| Konu: | TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ DENİZ UNSURLARININ; KORSANLIK/DENİZ HAYDUTLUĞU VE SİLAHLI SOYGUN EYLEMLERİYLE MÜCADELE AMACIYLA YÜRÜTÜLEN ULUSLARARASI ÇABALARA DESTEK VERMEK ÜZERE, GEREĞİ, KAPSAMI, ZAMANI VE SÜRESİ HÜKÜMETÇE BELİRLENECEK ŞEKİLDE ADEN KÖRFEZİ, SOMALİ KARASULARI VE AÇIKLARI, ARAP DENİZİ VE MÜCAVİR BÖLGELERDE GÖREVLENDİRİLMESİ VE BUNUNLA İLGİLİ GEREKLİ DÜZENLEMELERİN HÜKÜMET TARAFINDAN BELİRLENECEK ESASLARA GÖRE YAPILMASI İÇİN TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN 10.02.2009 TARİHLİ VE 934 SAYILI KARARIYLA HÜKÜMETE VERİLEN VE 02.02.2010, 07.02.2011, 25.01.2012 VE 05.02.2013 TARİHLİ 956, 984, 1008 VE 1031 SAYILI KARARLARI İLE BİRER YIL UZATILAN İZİN SÜRESİNİN ANAYASANIN 92'NCİ MADDESİ UYARINCA 10.02.2014 TARİHİNDEN İTİBAREN BİR YIL DAHA UZATILMASINA DAİR TEZKERESİ |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 48 |
| Tarih: | 16.01.2014 |
MHP GRUBU ADINA YILDIRIM TUĞRUL TÜRKEŞ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; silahlı kuvvetlerimizin deniz unsurlarının Aden Körfezi'nde görev süresinin bir yıl daha uzatılması hakkında düzenlenen tezkere üzerine Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Konuşmama başlarken yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, 21'inci yüzyılda jeopolitiğin merkezinde tabii kaynaklara erişim fikri konumlanır. 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin çözülmesiyle müjdelenen "tarihin sonu" tezi ortaya evrensellik iddiası taşıyan yeni bir paradigmanın yazılımına vesile olmuştu. Bu paradigmanın odağı sınırsız kapitalizm pratiğiydi. Gerçekten de kolektivist modelin rekabete yenik düşmesiyle beraber serbest piyasa mantığı mutlak sayılabilecek bir zafer elde etmiş ve kendisini insanlığın varış noktası olarak dünyaya bir süreliğine dayatabilmiştir. Ne var ki denetimsiz bir kapitalizmin insanlığın büyük ekseriyetine refahtan çok sefalet getirdiğini ancak yıllar içinde anlayabildi insanoğlu. Sınırsız ihtiyaçlarla motive edilen bireyin kısıtlı kaynaklarla mutlu edilmesinin imkânsızlığı tüm taraflarca çeşitli ekonomik krizlerle, özellikle de tabiatın amansız tahribatıyla tespit edildi. Her devlet öncelikle kendi insanının refahını, kendi ülkesinin kalkınmasını ister, bu olağandır fakat tüketim ihtiyaçları yükseldikçe talebi tatmin edecek bir arz stokunun da yaratılması herkesin malumu olduğu üzere zaruridir. Bu anlamda, hükmedilen kaynakların azalmasıyla birlikte gözler sınır ötesine yani başka topraklara dikilir. Batı sömürgeciliğinin yaygın olduğu dönemlerde bir ekonomik model olarak merkantilizm işte bu perspektifle kurgulanıp pratiğe aktarılmıştır. 16'ncı yüzyılda örülen bu kuramın tezahürlerini içinde bulunduğumuz küreselleşme çağında da açıkça görmeye ve hissetmeye devam ediyoruz. Günümüzde geçerliliğini koruyan bu anlayışın temelinde aslında orman kanunları vardır. Güçlü olan daha güçlü olmak için saldıracak, zayıf olan ise daha da zayıflayacaktır. Başka bir deyişle, sömürü şartlarının olgunlaşmasında merkantilist yaklaşımın payı fevkalade büyüktür. Bugün elbette artık işgal ve istila koşulları kalmamıştır. 2003'teki Irak örneği işgal geleneğinin belki de son eylemi olmuştur. 21'inci yüzyılda esas alınan uyumlu ortaklık başlığıdır. Merhum Necip Fazıl Kısakürek'in kelimeleriyle bir nevi "zehri bala bulama" teşebbüsü diyebiliriz. Vizyon tamamıyla merkantilisttir ve fakat meseleyi takdim şekli geçmişe göre daha şirin gözükmektedir. Bu bağlamda, bir neomerkantilizmden veya bir neosömürgecilikten bahis açılabilir.
