla bunu götürmüş olabilirsiniz ama ilelebet bunu götüremezsiniz.
Değerli milletvekilleri, burada yapılması gereken şudur: "Senin suçlun", "senin hırsızın", "benim hırsızım" olmaz; "senin adaletin", "senin hukukun" olmaz. Bugün gelinen nokta itibarıyla, artık, hâkim ve savcılar karar verirken tereddüt etmeye başladılar. Hâkimler ne diye karar verir? Türk milleti adına karar vermesi gereken bir hâkimi, verdiği karardan dolayı yok "falancanın hâkimi", "falan cemaatin hâkimi", "falan partinin hâkimi", "falanca grubun savcısı." gibi suçlayacak bir yapıya geldik. Bu, birinci ağızdan yapılıyor. Bir ülkenin Başbakanı, hâkimini, savcısını bu şekilde suçlarsa, adaleti bu ülkede nasıl tecelli ettireceğiz?
Değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri; bakın, bu ülke birçok yoklukla mücadele etmiştir, imkânsızlıkla mücadele etmiştir ama eğer bir ülkede adaletsizlik hâkim olursa, emin olun, onun telafisi mümkün değildir. Ondan dolayı bu olaya şahsi bakmamak lazım, bu olaya parti mantığıyla bakmamak lazım. Hırsızlığı kim yaparsa yapsın hırsızdır. Rüşvet alan, nereden olursa olsun rüşvet almıştır, hangi partiden olursa olsun. Ahlaksız, hangi gruptan olursa olsun ahlaksızdır. Yanlış yapan, kiminle yol yürüyorsa yürüsün yanlıştır. Eğer biz, yanlışa yanlış, hırsıza hırsız, haksıza haksız demezsek bu ülke için çıkış noktasını bulamayız. Ondan dolayı, çıkarılan kanunlar çok önemli değil. Değerli milletvekilleri, bir kanunu uygulayacak anlayış ve zihniyet önemli. Önce anlayış ve zihniyetimizi değiştirerek bu işin içerisinden çıkabiliriz.
Ben konuşmamı Ceyhan'daki bir uygulamayla kapatmak istiyorum. Biliyorsunuz, 30 Martta Ceyhan Belediyesi, Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından alındı ve burayı alan Belediye Başkanının ilk icraatına Ceyhan Balkan Türkleri Derneğini gece on iki buçukta zabıtasını göndererek boşaltmayla başladı. Bunu kınıyorum, bu muhacirlerimizden üç gündür telefon yağmuruna tutuluyoruz. İçinizde Balkan Türkü olan, o kökenden gelen arkadaşlarımız var. Onların, Balkan Türkleri Derneği... Bakın, Mükremin Duygun, Akdeniz Balkan Türkleri Federasyonu Başkanı. Bir gece yarısı, on iki buçukta, zabıta marifetiyle bir dernek boşaltılıyorsa... Ve oradaki insanlardan yüzlerce telefon alıyorum iki gündür: "Biz terörist miyiz? Bize niye terörist muamelesi yapılıyor?" diyor. Bunu, Adalet ve Kalkınma Partisinin Grubu ve milletvekillerinin dikkatine sunuyorum.
Bir belediyenin ilk işi... Üç yıl sözleşmesi var Ceyhan Belediyesiyle. "Daha önceki sözleşmeyi Milliyetçi Hareket Partisinin belediyesi yaptı." diye onları mağdur etmenin bir mantığı var mı? Biz de Adana'da 5-6 tane belediyeyi Adalet ve Kalkınma Partisinden aldık ama hak, hukuk, adalet neyse onu uygulamak lazım. Hiç kimsenin, muhacirlerimizi, Balkan Türklerimizi rencide etmeye hakkı yoktur. Bu konuyu da Hükûmete ve Adalet ve Kalkınma Partisi Grubunun dikkatlerine sunuyor, hepinize saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)