| Konu: | 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 30 |
| Tarih: | 13.12.2013 |
CHP GRUBU ADINA OĞUZ OYAN (İzmir) - Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; boş salona konuşmak da biraz caydırıcı etki yaratıyor.
Efendim, bugün ben sadece AB Bakanlığı üzerine konuşacağım. AB Bakanlığı ne işe yarar konusuna birazdan girmek üzere önce şunu söyleyeyim: AB ile Türkiye ilişkilerinde birinci perde, yeni iktidar olan AKP Hükûmeti açısından kendi iç siyasi konsolidasyonunu sağlamak için AB'yi bir kaldıraç olarak kullanması üzerinden başlamıştır yani AB, bu anlamda kullanılmış ve tüketilmiştir. Aslına bakarsanız iktidarın, AB'yle ilişkilerinde bir müzakere stratejisine sahip olduğu dahi tartışmalıdır.
Bakın, bir iki örnek vereyim: 6 Ekim 2004, ilerleme raporu açıklanıyor, Sayın Başbakan "Olumlu ve dengeli bir rapor." diyor. Daha sözlerinin kulaklardaki yansıması bitmeden, arkasından AB İlerleme Raporu'nda düzeltme yapmak üzere harekete geçiyor bütün Bakanlık, Dışişleri Bakanlığı o sırada. Daha sonra, hemen, 17 Aralık 2004'te AB Konseyi toplanıyor ve Türkiye'ye -daha önce ilerleme raporunda olduğu üzere- açık uçlu bir yeni imtiyazlı üyelik türü, bir ikinci statüyü dayatan bir şey imzaya açılıyor ve orada Beşir Atalay'a, o sırada Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı "İmzalama, gel, arkandayız." diye mesaj vermesine rağmen bu imza atılıyor ve Ankara'da gündüz vakti havai fişeklerle kutlanıyor, "Hey, işte, oldu bitti, AB'ye girdik." diye. Tam altı gün sonra, 17 Aralıktan tam altı gün sonra, 2004 17 Aralığından, Dışişleri Bakanlığı nota veriyor AB Konseyine ve Türkiye'ye dayatılan bazı koşulların kabul edilemez olduğunu söylüyor. Şu şaşkınlığa bakınız. Yani, bu nasıl bir müzakere stratejisidir? Yani, burada şey çok açık. Birinci perdesi, AB'yle ilişkilerde AB, Türkiye'deki bir siyasi akımın ve üstelik, yeni bir siyaset inşa etmeye çalışan, özel gündemi olan bir siyasi hareketin kendi iç siyasi meşruiyetini konsolide etmek, pekiştirmek adına AB hikâyesini kullanmak üzere oluşmuştur.
Tabii, burada Avrupa Birliği de eli boş çıkmıyor. Bir taraftan Türkiye'deki bu siyasi iktidara destek veriyor ama eli boş çıkmıyor. Nasıl, neyi halletmiş oluyor? Bir: Bir kere tam üyelik perspektifini bitiriyor Türkiye'nin. Bir kere, ikinci statüye yani imtiyazlı ortaklığı açık uçluya koyarsanız artık hiç kimse size, AB, çok büyük bir gereksinim duymadıkça bir daha o esas statüyü vermez, onu görüşmez. Dolayısıyla, AB istediğini buradan alıyor.
Tabii, bunun dışında başka şeyler alıyor. Kıbrıs meselesini bir ön koşul hâline getirmeyi başarıyor ve tıkayacak bir şey olarak ortaya çıkıyor. Bir şey daha var tabii, müzakere çerçeve belgesini öyle bir hazırlıyorlar ki AB'nin bütünü ama her bir ülke de müzakereyi tıkayabilecek silahlara sahip oluyor. İşte, şu kadar faslın görüşülmesini tıkamak, şu nedenle ya da nedensiz, böyle bir müzakere çerçeve belgesiyle de AB, Avrupa Birliği, Türkiye'nin Avrupa Birliği iddialarını tüketiyor. İktidar bunun karşılığında ne almıştı? Kendi iç siyasi konsolidasyonunu.
Gelelim ikinci perdeye. İkinci perde, AKP'nin ve Başbakanın giderek içeride otokrasiye yöneldiğinin iyice ortaya çıktığı ve Avrupa Birliğinin ya da Batı'nın genel olarak göz yumma limitlerinin sınırının aşıldığı bir dönem yani hep hoşgörüyle görüldü, niye? "Türkiye'de bir iktidar var işte, bizim her istediğimizi yapıyor, bakın bir özelleştirme programıyla bizim sermayemize inanılmaz alanlar açıyor, daha ne, neoliberal politikaları bizden çok savunuyor, IMF, Dünya Bankası, oh yani şey gibi, neredeyse politikanın Kâbe'si gibi, daha ne yapalım."
