| Konu: | TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİ İLE JAPONYA HÜKÜMETİ ARASINDA NÜKLEER ENERJİNİN BARIŞÇIL AMAÇLARLA KULLANIMINA DAİR İŞBİRLİĞİ ANLAŞMASININ ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 43 |
| Tarih: | 07.01.2014 |
MHP GRUBU ADINA FARUK BAL (Konya) - Teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti ile Japonya Hükûmeti arasındaki nükleer enerjiye ilişkin anlaşma metninin onaylanması kanun tasarısı üzerinde Milliyetçi Hareket Partisi adına söz aldım. Yüce heyeti partim ve şahsım adına saygıyla selamlıyorum.
Yıl 1850, Amerika'dan kalkan Commodore Perry komutasında bir gemi Japonya'ya gelir. O tarihe kadar Japonya, kendi içinde izolasyon politikasını uygulayan, dünyaya kapalı bir ülkedir. "Bizimle ticaret yapacaksınız." der, Japon imparatoru karşı çıkar. "Bir yıl sonra tekrar geleceğim, kalabalık geleceğim." der. Bir yıl sonra, daha çok gemiyle Commodore Perry gelir ve Japonlar Amerika'yla bir dış ticaret anlaşması yapmak zorunda kalır. Japonlar buna "Kara gemiyle gelen felaket." der, anlaşmaya da "Eşitsizlik anlaşması." Biz buna yabancı değiliz; aynen Osmanlı İmparatorluğu'nun kapitülasyonları gibi bir anlaşma yapılır. Japonya bu kapitülasyonlardan kurtulabilmek için, ruhlarına sinmiş çalışkanlık, disiplin, gurur ve vatanseverlikle sıyrılabilmenin çarelerini arar ve dünyaya açılmaya başlar.
1887 yılında, Japon İmparatoru Komei yeğenini -prensi- Abdülhamit'e gönderir ve Sultan Abdülhamit ile ilk teması bu şekilde başlar. Arkasından, bu ziyareti iade maksadıyla Ertuğrul Fırkateyni 1890 yılında gönderilir ama hazin bir kazayla Ertuğrul Fırkateyni kayalıklara çarpar, 600 civarında Osmanlı subayı ve askeri şehit olur. Burada, Japonlarla Türk milleti arasındaki duygusal ilişki başlar. Hüzne dayalı olan bu ilişki, tarihi boyunca dostluğa dönüşebilecek bir hâl alır.
Yıl 1941, kendilerini sömüren Amerika'ya karşı Japonlar bir mücadele içerisinde; ekonomide, sanayide ve ticarette gelişmişler, Pearl Harbor'da Amerika'nın uçak gemisine saldırırlar ve 1945 yılına gelindiğinde 2 tane atom bombası -biri "little boy", biri "fat man"- biri Hiroşima'ya, biri Nagasaki'ye atılmak suretiyle, hem dünyanın tarihini değiştirir ve hem de Japonya ile Türkiye arasında bir başka hüzne dayalı yakınlaşmayı ortaya çıkarır.
Yıl 2011, Fukuşima'yı tsunami vurur ve oradaki nükleer santralin yaydığı radyasyon ile Japon halkı bir kez daha radyasyonla tanışır ve ciddi kayıplarla, Türkiye'nin manevi desteğini ve maddi desteğini ortaklık ve dostluk çerçevesi içerisinde hak eder.
Yıl 2011, bu defa Türkiye'de bir deprem olur ve o depreme yardıma gelen Miyazaki artçı depremler sırasında hayatını kaybeder.
Bu kısa geçmiş içerisinde, Türk-Japon dostluğuna hüzünlü bir tablo çizdim. O hüznün, o acıların paylaşılması iki ülke arasında ve iki millet arasında güçlü dostlukların doğmasına vesile olmuştur. Bu hüzünlü olayların cereyanı sırasında hayatını kaybeden herkese Cenab-ı Allah'tan bir kez daha rahmet diliyor ve onların maruz kaldığı felaketlerin gerek Japonya'da gerek Türkiye'de cereyan etmemesini temenni ediyorum.
Değerli arkadaşlarım, şimdi, bugün önümüzde bulunan tasarı ile Türkiye'de inşa edilecek Mersin ve Sinop'ta, daha sonra belirlenecek üçüncü bir yerde nükleer enerji üretilecek. Bu enerjinin sağlıklı bir şekilde, güvenli bir şekilde üretebilmesine imkân sağlayacak bir anlaşma tasarısı yüce heyetin önündedir.
Japonya, tabiidir ki içinde bulunduğu coğrafi konum, iklim şartları ve tüketim pazarlarına uzaklığı nedeniyle teknolojiyi geliştirme ihtiyacı içinde olan bir ülkedir ve o geliştirdiği teknolojilerden bir tanesi de elimizdeki nükleer güç reaktörü, nükleer güç ekipmanı, nükleer güç maddesi ve enerji santrali üretimi ve işletmesiyle ilgilidir.