Değerli milletvekilleri, tıpkı Afrika'nın geri kalanı gibi Somali de işte bu agresif ve riyakâr kuklacılığın mustaribidir. Neden? Çünkü Somali, konuşmamın başında değindiğim, tabii kaynaklara erişim noktasında jeostratejik öneme haizdir. Petrolün, doğal gazın ve diğer bilumum enerji kaynaklarının sevkiyat yollarının geçtiği her coğrafya belirleyici niteliktedir. Somali devleti de coğrafi konumunun ifade ettiği hassasiyetin bedelini ödeyen onlarca farklı ülkeden biridir. Her gün yüzlerce, belki de binlerce ticaret gemisi rotası gereği Aden Körfezi'nden geçiş yapmaktadır. Uluslararası ticaretin çok önemli bir kısmı söz konusu güzergâhın sükûnetine ve güvenirliğine muhtaçtır. Aden Körfezi'nde yaşanacak bir istikrarsızlığın uluslararası şirketlere yükleyeceği maliyet hiç kuşkusuz fevkalade ağır olacaktır. Korsancılık olgusu da bu açıdan ele alındığında uluslararası ticaretin serbest akışı için bir tehdit teşkil etmektedir. Elbette, korsancılık dünyanın her neresinde yapılırsa yapılsın illegal bir faaliyettir, suçtur. Aden Körfezi'ndeki korsancılık eylemlerinin varlığı ve çokluğu Birleşmiş Milletlerin sunduğu istatistiki verilerle sabit olunmuştur. Dolayısıyla, bizim bu hususta herhangi bir itirazda bulunmamız mevzubahis değildir. Ben esasen burada dikkatinizi başka bir soruna çekmek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, Somali özelinde Afrika'ya genel bakışımızın kapsamlı bir muhasebesini yapmalıyız. Batı tarafından asırlar boyu sömürülen, talan edilen, yağmalanan bir kıtadan söz ediyoruz. Bu kıtanın insanları asırlar boyunca ezilmiş, aşağılanmış ve eziyet görmüşlerdir. Köleliği yaşamışlar, bir meta gibi alınıp satılmışlar ve hâlâ tazeliğini muhafaza eden korkunç bir ırkçılığa maruz kalmışlardır. Afrika, bu zaviyeden, yeryüzünün lanetlilerinin kıtasıdır. Afrika insanının yüzü, dünya üzerinde acı çeken, açlık çeken, yoksulluk ve yokluk çeken tüm insanların yüzüdür. Bitmiyor, Afrika savaşların, kesintisiz şiddetin, salgınların, soykırımların, diktatörlerin, teröristlerin, yolsuzlukların kıtasıdır. Her şeye rağmen Afrika umudun da kaynağıdır. Kendine has ritmi, müziği, dansları, sanatları ve kültürleriyle saf materyalizm kıskacındaki dünya düzenine de insanlık katmaktadır.
21'inci yüzyılda Afrika, son hidrokarbon yataklarının deposu, rezervi olması sebebiyle de 21'inci yüzyıla egemen olan enerji lobisinin kıskacı altındadır. Afrika'da olanları anlayabilmek için, bugüne kadar bulunan ve bulunması olası fosil yakıt rezervlerini göz önüne koymalı ve Afrika kıtasında yaşananları bu çerçevede değerlendirmelidir.
Sudan'daki gelişmeler bunun çarpıcı bir örneğidir. Kuzey Afrika'da iki yıldır süre gelen, başında "bahar" diye tarif edilen ama şimdi sadece kaos, kan ve gözyaşıyila ortaya çıkan gelişmeleri de hep aynı çerçevede değerlendirmeliyiz.
Somali, enerji kaynaklarının geçiş noktası olarak stratejik öneme haiz olmanın yanı sıra hem fosil yakıt rezervleri hem de komşu ülkelerdeki gelişmeler sebebiyle büyük bir sıkıntıya muhataptır ve Afrika kıtasının tümünde bu konular bir sükûnete kavuşmadıkça Somali ölçeğinde de bunlardan bağımsız bir sükûnet ve istikrar görülmemektedir.
AKP iktidarı kendince bir yöntem tutturmuş ve hazırladığı eylem planı çerçevesinde harekete geçmiştir. Somali'deki kıtlığa ve açlığa karşı ülkemizde düzenlenen kampanyalar büyük ölçüde başarıya ulaşmış ve vicdanları bir nebze olsun uyandırmıştır. Biz, bilindiği gibi, bugüne kadar Hükûmetin faydalı icraatlarına her zaman destek verdik. Orada kim bir tek insanın dahi olsa karnını doyuruyorsa Allah ondan razı olsun. Benim eleştirim yöntemle alakalıdır.