Fakat bir süre sonra, dediğim gibi, son yıllarda bu süreç o nedenlerle tıkanıyor ve Gezi olayı bunun tam da bardağı taşıran damlası oluyor çünkü maskeler düşüyor. Çünkü Türkiye'deki polis ve yargı şiddetinin nasıl bir iktidar aracı olarak, bir baskılama aracı olarak kullanıldığı herkesin, görmek istemeyen gözlerin bile gördüğü bir durum hâline geliyor. O zaman frenlere basılıyor. Tabii, bu arada o yeni Osmanlıcılık vesaire gibi o kibirli dilleri vesaireyi, o bölge hegemonya gücü, alt hegemon gücü olma gibi birtakım hevesleri ve bütün bunların doğurduğu fiyaskoları, Mısır, Suriye fiyaskolarını, İsrail geçimsizliği vesaire bütün bunlar Batı açısından soru işaretleri.
Peki, ben tekrar başa dönüp soruyorum: Gerçekten AKP'nin bir Avrupa Birliği hedefi var mıdır? Olmadığını Başbakan söyledi, ne zaman söyledi? 12 Kasım 2013'teki grup toplantısında aynen tam bütününü okumayacağım, sadece bir cümlesini alacağım, diyor ki Başbakan: "İki yüz yıldır bu millete istikamet dayatılıyor." "İki yüz yıldır" dediği şey nedir? Türkiye'nin bütün demokratikleşme dönemleridir yani mutlak monarşiden meşruti bir idareye geçiş, oradan demokrasiye geçiş, bütün bir cumhuriyet devrimleri, Batı'ya Türkiye'nin yönelmesi ve hatta o iki yüz yıl içinde elli yıl önceki 1963 Ankara Antlaşması yani "İki yüz yıldır Türkiye'ye istikamet dayatılıyor." deyince hepsi yani dolayısıyla Avrupa Birliğinin kendisi de dâhil olmak üzere. Dolayısıyla başka yerlerde kendinize yer aramaya başlıyorsunuz.
Dolayısıyla, buradan şuna geliyoruz, AKP'nin bütün bu Avrupa değerleriyle uyuşmaz, Avrupa değerleriyle bağdaşmaz, bu kültürel değerleri temsil ediyor olması ama aynı zamanda AKP'nin temsil ettiği siyasi değerler, siyasi pozisyonlar ve uyguladığı baskılama araçları özellikle Türkiye'de din merkezli bir otokratik düzen inşasına girişmesinin ayan beyan ortaya çıkması, doğrudan doğruya AB üyeliği önünde bir engel hâline geliyor. Yani AKP'nin kendisi, bugün Türkiye'nin AB üyeliği önünde bir engeldir. AKP iktidarı boyunca bu engel sürecektir. (CHP sıralarından alkışlar) Dolayısıyla birinci mesele, Türkiye'nin AKP'den kurtulmasıdır. AKP, AB ilişkilerini tıkayan parti konumuna gelmiştir AB açısından aslında bununla yeni bir gerekçe elde edilmiştir, Türkiye'nin üyeliğine karşı AKP gibi bir iktidar, AB açısından bir gerekçe oluşturmuştur.
Peki, Avrupa Birliği Bakanlığı bu tıkanmayı aşabilecek bir rolde mi, şimdi oraya gelelim. Aslında şimdi, AB Bakanlığı, bizzat Bakanlık görevi süresinde Sayın Bakanın diplomatik dil sınırlarını aşan bu "sokak diplomasisi" dediğimiz ya da "sokak dövüşçüsü" der Amerikalılar, bu tür bir dille, acaba, AB nezdinde "itibar erozyonu bakanlığı" durumuna mı gelmiştir? Bu soruyu sormak lazım. Yani AB nezdinde "itibar erozyonu bakanlığı"na eğer dönüştüyse, bunu, bize, bütün -AB Komisyonu üyesiyim ben- karşımızdaki muhataplarımız dile getirir duruma geldiyse "Böyle bir diplomatik dil olur mu?" diye, burada bir sıkıntı vardır.
Şimdi, peki, AB'yi eleştirme hakkımız yok mu? Kuşkusuz var, fazlasıyla var ama bu, üslup bozuklukları ve hakaret üzerinden bir kazanım elde etmeyeceğini görerek başlar. Önemli olan, içeriktir.