Burada bizim Hükümetle paylaşmak istediğimiz iddiamızı iki bölümde sizlerle paylaşmak istiyorum. Birincisi, Japonya'dan çok daha fazla Türkiye nükleer enerji üretimine sahip, kaynaklara sahiptir ve dünyada en büyük kaynakların bulunduğu coğrafya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içerisindedir. Bunlardan bir tanesi toryumdur, diğeri neptünyumdur, bir üçüncüsü ise bordur. Dolayısıyla bu teknolojinin -Japon teknolojisi için madem buraya bir anlaşma tasarısı getirdiniz- bu teknolojilerin millîleştirilerek Türkiye'de yer altında bulunan ve bin yılın madeni olarak tanımlanan bor, toryum ve neptünyumdan enerji üretilmesi konusunda da teknolojik bir iş birliğinin bir anlaşmaya bağlanması gerekmektedir.
Sayın Bakan çok dikkatle dinlemiyor beni ama herhâlde yanındaki arkadaşlar dikkate almışlardır.
İkincisi ise değerli arkadaşlarım, nükleer enerji, tehlike katsayısı çok yüksek bir teknolojinin ürünü olarak üretilen enerjidir. Nükleer enerjinin felaket hâline dönüşmesi, insanoğlunun geliştirebildiği tekniklerle önlenmesi mümkün olmayan hastalıklar yaymaktadır, radyoaktif maddeler. Dolayısıyla, Japonya'yla yapılan bu anlaşmayla kurulacak olan tesislerin öncelikli hedefi, mademki "Dünyanın en gelişmiş ülkesi Japonya." deniliyor burada, varsa daha gelişmiş, diğer gelişmiş ülkelerle iş birliği yapılmak suretiyle güvenlik meselesi ön planda tutularak bir çalışma yapılması gerekmektedir. Demek ki güvenlik meselesiyle ilgili yasada gördüğümüz eksiği değerli milletvekili arkadaşlarımızla paylaşmış oluyoruz.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; konumuz, tabii, dış ilişkilerle ilgili. Biz, bu kanuna, elbette ki Japonya'yla olan dostluğumuz, karşılıklı iş birliğimiz çerçevesinde bakıyoruz ama Japonya'yla olan ticarete...(Gürültüler)
BAŞKAN - Sayın Bal, bir saniye.
Sayın milletvekilleri, konuşmalarınızı tek tek ben işitiyorum buradan.
Buyurun Sayın Bal.
FARUK BAL (Devamla) - Japonya'yla ilgili ekonomik ilişkilerimize değinmek isterim. Bu kadar dost olduğumuz ülkenin ithalat ve ihracat rakamlarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bizim Japonya'ya 2012 yılında yaptığımız ihracatın toplamı 332 milyon dolar, Japonya'dan yaptığımız ithalatın tutarı ise 2 milyar 818 milyon dolar. Neredeyse 10 katı, aradaki fark 2 milyar 486 milyon dolar. Burada, şimdi "İhracatı patlattık." diyen sayın ekonomiden sorunlu bakanlar veya Sayın Bakan da cevap verebilir: Japonya'dan bu kadar büyük bir ithalatı yaparken niçin ihracatımızda onun karşılığında bir yükseliş olmamaktadır?
Diğer taraftan da Türkiye'de Hükûmet içerisinde ithalattan sorumlu bir bakan var mı, ben onu çok merak ediyorum. O bakan kimse Sayın Bakan buradan bize ifade etsin, ona soracak sorularımız vardır. Bu patlamanın sadece ithalatta mı yoksa, ihracatta da bir patlama olup olmadığını yüce Kurula arz etmesi gerekmektedir.
Değerli arkadaşlarım, dış ilişkilerle ilgili... Sayın milletvekillerinin sohbetlerinden daha fazla ilgi çekeceğini umduğum için Japonya bahsini kapatıyorum. Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde, kurulduğu yıldan itibaren hep toprak kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, cumhuriyet dönemi kurulduktan sonra Suriye ve Irak sınırını çizebilmiş bir ülkedir, Hatay'ı Türk topraklarına kazandırabilmiş bir ülkedir, Kıbrıs'taki Kıbrıs Türklüğüne sahip olabilmiş bir ülkedir ta ki AKP gelene kadar. AKP geldikten sonra, 2011 yılında, Ege adalarında bulunan 16 tane Lozan çerçevesi içerisinde sahipsiz adacıklar Yunanistan tarafından işgal edilmiştir. Bir zamanlar Tansu Çiller Hanım'ın Başbakanlığı döneminde sadece Kardak kayalıklarıyla ilgili Türkiye ile Yunanistan harp hâline gelmişken 16 tane adanın Yunanlılar tarafından işgaline AKP seyirci kalmıştır, niçin? Uygulanan politikalar gereği. Uygulanan politika nedir? Sıfır sorun.
