| Konu: | ONUNCU KALKINMA PLANININ (2014-2018) TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA SUNULDUĞUNA DAİR BAŞBAKANLIK TEZKERESİ (S. SAYISI: 476) |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 127 |
| Tarih: | 01.07.2013 |
CHP GRUBU ADINA FAİK ÖZTRAK (Tekirdağ) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Onuncu Kalkınma Planı üzerinde Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına söz aldım. Bu vesileyle Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, Devlet Planlama Teşkilatından yetişmiş biri olarak bir planın hazırlık sürecinin ne kadar zor ve emek gerektiren bir iş olduğunu bilirim. Bu nedenle, Onuncu Kalkınma Planının hazırlığında emeği geçmiş tüm arkadaşlarıma, bürokrat ve akademisyenlere, sivil toplum temsilcilerine ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Değerli milletvekilleri, bir kalkınma planının başarısı, dünyadaki genel eğilim ve gelişmeleri doğru okumasına, varsayımlarının bu genel eğilimleri en gerçekçi şekilde yansıtmasına ve güçlü bir tutarlılık çerçevesinin olmasına bağlıdır.
Onuncu Plan çok önemli bazı küresel gelişmeleri dikkate almamıştır. Ben Plan ve Bütçe Komisyonunda yaptığım konuşmalarda bunların bir kısmına işaret ettim. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği arasında yürütülen Serbest Ticaret Anlaşması görüşmelerine bu planda yer verilmemiştir. Dünyadaki katma değerin yüzde 40'ını oluşturan ve yaklaşık 1 trilyon dolarlık dış ticaret hacmi olan ülkeler grubu arasındaki bu yeni düzen tüm ekonomileri etkileyecektir. Kaldı ki, Avrupa Birliği ile gümrük birliği ilişkisine sahip olan Türkiye'nin müzakere sürecinin dışında kalması hâlinde ciddi bir bedel ödeyeceği açıktır. Plan bu gerçeği dikkate almamıştır. Bürokrasimiz, Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ticaret görüşmelerinin önümüzdeki iki buçuk yılda tamamlanacağı gerçeğini dikkate alarak bu anlaşmanın ekonomimiz üzerindeki olası etkilerine derhâl çalışmalıdır. Hükûmet de Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasında yürüyen bu müzakerelerin dışında kalmamalı, eş zamanlı olarak müzakerelere dâhil olmanın yollarını bulmalıdır. Bir defa daha tekrarlıyorum: Bu anlaşma sürecinin dışında kalmanın veya gecikmenin ekonomiye ve insanımıza bedeli yüksek olacaktır.
Planda dikkate alınmayan bir diğer önemli husus ise küresel krizle birlikte emek yoğun sektörlerin Asya'dan gelişmiş ekonomilere yani ana ülkelerine, ana vatanlarına geri dönmeye başlamalarıdır. Bu da oldukça önemli bir gelişmedir ve küresel üretim ve değer zincirlerinde yeni bir yapılanmanın işaretlerini vermektedir. Sadece bir örnek vereyim: Amerika Birleşik Devletleri'nin en büyük beyaz eşya üreticisi General Electric Çin'de faaliyet gösteren beyaz eşya fabrikasını kapatarak üretimini Amerika Birleşik Devletleri'ne geri taşımıştır. Bu küresel gelişmeleri biz de doğru okumalıyız.
Son on yılda ülkemizde izlenen büyüme stratejisi, sanayi ve tarım başta olmak üzere dış ticarete açık sektörlerimizi tasfiye etmiştir. Planın mevcut kurgusunda bu sektörlere yönelik söylemlerde küçük değişiklikler olsa da eski anlayışın hâlen sürdüğünü görüyorum. Genç nüfusa sahip ülkemizin, sanayi ve tarımını tasfiye etme lüksü yoktur. Bu sektörlerin büyümenin çekici gücü olma özelliğini, istihdam ve katma değer yaratma imkânlarını sonuna kadar kullanmalıyız.
Yine, planda dikkate alınmayan bir diğer gelişme, bir ayı aşkın bir süredir uluslararası piyasaları sallayan Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankasının, bedava para döneminin sonuna gelindiğine yönelik açıklamalarıdır. Ekonomiden sorumlu bakanlar "Bunlar beklenen gelişmelerdir." diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır. Bunlar beklenen gelişmelerse plan hazırlanırken bu gerçeği neden dikkate almadınız Sayın Bakanlar? Bunları dikkate almış olsanız, süreci iyi yönetseniz Türkiye diğer piyasalardan daha fazla sarsılır mıydı, dolar kuru 1,95'lere kadar sıçrar mıydı?
