| Konu: | 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 30 |
| Tarih: | 13.12.2013 |
BDP GRUBU ADINA İBRAHİM BİNİCİ (Şanlıurfa) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve bağlı kuruluşların 2014 bütçesi üzerinde BDP Grubu adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle herkesi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, sürdürülebilir kalkınma ve ekonomik büyüme için gerekli olan temel girdilerin başında, hiç kuşkusuz, enerji kaynakları gelmektedir. Bu bakımdan, tüm ekonomiler için, enerji alanında sürdürülebilir politikalar oluşturmak ve arz güvenliğini sağlamak, yaşamsal derecede önem arz etmektedir. Sürdürülebilir enerji politikaları, insanı odağına alarak doğal çevreyle uyumu hedeflerken, arz güvenliği de kaynak çeşitliliğinin yanı sıra enerjinin düşük maliyetli olarak talep edilen miktar ve kalitede topluma arz edilmesini içermektedir. Günümüzde enerji kaynakları, sürdürülebilir ekonomik büyümeyi, sosyal yapıyı ve çevresel faktörleri direkt olarak etkilediği gibi, uluslararası siyaseti de şekillendiren, en önemli belirleyen hâline gelmiştir.
Esasen, başta petrol olmak üzere fosil yakıtların uluslararası siyaset üzerindeki ağırlığı, 19'uncu yüzyılın ortalarına kadar dayanmaktadır. Emperyalist ülkeler, bu tarihlerden itibaren dünya siyasetini, petrol ve enerji kaynaklarını esas alarak belirlemeye başlamışlardır. Kısa sürede sanayi koluna dönüşen petrole olan bağımlılık arttıkça, dünya yüzeyinde tespit edilen petrol bölgelerine yöneliş de ivme kazanmıştır. Bu yöneliş sonucunda patlak veren birinci paylaşım savaşlarıyla Orta Doğu ve Afrika'nın kuzeyindeki petrol kaynaklarının, ikinci paylaşım savaşlarıyla da Kafkasya bölgesindeki petrol kaynaklarının ele geçirilmesi hedeflenmiştir.
Petrolün yanı sıra doğal gazın da emperyal güçler tarafından ele geçirilme çabaları, dünyamızı savaşlar, isyanlar, askerî darbeler ve katliamlarla karşı karşıya bırakmaktadır. İnsanlık dışı bir değerlendirme olmakla birlikte "Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir." diyen dönemin İngiltere Başkanı Winston Churchill, insanlığın petrol yüzünden yaşadığı mücadeleyi en dramatik biçimde özetlemiştir.
KAMER GENÇ (Tunceli) - İbrahim Bey, Suruç'tan telefon ettiler, elektrikleri yok, dağıtım...
İBRAHİM BİNİCİ (Devamla) - Onu soracağım Sayın Bakanıma.
KAMER GENÇ (Tunceli) - Hayır hayır, dağıtım şirketi de Taner Yıldız'ın akrabasıymış, eskiden orada Genel Müdürlük yaptığı şirketmiş. Sen de oradan Suruç'un o derdini dile getirirsen memnun olurum.
İBRAHİM BİNİCİ (Devamla) - Orta Doğu, Kuzey Afrika, Rusya Federasyonu, Kafkaslar ve Orta Asya'da hâlen devam etmektedir. Bu bakımdan, enerji, artık salt ekonomik gelişmeyle ilgili değil, aynı zamanda ülkenin güvenliğiyle de direkt ilişkili bir konuma gelmiştir.
Dünya ekonomisinde sürmekte olan enerji mücadelesinin en önemli aktörlerinden birisi, hiç kuşkusuz, Amerika Birleşik Devletleridir. Yeryüzünde tüketilen birincil enerji ve ham petrolün dörtte 1'ini, benzinin ise yarıya yakınını tek başına tüketen bir ülke olarak petrol tüketiminin üçte 2'sini ithal etmektedir. Bu nedenle, Amerika için enerji elde etme mücadelesi, aynı zamanda Amerika'nın gelecek ve güvenlik sorunu olarak görülmektedir.
ABD, devlet politikası olarak şekillendirdiği enerji sektörünü, enerji alanlarındaki çıkarlarını korumak için devasa miktarlarda finansal ve askerî yatırımlar yapmaktan kaçınmamaktadır. Bu bakımdan, ABD'nin tüm çabası, enerjinin hem kaynak hem de ulaşım güvenliğini garanti altına almaya yöneliktir. Amacına ulaşmak içinse gerektiğinde askerî gücünü kullanabilmekte ve bu uğurda gözünü kırpmadan kan dökebilmektedir maalesef.