Sıfır sorunla başladık: İran'la sorunumuz zaten sıfırdı, ta Karlofça Antlaşması'ndan beri sorunumuz yoktu; Irak'la bir PKK sorunumuz vardı, Barzani sorunumuz vardı AKP iktidara geldiğinde; Suriye ile sorunumuz kalmamıştı, Yunanistan'la aslında sorunumuz kalmamıştı, Bulgaristan'la Jivkov gittikten sonra sorunumuz kalmamıştı. Aşağı yukarı sıfır sorunla AKP Türkiye'yi dış politika çerçevesinde teslim aldı, geldiğimiz günlerde dostumuz olan bir tane ülke kalmadı. İran'la neredeyse harp hâline giriyorduk, Irak'la harp hâline girmek üzereyiz, Suriye ile ateşle barut gibiyiz. Güney Kıbrıs Rum kesimiyle, Akdeniz'in doğu ve kuzeyindeki petrol ve doğal gaz yatakları nedeniyle eğer Türkiye direnebilirse, milletinin hakkını koruyabilirse harp hâlindeyiz; 16 tane adacığa eğer Türkiye sahip çıkabilirse Yunanistan'la harp hâlindeyiz.
Değerli arkadaşlarım, işte "sıfır sorun" denilen ebleh politika Türkiye'yi on bir yılda buraya getirmiştir. On bir yılın vebali gelecek nesillere taşınan husumetlerle sizin vicdanınızda büyük bir yara açacaktır eğer vicdan varsa tabii. Gelecek yıllarda bunlardan kaynaklanan, Türkiye'nin elinin zayıflamasından kaynaklanan bir sorunda akacak kanın vebali sizin üzerinizde olacaktır. Yunanistan'la bir çatışmanın vebali sizin üzerinizde olacaktır. Gaz ve Akdeniz'deki petrol nedeniyle şimdi sadece Güney Kıbrıs Rum kesimiyle değil, anlaşarak İsrail'le, Mısır'la, Yunanistan'la ortaklık kurdukları için oradaki Türk milletinin hakkını korumak isterseniz bu 3 ülkeyle çatışacaksınız, sizin sorunuz olacaktır, sizin vebaliniz olacaktır.
Suriye'deki sorun: El Nusra'yı destekliyorsunuz, El Kaide'yi destekliyorsunuz. Biliyor musunuz ki El Nusra'nın, El Kaide'nin militanları Suriye'deki Türkmen köylerine gidiyorlar, "Sizin itikatınız zayıf, kanınız bize helal, malınız bize helal." diyor hem canına hem malına hem ırzına tecavüz ediyor. Siz, iki yıl önce "Üç hafta sonra cumayı Şam'da kılacağız." diyen Sayın Davutoğlu'nun uygulamış olduğu bu miyop politikası nedeniyle sadece -Türkiye'nin güvenliğini- 910 kilometrelik sınır komşusu olan Türkiye'yle Suriye arasında güvenlik sorunu yaratmadınız, oradaki 3,5 milyon Türkmen'in canının, malının ve ırzının vebalini taşıyan bir hâle geldiniz. Demek ki ortağınız, dostunuz, sıfır sorunlu olduğunuz Suriye'de sadece El Nusracı, sadece El Kaideci ve PKK'nın uzantısı PYD kalmıştır. Görmüyor musunuz, milletvekilisiniz siz, milletin temsilcisisiniz? Barzani dururken Suriye'nin kuzeydoğusunda ikinci bir Barzani devleti oldu. Bu, Barzani'den daha da ileri, doğrudan PKK'nin kontrolünde olan bir bölge ve burada ayrı bir devletçik oluştu. İsteseniz de istemeseniz de bu devlete karşı Türkiye'nin hukukunu korumak zorundasınız. Siz, bu hukuku korumuyorsunuz. Siz, aksine, oradaki Türkmenlere kapıyı kapatıyorsunuz, PYD'nin eli kanlı celladını getirip Türkiye'de ağırlıyorsunuz. Demek ki sıfır sorunun getirdiği, sizin dış politikada ortağınız El Nusra'dan sonra bir de PKK terör örgütünün uzantısı PYD olmuştur.
Üçüncüsü: Ortağınız var tabii. Maliki'yle düşmansınız, Merkezî Irak Hükümetiyle düşmansınız, Irak'taki Şiilerle düşmansınız, Sünni Araplarla düşmansınız. Geriye ne kaldı? Yol arkadaşınız Kandil ve yol arkadaşınız İmralı'daki bebek katili. Irak'taki iki tane dostunuz da bu kaldı.