Bakın, bugün geldiğimiz noktada dolar kuru 1,90'ların üzerine yerleşti.
Peki, 2018 için planda öngörülen dolar kuru nedir? 1,97 Türk lirası, 1,97 Türk lirası yani dolar kuru 2018'e kadar neredeyse mevcut düzeyinde kalacak, Türk lirası değeri şişmeye devam edecek.
Peki, değeri şişirilmiş bir Türk lirasıyla, üreticimiz, çiftçimiz, sanayicimiz nasıl rekabet edecek, ihracatımız nasıl artacak, Türkiye'yi ithal mallarının cenneti olmaktan nasıl çıkaracağız? Cari açığın millî gelire oranını yüzde 6,5'tan beş yılda yüzde 5,8'e nasıl düşüreceğiz? Bunu düşürsek bile yeni küresel likidite koşullarında bu açığı nasıl finanse edeceğiz? Şişkin Türk lirasıyla tüketimi kısıp yurt içi tasarrufları nasıl artıracağız? Planda hedeflenen tarım ve sanayi gibi küresel rekabete açık sektörlerdeki büyümeyi nasıl yapacağız? İşsizliği nasıl düşüreceğiz?
Arkadaşlar, tahkimatta yapılan tek bir hata tüm savaşı kaybettirir. Bakın, planın tek bir parametresinde yapılan hata planın temel amaçlarını nasıl işlevsiz kılmakta, plan hedeflerini nasıl geçersiz hâle getirmektedir.
26 Haziran tarihinde, Uluslararası Finans Enstitüsü, bizim gibi ekonomilere gelecek sermaye akımlarına ilişkin tahminlerini açıkladı. Enstitü, 2014'te gelişen ekonomilere gelecek paranın 2009'dan bu yana en düşük seviyesine ineceğini öngörüyor. Tabii, 2009'un dünyada kriz yılı olduğunu sizlere hatırlatmama gerek yok.
Ben, uzunca bir süredir, küresel sermaye hareketlerinde bir yavaşlama olması hâlinde Türkiye'nin bundan çok ciddi şekilde etkileneceğini söylüyordum. Şimdi aynı şeyleri Uluslararası Finans Enstitüsü de söylüyor. Enstitü, Amerika Birleşik Devletleri'nin bedava paraya son vermesi hâlinde bundan en çok etkilenecek ekonomilerin başında Türkiye'yi sayıyor. Daha geçtiğimiz ay benzer bir uyarıyı üyesi olduğumuz Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) da yapmıştı. Hükûmet planda bu uyarıları nedense hiç dikkate almamış ve likidite bolluğunun önümüzdeki beş yılda da aynen devam edeceğini öngörmüş.
Bakın, ben uzunca bir süredir Türkiye'nin dış borçlarının risk algısını arttırdığını söylüyordum. Ben "Türkiye'nin dış borçları yüksek, bunlar başımıza dert olur." dedikçe iktidar sıralarından "Artan borç özel kesimin, risk de özel kesimin." sesleri yükseliyordu. Geçtiğimiz haftalarda Dünya Bankası küresel beklentiler raporunun sonuncusunu açıkladı. Raporun 27'nci sayfasında "Bir ülkenin ödeme riski sadece genel devlet borcuyla sınırlı değildir. Asya krizinde gelişen ekonomilerde, son finansal krizde gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi, özel sektörün borçları çok hızlı bir şekilde kamu kesiminin sorunu olmaktadır." deniyor. İşte, bu nedenle Türkiye en riskli ülkeler kategorisine giriyor.