Nitekim, ABD'nin Orta Doğu'daki varlığı ve bunun için katlandığı maliyet, enerji oyununun bir parçası olma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Bunu sadece kendi enerji ihtiyacı için değil, dünya enerji hatlarını kontrol etme yoluyla dünya siyasetini belirleme gücünü sürekli kılma adına yapmaktadır.
Yine aynı şekilde küresel enerji piyasasının en önemli aktörlerinden birisi de, hiç kuşkusuz, Rusya'dır. Rusya'nın petrol ve özellikle doğal gazdaki avantajını ekonomik olduğu kadar siyasi bir silah olarak kullandığı da hepimizin malumudur.
Genel olarak paylaştığım bu bilgiler çerçevesinde meramımı kısaca ifade etmem gerekirse, dünyanın üretim lokomotifi konumundaki ülkelerin esas amacı, enerji arz güvenliğini sürdürülebilir kılmaya yöneliktir. Dolayısıyla, enerjinin sürekli, güvenli, kaliteli ve asgari maliyetle temin edilmesinin serbest piyasa ekonomisinin insafına terk edilmeyecek kadar önemli olduğu da ortadadır.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin enerji politikalarını ele alırken, dünyada şekillenen enerji politikalarından bağımsız olarak değerlendirmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Nitekim, enerji kaynaklarının neredeyse yüzde 73'ünü ithal eden Türkiye'nin, dünyada şekillenen enerji politikalarından münezzeh olmadığı gayet açıktır. Türkiye'nin sadece geçtiğimiz yıl enerji ihtiyacı için 60 milyar doları aşan ithalat yapması bile dünyada şekillenen enerji politikaları karşısındaki kırılganlığını yeterince kanıtlamaktadır.
Bakınız, bu kırılganlığın ulaştığı boyutun anlaşılması açısından petrol fiyatlarına ilişkin küçük bir örnek bu meseleyi daha da anlaşılır kılacaktır. Mesela, geçtiğimiz yıl 137 milyon varil civarında petrol ithalatı yapıldığını göz önüne aldığımızda, petrolün varilinde 1 dolarlık yükselme, petrol faturamızı 137 milyon dolar artırmakta ve dolayısıyla cari açık belasını da beraberinde getirmektedir.
Değerli milletvekilleri, tüm dünyada enerji sektöründeki neoliberal politikalar ve yürürlükte olan serbest piyasa ekonomilerinin sorgulandığı bir süreçten geçiyoruz. Stratejik önem arz eden enerji konusunun bir devlet politikası olarak şekillendirildiği bu süreçte Hükûmetin enerji alanını tamamen özel sektöre bırakma ısrarını anlamak da mümkün değildir diyebilirim.
Bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle doğal gaz ve elektrik arz güvenliği konusunda hemen her yıl bıçak sırtı durumlar yaşandığı malumlarınızdır. Dolayısıyla, enerji alanının kamu hizmeti niteliğinde benimsenmesi ve devlet politikası çerçevesinde yeniden yapılandırılması zorunludur.
Değerli milletvekilleri, bu Hükûmet, iktidarı devraldığı 2002 yılından itibaren uygulamaya koyduğu politikalar neticesinde yüzde 67 olan dışa bağımlılık oranını yüzde 73'e çıkarmıştır. Gelinen noktada üretilen elektrik enerjisinin ise neredeyse yarısı, tek bir kaynaktan yani yüzde 98 oranında dışa bağımlı olduğumuz doğal gazdan üretilmektedir. Elektrik üretiminde içine düşürüldüğümüz girdap yalnızca bununla da sınırlı değildir. Elektrik üretiminde kullanılan ithal kömür ve fuel oil gibi diğer ithal kaynakların miktarı, yüzde 12'yi de çoktan aşmış durumdadır. Sonuç olarak, elektrik üretimimizin neredeyse yüzde 60'ı, ithal kaynaklarla gerçekleşir hâle getirilmiştir.