Afrika ve dahi Somali artık sadece insani yardım istemiyor. Bu yardımlar ne kadar gerekli olursa olsun bir müddetten sonra oradaki yapının dışa bağımlılığını kronikleştiriyor. Bizim Türkiye olarak istediğimiz gerçekten bu mu? Her şeyden önemlisi, Afrika'nın, Somali'nin bizden beklediği bu mudur? Yol yapmak, hastane inşa etmek, okul açmak tabii ki olumludur, verimlidir ancak asıl tıkanıklık giderilmedikçe bunlar nafile çabalar olarak kalacaktır. Yarın cereyan edecek yeni bir iç savaşta hepsi yerle bir edilecek, toza dumana karışacaktır. Suriye'de bunları yaşadık, Suriye örneğinde bire bir gördük. Yani, bu politikaların ilk başta gayet olumlu olması, insanlarla iyi ilişki içinde olmak neticeyi çözmüyor ve neticede, savaş, yaptığınız her şeyi yıkıyor.
Bu hafta pazartesi günü yapılan büyükelçiler toplantısında Sayın Dışişleri Bakanı Afrika'da büyükelçilik adedinin arttığından ve bunun bir başarı hikâyesi olduğundan dem vurdu.
Değerli milletvekilleri, şayet etkin dış politika büyükelçilik adediyle ölçülebilseydi iki kutuplu dünyanın devi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çökmezdi. Şayet elçilikler ve etkin diplomasi meselelerin tek çözümü olsaydı Amerika Irak'ta on bir yıl bataklıkta patinaj atmazdı, Libya'da, Tunus'ta, Mısır'da o üzücü olaylar yaşanmazdı ve onlara da muhatap olmazdı. Meselenin özünü, insani boyutunu ve hepsinden önemlisi de orada hegemonların yapmak istediklerini dikkate almaksızın bunu salt bir beşerî ilişkiye, hatta Müslüman dayanışmasına indirgerseniz işte bu çözümün değil, yanlışın başladığı nokta olur. Ayrıca, diplomaside başarının tek ölçütünün elçilik olduğunu düşünecek isek o zaman da Suriye'de, Mısır'da, hatta İsrail'de de AKP iktidarı kendisini başarısız olarak ilan etmelidir ki bu da aslında, az önce söylediğim gibi, büyükelçilikler başarıyı göstermediği gibi bunun içinde de başarısızlıklar vardır ama sebepleri farklıdır.
Değerli milletvekilleri, hatırlarsınız, konuşmamın başında "sınırsız kapitalizm" kavramını öne sürmüştüm. 2014 yılına geldik ve AKP iktidarı 12'nci yılına girecek. Şimdiye kadar herhangi bir uluslararası platformda kapitalizmin, serbest piyasanın belli birtakım kaidelere bağlanması gereğine atıf yaptıklarını duymadım, görmedim. Kimse kusura bakmasın ama bizim yıllardır anlatmaya çalıştığımız ve AKP'ye yönelttiğimiz eleştirilerin kalbinde de bu zafiyet yatıyor, ufuksuzluk. AKP iktidarı iyi bir taklitçidir. İçeride sözüm ona eleştirdiklerini dışarıda genel doğruları olarak vazetmekte ve yüksek insani değerler olarak bunları ifade ederek farklı coğrafyalarda başarı elde ediyormuş gibi davranmaktadırlar.
Değerli milletvekilleri, Orta Doğu'da ve Afrika'da "presence"ımızı, yani mevcudiyetimizi etkin diplomasi kadar Türk Silahlı Kuvvetlerinin faaliyetlerine bağlamaya çalışan AKP iktidarı, 21'inci yüzyılda iletişim ve çabuk haberleşme çerçevesinde uluslararası platformda bunların bir kül olarak değerlendirildiğini göz ardı etmemelidir. Yani içeride Türk Silahlı Kuvvetlerimizi ve mensuplarını hak etmedikleri bir muameleye muhatap edeceksin ama uluslararası arenada da bu insanların moral ve motivasyonuna bakmaksızın en üst seviyede performans göstermelerini talep edeceksin. Vizyonu olan ve kararlı bir liderlik iddiasında bulunacaksın ama verdiğin kararları kendin bozarak kendin tartışılır hâle getireceksin, bu mümkün değil.