Değerli milletvekilleri, bir plandan beklenen en önemli görev, Hükûmetçe belirlenmiş amaçlar doğrultusunda toplumun önüne bir vizyon ve iddia koymasıdır. Önümüze gelen bu metnin en büyük eksikliği de bence budur. AKP Hükûmetinin önümüzdeki beş yıl için topluma sunacak ne bir vizyonu ne bir iddiası ne de bir ufku vardır. Tersine, açıklanan bu metin AKP'nin on yıldır izlediği politikaların iflasının ilanıdır. AKP'nin on yıldır sürdürdüğü, üretimi değil rant ve spekülatif kazancı önemseyen, vatandaşın gelirini değil borcunu artırmayı öngören, ekonomiyi sıcak paraya mahkûm eden, reel sektörü değil finansı gözeten, orta sınıfı yok ederek gelir dağılımını bozan, kitleleri tüketime yönlendiren, bu şekilde sanal bir zenginlik algısı yaratarak toplumu aldatan strateji ve politikalarının artık sonuna gelinmiştir. AKP'nin Türkiye'ye söyleyecek yeni bir sözü kalmamıştır. İktidar ciddi bir açmaz içindedir. Söyleyeceği her yeni söz, AKP'nin geçmiş on yılını ve politikalarını inkâr etmesi anlamına gelmektedir.
Peygamberimizin "Aslını inkâr eden bizden değildir." milletimizin de "Aslını inkâr eden haramzadedir." dediği düşünülürse AKP Hükûmetinin sıkıntısı sadece bu cihanda değil iki cihanda da büyüktür arkadaşlar. Bir hükûmet, kendini ve on yıllık icraatını nasıl inkâr eder? Kendiyle nasıl çelişkiye düşer? Bunu size rakamlarla anlatayım.
Bugün, Türkiye dünyanın en büyük 17'nci ekonomisidir, satın alma gücü paritesine göre ise 16'ncı büyük ekonomisidir. Aslında bu noktaya Türkiye, AKP iktidarından çok önce gelmiştir. Türkiye, aynı ölçütlerle 1987'de dünya'nın en büyük 14'üncü ekonomisiydi. Bunları hatırlatmalıyız ki kendini her şeyin başı ve sonu zanneden Sayın Başbakan doğruları bilsin.
Bakın, Başbakan Türkiye'yi ilk on ekonomi arasına sokacağını 2011 seçimlerinde taahhüt etmiyor muydu? Ediyordu. Bugün, hâlen Başbakan bunu tekrarlamıyor mu? Tekrarlıyor. Bunun için Türkiye'nin her yıl istikrarlı bir şekilde büyüme basamaklarını tırmanması ve rakiplerini birer birer geçmesi gerekiyor. Hükûmet, plan döneminin sonunda, 2018 yılında 1,3 trilyon dolarlık bir gayrisafi yurt içi hasıla öngörmüş. Bunu, IMF'nin aynı dönemdeki küresel tahminleriyle kıyasladığımızda, Türkiye'nin küresel ligde 2018'de de 17'nci sırada kalmaya devam edeceği anlaşılıyor. Yani Türk lirasındaki olağanüstü şişmeye rağmen bu plan dengeleriyle Türkiye, bir arpa boyu bile yol gidemiyor, olduğumuz yerde çakılıp kalıyoruz. Satın alma gücü paritesine göre de baksak tablo yine değişmiyor. Türkiye'nin önümüzdeki beş yılda 16'ncı sırada çakılıp kalacağı anlaşılıyor.
Arkadaşlar, küresel yarışta yerinde sayan bir ekonomi yarışı kaybediyor demektir. Bu dengelerle ve politikalarla Türkiye'nin önümüzdeki beş yılı kayıptır. Türkiye, mevcut AKP paradigmaları ve politikalarından vazgeçmediği sürece ilk on ekonomi arasına giremeyecektir, vatandaşına hak ettiği refahı sunamayacaktır. AKP'nin on yıldır uyguladığı üretmeden tüketme, kazanmadan harcatma, yaratılan açığı da borçlanarak kapattırma politikalarının bedelini Türkiye bugün küresel yarıştan koparak ödüyor.
Değerli milletvekilleri, son on yıldır izlenen ekonomi politikaları Türkiye'yi üretimden hızla uzaklaştırdı. Bakın, son on yılda ekilen tarım alanı 3,4 milyon hektar geriledi, çiftçi, 6,5 İstanbul büyüklüğündeki tarım alanını ekemez oldu. Tarımda kendi kendine yeten Türkiye artık karnını doyurmak için Arjantin'den mısır, Ukrayna'dan buğday, Şili'den angus ithal eder hâle geldi. AKP iktidarı cumhuriyet tarihinde ilk defa saman ithal edip bunu bir de törenle besiciye dağıttı. Türkiye, bu iktidar elinde, kendi samanını bile üretemez hâle düştü. Yem fiyatına yetişemeyen besicinin bakamadığı besisine hükûmet kararnameleriyle kesme yasağı getirildi. AKP Hükûmetinin elinde üreticinin de, üretimin de bereketi kaçtı.