Şimdi, nasıl bir içerik? Bir kere, öncelikle, hani 2004-2005 sürecinde Türkiye'nin, AKP'nin kendi eliyle verdiği tavizlerdeki payını unutmadan -çünkü biz hediye ettik bütün bunları, yolumuzu kendimiz tıkadık- Avrupa Birliğinin bir kere taahhütlerini yerine getirmemesine, Avrupa Birliğinin müzakere başlıklarının açılmasında tıkaç rolü oynamasına, kuşkusuz ikiyüzlü politikalarına karşı kararlı bir tavır sergilemeliyiz. Her an bu tutumu sergilemek durumundayız. Kıbrıs bakımından verdiği sözleri de yerine getirmediği için söylemeliyiz.
Ama ikinci: Eğer, tam üyeliğe götürmeyen bir süreçte, Türkiye üzerinde yük oluşturmaya başladığı artık -en azından on yıldır, AKP dönemi boyunca- ayan beyan ortaya çıkan bir gümrük birliğini masaya yatıramıyorsanız, yani o zaman müzakere imkânlarınız kalmıyor. Yani siz AB'ye şimdi ne diyorsunuz? Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması AB-ABD arasında, diyorsunuz ki ABD'ye: "Benimle de yap, çünkü ben mağdur olacağım." E, niye yapsın seninle? Yani niye hemen yapsın ya da? Niye yapsın? Çünkü zaten senin gümrük birliği anlaşman buna izin veriyor.
O hâlde şunu yapmak zorundayız: Ya gümrük birliğini masaya yatıracağız AB'yle onu bir serbest ticaret anlaşmasına dönüştüreceğiz ya da eğer bunu yapamıyorsanız, gümrük birliğini, AB'nin yeni serbest ticaret anlaşması imzaladığı ülkelerin, Türkiye'nin Parlamentosundan geçmesi şartını koyacaksınız. Bundan başka bir çözüm yok. Bunları yapamıyorsanız, içeriksiz konuşmaların ötesine de gitmez, sözün ağırlığı olmaz, sözün ağırlığı, arkasında bir kararlı duruşla ortaya çıkar.
Şimdi, bu geri kabul anlaşması meselesine biraz değineyim: Şimdi, 16 Aralıkta imzalanacağı söylenen bir geri kabul anlaşması var, Dışişleri Bakanlığı böyle bir açıklama yapmıştı. Şimdi, bu geri kabul anlaşması ve ona bağlı olarak başlatılacak vizesiz AB seyahati müzakereleri, aslında en iyi ihtimalle de üç yıl, en erken üç yıl sonra gündeme gelecek diye şey yapılan bu taviz, aslında Türkiye'ye yeni bir tuzak, gümrük birliği gibi. Gümrük birliği, başta bir AB üyeliği hedefi üzerindendi. O gerçekleşmedi, dolayısıyla tekrar müzakere etme hakkımız var.
Şimdi, bu geri kabul anlaşması bir AB üyeliği hedefine de sahip değil. Yani "Üç yıl sonra AB üyeliği alacaksınız." deseler hadi otur, konuş. Öyle bir şey de yok. Dolayısıyla, bu geri kabul anlaşması, Türkiye'yi bu ikinci statüye razı etmek, o imtiyazlı ortaklık üzerinden "Bak, ben seni kıyımda tutmaya devam edeceğim, sen bu geri kabul anlaşmasını imzala, ben sana vizesiz dolaşım hakkını vereceğim. Buradan götürelim."
Değerli arkadaşlar, vizesiz dolaşım hakkı, ta 1957'de Avrupa Konseyi üzerinden Türkiye'nin elde ettiği bir haktı. Daha sonra Ankara Antlaşması, Katma Protokol vesaire, bunlar geliştirildi, başka bir bağlamda. 1980'de, henüz darbeden önce bizzat Alman Dışişleri Bakanı Genscher'in ifadesiyle, 1980'den hemen önceki hükûmet, o sırada işbaşındaki hükûmet tarafından bu vize meselesi iki taraflı olarak ne yazık ki getirildi. Tabii, 1980 darbesi buna tuz biber ekti, Avrupa Birliği yeni bir gerekçe kazandı orada ama şimdi biz bu eski hakkı yeniden kazanmak için yeni tavizler, yeni kabul tavizleri mi vermek zorundayız?
Şimdi, bakın, geri kabul meselesi, öyle bir hikâye ki eğer bunu kabul ederseniz bu üçüncü ülke vatandaşları otomatik olarak Türkiye'ye gelecek -Türkiye'den gitmiş olanlar- ve bunları siz alıp kendi ülkelerine de yollayamayacaksınız çünkü, davalar açıyorlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dolayısıyla bu yol tıkanıyor. Her hâlükârda vize-mülteci pazarlığı gayriinsanidir, yüz kızartıcıdır, bundan mutlaka kurtulmak lazım. Türkiye, üçüncü sınıf bir ülke durumuna düşürülmemelidir. Cumhuriyet Halk Partisi buna izin vermeyecek.
Teşekkür ediyorum. (CHP sıralarından alkışlar)