Geçtiğimiz temmuz ayında gene UNIFIL -Birleşmiş Milletlerin Lübnan'daki barış gücü- ile ilgili buraya bir tezkere geldi. Bu daha önceden verilmiş bir tezkereydi ve bunun da bir yıl daha uzatılması istendi. Burada görüşüldü ve bu tezkerenin süresi bir yıl daha uzatıldı. Fakat bunun ardından Türk Hava Yollarının 2 pilotu kaçırıldı aynı dönemde hatırlayacaksınız. Bunların akabinde burada Türk Silahlı Kuvvetlerinin UNIFIL kapsamında göreve devam etmeyeceğini ve bu kararı da önceden aldığını iddia edip UNIFIL'deki Türk Silahlı Kuvvetleri görevini sonlandıracaksın. Şimdi bunu neyle izah edeceksiniz? Bunun akılla, mantıkla bir alakası var mı Allah aşkına? Tezkereyi uzatmasaydınız zaten problem halloluyordu. İşte bu gibi davranışlar sizin karar vermedeki git gellerinizin somut bir delili niteliğindedir. Keza, bahse konu Aden Körfezi'nde görev yapan deniz kuvvetlerimizin komutanı görevini tamamlayıp yurda döndükten sonra derdest davalar kapsamında tutuklanacak ve yargılamaya muhatap olacak. Tümamiral Ahmet Sinan Ertuğrul bu şahsın adı.
Şimdi bunu gazete haberlerinden gidelim. Sinan Ertuğrul ilk olarak 20 Mayıs 2011'de birinci Balyoz davası kapsamında ifade veriyor. Takipsizlik kararı üzerine Tümgeneral Ertuğrul 31 Mayısta Somali'ye korsanlarla mücadele etmek için giden Türk Deniz Kuvvetleri grubunda komutan olarak Marmaris'te Aksaz Deniz Üs Komutanlığından yola çıkıyor. Ertuğrul görevdeyken ikinci Balyoz iddianamesi kabul ediliyor. 28 Haziran 2011'de yayımlanan tensip tutanağıyla 6 generalle birlikte hakkında yakalama kararı çıkarılıyor, Hükûmeti ortadan kaldırmaya eksik teşebbüs suçundan yirmi yıla kadar da hapisle yargılanıyor.
Şimdi, bu görevleri verdiğiniz insanlara bunları yapıyorsunuz. Bütün bunları yaşadıktan sonra geçtiğimiz bir ay içerisinde hiçbir somut veriye dayanmadan Sayın Başbakanın beyninin yarısı veya danışmanı -neyse- belki de kendince Türk Silahlı Kuvvetlerinin mensuplarının yeterince cezalandırılmış olduğuna kanaat getirmiş olacak ki ortaya bir "kumpas" sözcüğü atarak bu insanların yargılanmasında yanlışlar bulunduğunu ve yeniden yargılama yolunun açılması gerektiğini ifade etti.
Buradan açıkça belirtmek istiyorum ki baştaki yargılama ne kadar yanlış ne kadar hukuktan uzak ise veya kumpas idi ise bugün de bir danışmanın beyanı ile deliller ortaya konulmadan ve bu deliller ışığında kumpas iddiaları sübut bulmadan yapılacak yeni uygulamalar da o denli Anayasa'ya ve hukuka aykırı olacaktır.
Değerli milletvekilleri, şunu memnuniyetle ifade etmeliyim ki ülkemizde bütün bu yaşananlara rağmen, Türk Silahlı Kuvvetleri gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki bu zorlu görevlerinde her şeye rağmen görevlerini başarı ile yürütmektedirler. Bu vesileyle de hepsini Milliyetçi Hareket Partisi olarak kutluyoruz.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin Afrika'ya karşı bir sorumluluğu var, bunu gönül rahatlığıyla kabul ediyoruz fakat bu sorumluluk Türkiye'mizin tarihsel birikimleriyle uyumlu olmalıdır. Doğu Roma'dan başlayan ve Osmanlı'ya varan köklü bir devlet geleneğimiz var. Afrika kıtası ve Somali, demokrasiden, insan haklarından, ondan bundan evvel, devlet hakikatiyle tanıştırılmalıdır. Kabilelerden, terör gruplarından, isyancılardan arındırılmış bir Afrika, modern devlet mekanizmalarıyla buluşmuş bir Afrika önceliğimiz olmalıdır.
Peki, bunu kim yapacak? Elbette AKP iktidarı değil. Mevcut AKP yönetimi bizim devletimizin kurum ve kuruluşlarını parçalara ayırmaya çalışırken başka ülkeleri beslemeye yeltenecek durumda değildir. İmparatorluklar yadigârı olan Türkiye Cumhuriyeti devletini yolsuzluk, rüşvet ve hukuksuzluk skandallarıyla sallayan bir iktidar yapısının Afrika'ya getireceği, vereceği hiçbir ufuk sahibi, olumlu proje olamaz. Dünyaya ders vermeden önce, yardım etmeden önce kendinize bakacaksınız, sizde de o kalibre maalesef ki yok.
Her şeye rağmen, Milliyetçi Hareket Partisi Somali ve Aden Körfezi'ndeki Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının görev süresinin uzatılmasıyla alakalı bu tezkereye olumlu oy verecektir.
Konuşmama son verirken yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)