AKP hükûmetleri elinde Türkiye'nin sanayi tabanı da hızla aşındı. 1998'den 2012'ye, Türkiye'de sanayi katma değerinin millî gelir içindeki payı 6 puan düşerek yüzde 22'ye indi. İlk 10'a girmek için yarıştığımız Malezya'da bu pay yüzde 42'den yüzde 44'e, Tayland'da yüzde 40'tan yüzde 45'e, Çin'de ise yüzde 45'den yüzde 48'e yükseldi. Türkiye dünya sanayi liginden düşerken rakiplerimiz bizi geçti.
Küresel araştırma enstitülerinden McKinsey'in geçtiğimiz aylarda yayımladığı araştırmaya göre, Türkiye 1990'larda dünyanın en büyük 13'üncü, 2000'de en büyük 15'inci imalat sanayisi üreticisi iken 2010'da, artık, ilk 15'de yer almıyor.
Sanayimizin rekabet gücündeki erimeyi, yaptığımız ihracatın teknoloji yoğunluğundan da anlamak mümkün. 2002'de toplam ihracat içinde ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 6,2 iken, 2011'de bu oran yüzde 2,8'e düştü. Türkiye AKP iktidarı elinde yükte ağır, pahada hafif ürünler ihraç eder hâle geldi. İşte bu tabloyu yaratan AKP iktidarı bugün getirdiği Onuncu Plan'da sanayileşmenin öneminden, yüksek teknolojili ürün ihracatını artırmaktan dem vuruyor. On yıldır bu ülkede başka bir parti iktidardı, başka birileri başbakandı da biz mi fark etmedik arkadaşlar? Biz Hükûmeti on yıldır uyarmaya çalışıyoruz. CHP "sanayi ve tarım" dedikçe AKP "AVM ve rezidans" dedi. Biz "Cari açık rekabet gücünün erimesidir." derken, AKP ve Başbakan "Finanse edildiği sürece cari açık sorun değildir." dedi. CHP "Türkiye'yi dünyanın üretim üssü yapacağım." derken Başbakan "Türkiye'yi dünyanın alışveriş ve perakende ticaret üssü yapacağım." dedi. Başbakan millete verdiği pek çok sözü tutmadı, pek çok konuda gömlek değiştirdi, dün "ak" dediğine bugün "kara"; dün "kara" dediğine bugün "ak" dedi ama doğrusu bu AVM ve rezidans konusundaki dik duruşunu Gezi Parkı'na kadar hiç bozmadı. Başbakan AVM ve rezidans aşkı uğruna milletin biber gazıyla boğulmasını, polis copu altında kalmasını ve TOMA'lardan sıkılan kimyevi sularla ıslatılmasını alkışladı. Halkına karşı bunu yapanlara "destan yazdınız" dedi. Millete çapulcu, ayyaş ve ağzıma alamayacağım pek çok hakaret ve iftira ile diklendi ama millet de Başbakana karşı dik durdu. Başbakan sonunda Taksim'e AVM ve rezidans projesinden şehir müzesine ricat etti.
Değerli milletvekilleri, bakın, Başbakanın AVM ve rezidans aşkı Türkiye'yi sanayi süper liginden düşürdü ama aynı aşk, geçtiğimiz yıl Türkiye'yi dünya AVM ve alışveriş liginde 14'üncü sıraya çıkardı. Bu haberler yandaş basın tarafından millete âdeta müjde olarak verildi. Şimdi, AKP Hükûmeti ve Başbakan on yıllık icraatını ve AVM ve rezidans aşkını inkâr ederek bu plan döneminde sanayileşmenin hızlandırılmasından bahsediyor. Hükûmetin bu hâline güler misiniz yoksa milletin böyle bir Hükûmet tarafından yönetilmesine ağlar mısınız? Artık, kararı siz vereceksiniz.
