GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE
Yasama Yılı:4
Birleşim:29
Tarih:12.12.2013

BDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının bütçesi üzerine söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyor, iyi geceler diliyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; genel manada bütçe, özelde de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesi, katılımcı olmaktan uzak, eşitlikçi, özgürlükçü bir anlayışı esas almayan; aksine, tekçi, katı merkeziyetçi, otoriter zihniyetin yansımasıdır. Bu yönüyle de çatışmacıdır, asimilasyonist politikaların uygulanmasının ve sürdürülebilmesinin aracı durumundadır; erildir, egemenlikçidir, hiyerarşiktir. Bu yönüyle de bütçe, toplum ve toplulukların yararı yerine, az sayıda, küçük bir azınlığın, iktidarı elinde bulunduran egemenin hizmetine sunulan nitelikte ve özelliktedir. Bu anlayış yeni değil, bu anlayış Türkiye iktidarlarına, Türkiye devlet sistemine de ait ve onun özeline de indirgenebilecek bir durum değil; 1975'li yıllardan bu yana, yaklaşık otuz yılı aşkın bir süredir küresel boyutta uygulanan neoliberal politikaların Türkiye'deki versiyonudur, yansımasıdır.

Biz, şu gerçeği biliyor ve hatırlatmak istiyoruz: 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünya tarumardı. Savaşın yıkıntıları, erozyonu, yıkımı, siyasal, sosyal travması önüne geçilmez bir enkazla insanlığı karşı karşıya bıraktırmıştı. Ama buna rağmen, bugün dünyanın en gelişmiş sekiz ülkesinden olan Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya bu enkazdan azami ölçüde nasibini alan ülkelerdi. Bu ülkeler, o otuz yıllık zaman dilimi içerisinde hem dünyanın gelişmiş sekiz ülkesinden biri olmayı başardılar ama aynı zamanda, sosyal devlet olmanın gereği olarak da hiyerarşik olduğu kadar, dikey olduğu kadar yatay toplumsal refahı da, zenginliği de yayan bir özelliğe, niteliğe de sahiptiler. Bu demek ki, toplumun zenginleşmesiyle birlikte devletin ve sistemin gelişmesinin de mümkün olduğu gerçeğini bize hatırlatır.

Toplumun gelişmesi, toplum dinamiklerinin hiyerarşik ilişkilere karşı kendi öz yönetimlerini geliştiriyor olması bu iktidarcı zihniyetin hoşuna gitmemiş olacak ki Reagan'dan başlayan, Thatcher'la devam eden neoliberal politikalarla piyasalaştırma, taşeronlaştırma, metalaştırma uygulaması pervasız bir şekilde, önüne geçilmez uygulamalarla günümüz dünyasında insanlığı da, vicdanı da öldüren bir nitelikte, özellikte devam ediyor. Ülkemizdeki yansımaları da ağır siyasal ve sosyal travmalarla bizi karşı karşıya bıraktırmış durumdadır. Nasıl diye soracak olursanız, öncelikle dönüp ülke gerçeğini görmemizde yarar var, fayda var.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1900'lü yılların yüz yıl sonrasında bile biz hâlâ kapitalist finans kurumunun tarihsel ve yapısal olan krizine, tarihsel ve yapısal olmasına binaen radikal, sistematik bir çözüm bulamama, buna karşın da bir kısım palyatif (geçici) çözümlerle günceli ve gündemi meşgul ediyor olma talihsizliğiyle karşı karşıyayız. Hâlbuki, yapısal ve tarihsel olan bu kriz, 1929'da olduğu gibi 2008'de de bütün ülkeyi, bütün bir dünyayı sarmalamıştı. Bu krizi Türkiye'nin kazasız belasız ya da az hasarla gidermiş olmasının temel parametreleri, 2002'de iktidar olma nasibini yakalayan AKP'nin başarısı, yetenekleri, bu konudaki üstün eforu değil, öncesi, mali disiplinle başlayan banka ve finans sistemine ilişkin bir kısım iyileştirmelerin hazırı üzerine konan ama bununla birlikte, Türkiye gibi ucuz iş gücü, ucuz iş emeği potansiyeline sahip bir ülkeye akan yoğun sermayedir, bol paradır, düşük kurdur, yüksek gecelik repo faizidir. Bunun ürünü ve eseridir ki 2008'de küresel boyutta başta Yunanistan, Portekiz, İspanya olmak üzere dünyayı kavuran kriz Türkiye'de bu manada ciddi sonuçlara yol açmadan atlatılmış görünse de hâlâ tehlikesi, riski söz konusudur.