Toparlarsak değerli arkadaşlarım, sizin dostunuz olarak ortaya çıkan Irak'taki PKK, Irak'taki Kandil, Suriye'deki PYD ve Suriye'deki El Nusra, El Kaide dünyada terörist olarak algılanmaktadır. Siz Türkiye'yi terörist bir ülke hâline mi getirmek istiyorsunuz, bunun için mi tırlarla birtakım malzemeleri gönderiyorsunuz? Dünyada, Türkiye terör ülkesi ilan edilirse, teröre yardım eden ülke olarak ilan edilirse Türkiye'nin gelecekteki bir yıl, beş yıl, on yıl değil, elli yılını kapatırsınız. Dolayısıyla, ortaya koymuş olduğunuz buradan bir çıkış yolu var.
Dönüyoruz Japonya'ya. Japonya'ya döndüğümüzde... Bu olaylar Japonya'da olsa ne olurdu? İsterseniz birkaç cümle şu yolsuzluktan başlayayım da ne olduğunu ondan sonra anlatayım
Eğer Japonya'da bir bakanın, oğluna "Dikkat et, seni dinliyorlar. O paranın tamamını aldın mı, gerisi de ödendi mi?" gibi cümleleriyle sabit olan rüşvet işine girdiği belli olsaydı bırakın o bakanı, o evladı, o bakanın en yakını, can dostu insanlar harakiri yapar intihar ederdi, harakiri. Böyle haysiyetlidir, böyle şereflidir, böyle değerleri vardır Japon insanının. Eğer bir bankanın genel müdüründe, genel müdürünün odasında ayakkabı kutusunun içerisinde milyon dolar olsaydı o bankanın genel müdürü değil, onun şerefsizlik, haysiyetsizliğinden utanan en yakını olan kişiler intihar ederdi Japonlarda.
Buna ilişkin iki tane örnek vermek istiyorum. Birisi: Japon eski Maliye Bakanı bir Amerika ziyaretinde, resmî bir toplantıda uyuklamış. Bu konu Japonya'da gündeme geldiğinde, adam Japonya'ya ayağını basar basmaz "Ben istifa ediyorum, milletimin değerlerini orada savunamadım." dedi. Sizin, yolsuzlukları bir kenara bırakın, dakikalarca, saatlerce uyuyan bir Bakanınız vardı değil mi? Turizmden sorumlu bakanınız vardı, dillere destandı, "uyuyan Bakan" olarak geçmişti cumhuriyet tarihine. Şimdi nerede o, arkadaşlar, biliyor musunuz? Dinlemeyen milletvekili arkadaşlara soruyorum: Nerede şimdi o biliyor musunuz? Cevabı ben vereyim: Telsim'in Yönetim Kurulu üyesi, Telsim'in.
FAİK TUNAY (İstanbul) - Turkcell'in.
FARUK BAL (Devamla) - Karamehmet'in hakkını güya Sovyetlere karşı savunacak. Uyuyarak mı savunacak?
İkincisi...
RECEP ÖZEL (Isparta) - O rahatsızdı, tedavi oldu geçti. Geçti onun rahatsızlığı, tedavi oldu.
FARUK BAL (Devamla) - Bunu siz Hükûmet kararıyla atadınız, Hükûmet kararıyla atadınız. Haysiyetli ve ahlaki bir yönetimi Japonya'yla mukayese ederek konuşuyorum.
İkinci bir örnek vereyim; yeni bu örnek, yeni, sizin 17 Aralıktan hemen sonra cereyan eden bir örnek. Vali Naoki Inose, Tokya Valisi Naoki Inose'ye bir iddiada bulunuldu. Dediler ki: "Sen bir şirketten 480 bin dolar -milyon değil o adamcağızınki- parayı rüşvet olarak almışsın." Vali çıkıyor "Ben bu parayı 2002 yılında kredi olarak aldım ve kredi olarak da borcumu bir yıl içerisinde ödedim; delilim, belgem burada. Fakat, ben belgelerimle ne kadar suçsuz olduğumu ispatlasam da Japon halkı üzerinde yaratılmış olan şüpheyi gideremediğim için ben istifa ediyorum." diyor ve istifa ediyor; böyle haysiyetli, böyle ahlaki bir duruş bu.
Değerli arkadaşlarım, şimdi sizin bakanlarınız sekiz gün sonra istifa etti, polislerin tayinine imza attıktan sonra istifa etti, gerekli tedbirleri aldıktan sonra istifa etti, delilleri kararttıktan sonra istifa etti ve istifaları ile birlikte de sizin üzerinize çok gölge düştü.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Bal.
FARUK BAL (Devamla) - Peki, ben teşekkür ederim. (MHP sıralarından alkışlar)