Değerli milletvekilleri, Hükûmetin on yıllık uzun bir uykudan sonra farkına vardığı bir diğer gerçek Türkiye'nin sahip olduğu demografik fırsat penceresidir. Planda uzun uzun bu pencerenin öneminden ve 2030'dan sonra bu pencerenin kapanacağından bahsediliyor. Bugün, Türkiye'de iş arayan her 5 gençten 1'i işsiz. Genç işsizler ordumuzun mevcudu bu yılın mart ayı itibarıyla 844 bin kişiye ulaştı. Bu, sahip olduğumuz demografik fırsat penceresini kullanamadığımızı açıkça gösteriyor. Oysa, Türkiye, genç nüfusu başta olmak üzere çalışmak isteyen vatandaşlarımızı istihdama koşabilse, kişi başına millî gelirini çok daha hızlı artıracak ve kalkınma yarışında yukarılara çıkabilecek.
Değerli milletvekilleri, bakın, 2012 itibarıyla 75 milyonluk Türkiye ailesinin sadece 25 milyon ferdi çalışmış ve 786 milyar dolarlık gelir yaratmıştır, yani her 3 kişiden 1'i çalışmış ve ortaya 786 milyar dolarlık bir gelir çıkarmıştır. Yaratılan bu gelir tüm aile yani 75 milyon tarafından paylaşılmış ve 2012'de her bir aile ferdi başına düşen gelir 10.504 dolar olmuştur. Türkiye'de istihdam edilenlerin oranı yüzde 45 oysa bu, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ortalamalarına yani yüzde 65'e getirilebilseydi, Türkiye'de kişi başına gelir 15 bin dolar düzeyine gelecekti. Bu yitirdiğimiz on yılda, bir de çalışanlarımızın verimliliğini artıracak, eğitim başta olmak üzere, yapısal reformlar yapılabilseydi, Türkiye, işte, o zaman sıçrayacak ve rakiplerini bugün birer birer geçecekti.
Oysa, bugün, gençlerimizi iş sahibi yapamadığımız gibi onlara iyi bir eğitim de veremiyoruz. 25-64 yaş arasındaki nüfusun yüzde 69'u lise seviyesinin altında eğitime sahip. OECD'de aynı oran yüzde 26. Çalışacak nüfusun çok büyük bir bölümü lise altı eğitimle iş yaşamına tutunmaya çalışıyor.
Türkiye'de eğitimin kalitesi de tartışmalı. OECD'nin PISA sonuçlarında Türkiye son sıralarda âdeta hapsoldu.
Gençlerimizi iyi eğitemezsek nasıl bilgi toplumu oluruz? Dünya standardında katma değer yaratan iş gücüne nasıl sahip olabiliriz? AKP, son on yıldır bu alanlarda hiçbir iyileşme sağlayamadı. Son on yıldır, Hükûmet aynı Hükûmet, ama her millî eğitim bakanıyla eğitim sistemi sil baştan yazıldı. En son, 4+4+4 sistemi âdeta Millî Eğitim bürokrasisinden ve bakanlardan kaçırılarak bizzat Başbakanın talimatıyla doğru dürüst tartışılmadan yasalaştırıldı. Bakın, bugünkü gazetelerde Millî Eğitim Bakanlığının 60-66 aylık çocukların sisteme uyum sorunları konusundaki tespitlerine yer verilmiş. Bakanlığın şimdi tespit ettiği sorunları biz size o gün söylemiştik. Okulların fiziksel koşullarının bu sisteme uygun olmadığını, uyum sorunları olacağını tek tek anlatmıştık ama Başbakan çıktı, tek başına, çocukların kaç yaşında okula gideceğine karar verdi. Şimdi, geldiğimiz noktada okullarda minderli eğitime geçiyoruz. Şimdi, bu yanlışları yapan AKP Hükûmeti çıkmış, on yıldır kullanmadığı demografik fırsat penceresini hem nicelik olarak kullanacağından hem de beşerî sermayenin niteliğini artıracağından söz ediyor. Değerli arkadaşlar, on yıl sonra bunları diyen bir iktidara akşam yemeğinden sonra "günaydın" derler.
Değerli milletvekilleri, AKP iktidarı planda "Nitelikli İnsan Güçlü Toplum" başlığı altında çok güzel sözler söylüyor, insan için ve insan ile beraber kalkınma anlayışından bahsediyor. Bunlar, elbette çok güzel sözler, bunları yazan bürokrat arkadaşlarımı kutluyorum ama insan odaklı kalkınma anlayışını üretecek bir iktidarın ülkedeki farklılıklara saygı duyması gerekir. Toplumu yüzdelik oy dilimlerine bölen, "Yüzde 50'yi evinde zor tutuyorum." diyen, milleti kutuplaştıran, "Ayaklar baş olmaz." diyerek demokratik talepleri küçümseyen bir zihniyette kapsayıcı, istikrarlı ve insan odaklı bir büyüme asla sağlanamaz.