Son on yılda Uluslararası Finans Kurumunun ucuz iş gücü potansiyeline sahip ülke olma özelliğinden dolayı Türkiye'ye akıttığı bu sermaye yüzde 5'ler, yüzde 6'lar oranında bir büyüme trendine erişmemize yol açmışsa da ithalata dayalı tüketim ekonomisi üzerine kendisini idame ettiren bir ülke olma özelliğini aşamadığımızdan kaynaklı, şişen ama şişirildiği ölçüde de ihtiva ettiği yüksek basınçla patlama ve boşalma riskiyle karşı karşıya olan bir balon gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu balon...

BAŞKAN - Sayın Hatip, bir saniye.

Sayın milletvekilleri, büyük bir uğultu var salonda. Lütfen, rica edeyim, hatip konuşuyor. Ricamı yerine getirirseniz memnun olurum.

Buyurun Sayın Hatip.

DEMİR ÇELİK (Devamla) - Bu, son on yılda bol para, düşük kur ve yüksek gecelik faizle kurtarabildiğimiz gemimiz, gidebileceği güvenli limanı bulamadığı takdirde, siyasal iktidarın riski olmasından öte ülke halklarının, ülke emekçilerinin, yoksullarının geleceğini karartma durumu ve riskiyle karşı karşıya olduğumuzu hatırlatmak isterim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; benden önce de konuşan birçok arkadaşımızın altını çizdiği şekliyle, bugün, ülkemizde açlık sınırının altında 25 milyon, 26 milyon nüfusumuzun var olduğu gerçeğini hatırlatmak, bilince çıkarmak durumundayız. 9 milyon engelli, 6 milyon işsiz, 9 milyon civarındaki emekli, 2 milyon civarındaki taşeron işçisi, toplamda 26 milyon civarındaki insanımız bugün açlık sınırının altında, terbiye edilme riskiyle, terbiye edilme muamelesiyle karşı karşıyadır. Bu bir mucize. Mucize olan yanı, asgari ücretin 800 olduğu bir ülkede açlık sınırının altındaki bir rakamla 4 kişilik, 5 kişilik bir ailenin nasıl geçinebildiğinin izaha muhtaç konu olmasıdır. Bu da kadim coğrafya olan Anadolu'da ölmeyen, bitmeyen toplulukların ve toplumun dayanışmacı, paylaşmacı kültüründen kaynaklıdır. Birçok insan birbirine el vermekte, el uzatmakta, ortaklaşmacı komünal değerleri yaşatmanın onuruyla bu işi ikame etme durumu ve şansıyla karşı karşıyadırlar. Ama, nereye kadar? Neoliberalizm bir yanıyla bireyciliği, kişiselliği, kişisel mülk ve varlığı korumayı dayatıyor, öbür yanıyla da toplumun ve toplulukların paylaşmaya ve dayanışmaya dayalı kültürü yoğun bir çelişkiyle, yoğun bir çatışmayla bizi karşı karşıya bırakmıştır. Elbette ki başat olan, esas olan toplumdur, galebe çalan da toplum ve toplumun doğal serüvenine erişmesidir ama kısa vadede bu mümkün olmayabilir. Kısa vadede hiyerarşinin, iktidarın, sermayenin lehine olabilecek bir kısım çözümlere toplumu evirebilir, bu da bir risktir.

Bu manada, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının her şeyden önce bütçesinin mali harcamalara, cari harcamalara dönük olduğunu, istihdamı, üretimi esas almadığını, personelin giderini karşılamaya dönük olduğunu, hâlâ 2011 bütçesi rakamının da çok gerisinde olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu manada da söz konusu olan emeğin, söz konusu olan çalışanın koşullarını iyileştirmek, demokratikleştirmek değil, onların haklarını gasbetmek, onların verilmemiş olan haklarının verilmeme ısrarında bulunmaktır. Bu da siyasal manada istikrarı, toplumsal manada istikrarı getirmeyebilir. Belki ekonomik manada istikrarın sağladığı bir kısım avantajları arkanıza alarak fora etmiş olduğunuz gemilerinizle bir mesafe daha katedebilirsiniz ama hiç unutmayınız ki toplumsal ve siyasal istikrar türdeş ve basit değildir, çokluğun ve çeşitliliğin bir fonksiyonudur. Çoklu ve çeşitli olan toplumun temel dinamiklerinin ihtiyaçlarını meşru zeminde karşılamadığınızda ekonomik istikrarda ısrarınızın da bir faydası olmayacaktır. Geçicidir, size belki mal, mülk, sermaye olarak dönmüştür, rant sağlamıştır kentsel dönüşüm politikalarınız ve projelerinizde, uluslararası finans kurumlarının taşeron uygulamalarının bu avantajlarını arkanıza ve yanınıza almış olabilirsiniz ama en nihayetinde söz konusu olan toplumdur, söz konusu olan tarihsel gerçekliklerdir.