Değerli milletvekilleri, elektrik üretiminde başta doğal gaz olmak üzere ithal kaynak payını düşürmek ve dışa bağımlılığı azaltmak adına yenilenebilir kaynaklara yöneldiğini söyleyen Hükûmet, sayıları 2 binleri çoktan aşmış HES projeleriyle kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Ilısu ve Munzur projeleriyle giriştiği doğa, tarih ve kültür katliamlarına yenilerini ekleyen Hükûmet, kendi üyesi Bakanın ifadesiyle de "HES'lerle de ufak dereleri mahvetmişiz." diye bir itirafta bulunmuştu.
Dünyada eşi benzeri olmayan, en az 12 bin yıllık tarihî Hasankeyf'in, baraj gölü alanında kalacak olması Hükûmetin umurunda bile değildir. Bunun yanı sıra, resmî rakamlara göre, zarar görecek olan 55 binden fazla insanın kültürel, sosyal ve ekonomik hakları da görmezden gelinmektedir. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, kısa ömürlü barajlar için de Birecik ve Yortanlı'da yapılmış olan kültür katliamlarının benzeri Hasankeyf'te, doğa katliamlarının devamı da Munzur ve Fırtına Vadisi'nde uygulamaya konulmuştur.
Unutulmamalıdır ki enerji üretiminde yeni alternatifler geliştirilmesi imkân dâhilindedir; lakin, tarihî, kültürel ve doğal değerlerimizin alternatifi yoktur. Bu noktada hemen belirtmek isterim ki kaynaklardan en rasyonel biçimde yararlanmak enerjide dışa bağımlı olan Türkiye açısından elbette ki önemlidir. Ancak, DSİ ve Elektrik İşleri Etüt İdaresi tarafından uygulanan Su Kullanım Hakkı Yönetmeliği'yle akarsularımız kaynağından kuşatılmış, âdeta doğa ve çevre talanına dönüşmüştür. Doğu Karadeniz Bölgesi'ndeki hemen her dere üzerinde birden fazla, özellikle İkizdere'de 26 adet HES projesine onay verilmesi bu talan anlayışının en açık kanıtıdır.
Nitekim, bu duruma daha fazla kayıtsız kalamayan Çevre ve Şehircilik Bakanı su uzmanı olan kabine arkadaşının yerine "HES projeleriyle ufak dereleri de mahvettik." diye açıkça itirafta bulunmuştur. HES projelerinin araştırılmasıyla ilgili bugüne kadar verdiğimiz önergeleri dikkate almayan iktidar partisinden bir Bakanın bu itirafını önemsiyor ve samimi olduğuna inanmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, AKP Hükûmetinin üzerinde inatla durduğu diğer bir konu da nükleer santral kurma hayalidir. Avrupa ülkeleri nükleer enerjiden vazgeçerken AKP Hükûmeti Mersin ve Sinop'ta nükleer santral kurmanın arayışına düşmüştür. Tamamen milliyetçi kaygılarla nükleer santrale destek veren azınlığı arkasına alan iktidar, başta yöre halkı olmak üzere büyük toplumsal muhalefeti görmezden gelmektedir. İktidar, nükleer silah sahibi olma heveslisi ırkçı ve şoven kesimleri mutlu etmek için sivil toplum örgütleri ve enerji uzmanlarının itirazlarına da kulaklarını tıkamıştır.
Bildiğimiz üzere, Çernobil kazasının belleklerimizdeki izi neredeyse silinmeye yüz tutmuşken, Fukuşima belasıyla yeniden canlanmıştır. Aslında, Çernobil, kuşaktan kuşağa aktarılan kötü bir miras gibi, hâlen girdiği bedenlerde sinsice yaşamaya devam etmektedir.
Japonya'da yaşanan deprem ve tsunami felaketiyle yaşanan kazanın boyutları, içinde bulunduğumuz bugün bile tam olarak bilinememektedir. Teknoloji devi olan Japonya, bu kazayı önleyemediği gibi, kazanın boyutlarını ve gelecekteki etkilerini hesap etmekten uzaktır.
Fukuşima nükleer santral kazasının belki de hayra yorulacak tek yanı, nükleer enerjinin risklerini, insanın bu facia karşısındaki çaresizliğini, en önemlisi de telafisi mümkün olmayan doğa ve çevre felaketlerini bir kez daha göz önüne sermesidir. Bu nedenlerledir ki Almanya, Belçika ve İspanya başta olmak üzere, birçok Avrupa ülkesi yeni nükleer enerji projelerini rafa kaldırmışlardır.