Değerli Başkan, sayın milletvekilleri; bu yönüyle de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının... Her şeyden önce, 2 milyon insanın asgari ücrete tabi tutulmuş olması, iş güvenliğinden, sendikal örgütlenmeden mahrum kılınmış olması, toplumsal sözleşmeden ve grev hakkından yoksun bırakılmış olması kabul edilmezdir. İnsanlar emeğini satarken güvenlik içerisinde, huzur içerisinde, sosyal ve siyasal iyi olma hâli içerisinde yaşamak isterler. Bu, bizim hakkımız olduğu kadar yoksulun da, emekçinin de, ezilenin de hakkıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, bu manada, öncelikli işi 6 milyon civarındaki işsizi işe kavuşturabilecek istihdamı, üretimi esas alan bir politikayı hayata geçirmelidir. Bütçemiz nasıl ki çatışma ve güvenlik esaslıysa, aynı şekilde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının bütçesi de bu bütçenin bir versiyonu, yansıması olarak Bakanlığın cari harcamalarının ötesinde bir hedefi önüne koymuş değildir. Biz işsizliği bitirmek gibi bir sorunu kendi gündemimiz olarak düşünmek zorundayız ama Bakanlık ve AKP iktidarı İŞKUR üzerinden "İşsizlerin işini çözeceğim." iddiasında bulunarak "İş ve Meslek Danışmanlığı Kurulu" adı altında oluşturduğu kurulda 4 bin civarında meslek edindirme danışmanını istihdama tabi tuttu. Ama bunlar bile, taşeronlaşmaya nasıl yaklaştığının somut bir örneği olarak kadrolu değil, sözleşmeli personel olarak istihdam edildi. Sözleşmeli personel olarak iş güvenliğinden yoksun, sendikal haktan yoksundur, hakkını arayamaz, hakkını aradığında da kapı dışarı edilme riski ve tehlikesiyle karşı karşıyadır.

İşte, hayatın her alanında piyasalaştırma, taşeronlaştırma, metalaştırma, ardı arkası kesilmez bir uygulamayla Türkiye'nin bütün sahalarında, alanlarında olduğu gibi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının ilgili alanlarında da önüne geçilmez bir noktada bir riski bize hatırlatır, bu riskle toplumu karşı karşıya bıraktırma durumundadır.

Üretimden yoksun, sadece tüketimi teşvik eden, tüketim üzerinde piyasa canlılığıyla kendisini sürdürebilen ekonomiler bataktır, batma durumu ve riskiyle karşı karşıyadır. Ama, söz konusu olan ekonomiler kontrol edilebilir bir noktada tutulmadığında, bunun toplumdaki yansımaları, riskleri çok daha büyüktür, bizim bugünden tahmin edemeyeceğimiz olumsuz sonuçlarıyla toplumun geleceğini de, toplumun mevcut, var olan mutluluğunu, refahını, güvenliğini de gasbeder.

Bu manada, özellikle, genel bütçenin kendisi ama özelde de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının bütçesi adil, eşitlikçi, özgürlükçü olmak durumundaydı. Adil, eşitlikçi, özgürlükçü olduğu kadar demokratik ve katılımcı olmak durumundadır. Demokratik ve katılımcı olmaktan uzak olan bütçenin hiyerarşiyi dikeyine büyüteceğinden dolayı toplumun hiçleşeceği, toplum ihtiyaçlarının karşılanamadığından kaynaklı da zaten devam eden otuz beş yıllık çatışmacı ve güvenlik eksenli anlayışın çok daha kaotik ve karmaşık ilişkilerle bizi karşı karşıya bıraktıracağını hatırlatır, saygılarımla iyi geceler dileklerimi ileterek hoşça kalın diyorum. (BDP sıralarından alkışlar)