Değerli milletvekilleri, henüz nükleer tesisi olmayan Türkiye'nin, 1999'da meydana gelmiş olan İstanbul İkitelli'deki olayla "dünyanın en önemli 20 radyoaktif kazası" listesine girdiğini hatırlayanlarınız vardır. Hurda deposundan mı, yoksa Çekmece Nükleer Araştırma Merkezinden mi kaynaklandığı bugün bile çözülemeyen bu kaza hâlen esrarını korumaya devam etmektedir.
Yine, nükleer tesis olmayan Türkiye'de İkitelli benzeri bir olay bu sefer de on üç yıl sonra İzmir'de ortaya çıkmış ve Gaziemir'deki eski bir kurşun fabrikasının bahçesinde nükleer atık skandalı patlak vermiştir. Üstelik bu atıklardan hazırladığı raporlar vesilesiyle yıllardan beridir haberdar olduğu ortaya çıkan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, atıkların üzerine 1.200 ton kum döktürerek bu olayın üzerini kapatma yoluna gitmiştir. Düşünün ki bu kurum, Türkiye'nin nükleer enerjisiyle ilgili her faaliyetini ve araştırmaları yapan yegâne kurumdur. Düşünün ki bu kurum, Mersin ve Sinop'ta kurulması planlanan nükleer santrallerin her aşamasında sözüm ona denetimini yapacaktır ve yine düşünün ki bu kurum, nükleer yakıt çubuklarının eritildiğine dair şaibelerin dolaştığı bu tesiste ortaya çıkan skandalın üzerini AKP kumuyla örtmüştür maalesef.
Değerli milletvekilleri, şimdi sayın vekilim de bahsetti. Beni de biraz önce aradılar; Urfa, Diyarbakır, Mardin bölgesinde yani DEDAŞ dağıtım şirketi bölgesinde bulunan illerde maalesef yedi sekiz saatten beri elektrik yok.
MUHARREM IŞIK (Erzincan) - Dikmen'de de yok.
İBRAHİM BİNİCİ (Devamla) - Diyarbakır, Şanlıurfa, Mardin, Batman, Şırnak, Siirt illerinin elektrik dağıtım işi Dicle Enerji Yatırım, Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketine özelleştirme yoluyla devredildi, bu özelleştirmenin hisse devir sözleşmesi 28 Haziran 2013 tarihinde imzalanarak kesinlik kazandı. İşte, ne olduysa bu tarihten sonra oldu. Geçtiğimiz yaz başından bu yana DEDAŞ ağındaki illerimizde zaten var olan elektrik kesintileri insanlarımızı âdeta canından bezdirmiştir. Özelleştirme devrinin gerçekleşmesinin hemen ardından başlatılan, sözüm ona, yok trafoların bakımıymış, yok onarım ve yenileme çalışmalarıymış, türlü gerekçelerle halk karanlığa mahkûm edilmektedir. Hemen çevresinde yer alan barajların yanı sıra Atatürk Barajı'na da ev sahipliği yapan Urfa ve dağıtım bölgesindeki diğer iller, artık bu kesintiler için ileri sürülen hiçbir gerekçeye ne inanıyor ne de dikkate alıyorlar.
DEDAŞ ağındaki illerin özellikle yoksul kenar mahalle ve köylerinde uygulanan kesintilerin "kaçağı önleme" gerekçesiyle yapıldığı bizzat DEDAŞ yetkililerince ifade edilmektedir. Uyanık geçinen yetkililerin kesintiler için yoksul mahalle ve köyleri seçmesinin tek nedeni ise elektrik kesintilerini gündemden kaçırmaya yöneliktir.
Ancak, gün geçmiyor ki kesintiler nedeniyle Urfa'da, Suruç'ta, Siverek'te, Kızıltepe'de, Harran'da, Mardin'de, Diyarbakır'da, Van'da, Muradiye'de ve daha pek çok yerde protesto edenler sokağa çıkmasın.
Protestoların yapıldığı yerlere bakıldığında, kesintilerin sadece DEDAŞ bölgesiyle sınırlı olmadığı, bir bütün olarak Kürt coğrafyasında uygulandığı görülecektir. Kürtlerin elektrik kesintileriyle terbiye edilmesine yönelik bu uygulamaları protesto ediyorum, kınıyorum ve bir an önce sonlandırılmasını diliyorum.
Hepinize saygılar sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)