Aynı zihniyetle gelir dağılımı da düzeltilemez. Bakın "Forbes" dergisi açıkladı, 2012 itibarıyla Türkiye'deki dolar milyarderlerinin sayısı 43 kişi, Japonya'daysa aynı dönemde dolar milyarderlerinin sayısı 22 kişi. Japonya'nın toplam millî geliri Türkiye'nin 7,5 katı ancak Türkiye'deki dolar milyarderlerinin sayısı Japonya'nın 2 katı. İnsan odaklı bir ekonomide böyle bir tablo asla ortaya çıkmaz değerli milletvekilleri. Bu rakamlara baktığımızda, AKP iktidarının yoksullukla mücadelede bize benzer ekonomiler kadar başarılı olamadığını da açıkça görüyoruz.
Değerli milletvekilleri, Hükûmetin getirdiği bu metnin en eğlenceli yeri belki de kurumsal kalitenin artırılmasına yönelik kısımlarında yer alıyor. Bir ülkede çocukların kaç yaşında okula gideceğinden ailelerin kaç çocuk yapacağına kadar, köprü ve otoyolların güzergâhından hangi mahalleye kaç kata bina yapılacağına kadar, vatandaşları partisine, mezhebine göre fişletip kamu taşınmazlarının kimlere kiraya verileceğinden satılacağına, kamu ihalelerini kimin alacağına kadar memleketteki her karar tek bir adamın ağzına bakıyorsa bu ülkede kurumsallaşmadan ve kurumsal kaliteden bahsedebilir miyiz? Bir ülkede Başbakan hem jinekolog hem pedagog hem jeolog hem mimar hem mühendis hem ekonomist olabiliyorsa o ülkede ne kurumsallaşmadan ne iş bölümünden ne de kurallı bir demokrasiden söz edebiliriz. O ülkede olsa olsa keyfî tek adam rejiminden söz ederiz. (CHP sıralarından alkışlar) Bugün Türkiye'nin genel manzarası tam da bunu göstermektedir.
Değerli milletvekilleri, bugün bu ülkenin en önemli kırılganlığı giderek otoriterleşen Başbakanıdır. Başbakan, iktidarda 10'uncu yıl hastalığı olarak da bilinen hubris sendromuna yakalanmıştır. İktidarda uzun süre kalan liderin artan kibri, yani hubrisi liderin sağlıklı karar almasını engeller. Bu hastalığa yakalanan lider eleştiriyi kabul etmez, en yakın arkadaşlarını bile dinlemez. Liderin yaşadığı bu güç kirlenmesine hubris sendromu denir. Bu hastalığa yakalanan lider örneklerini dünyada görmek mümkün değerli arkadaşlar. Amerika Birleşik Devletleri'nde oğul Bush, İngiltere'de geçenlerde vefat eden Margaret Thatcher buna örnek olarak verilebilir.
Thatcher, 1979'dan 1990'a kadar on bir yıl iktidarda kalmış, bu dönem zarfında seçim kaybetmemiş ancak yakalandığı bu illet Başbakan Thatcher'i koltuğundan etmiş. Kendisine en yakın olan arkadaşları kibirli liderin yanından yavaş yavaş uzaklaşmış, partisinin karşı çıkmasına karşın kelle vergisinde ısrar edince de partisi koltuğu Thatcher'dan almış. Ne de olsa gerçek demokrasilerde kişiler değil kurumlar önemlidir; gerçek demokrasilerde kişiler yolcu, kurumlar hancıdır.
Değerli milletvekilleri, bir liderin bu illete yakalanıp yakalanmadığını bazı bulgulara bakarak teşhis etmek mümkündür. Birkaçını paylaşayım, takdiri sizlere ve millete bırakayım:
Bu hastalığa yakalanan lider, dünyayı gücünü kullanarak kendini yüceltebileceği bir yer olarak görür. Gezi Parkı olaylarında vatandaşlara orantısız güç kullanma talimatını veren, bunu da ödüllendiren bizzat Başbakan olduğunu söylersem herhâlde ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılacaktır.
Bu hastalığa yakalanmış lider, kendisini başında bulunduğu kurum veya devlet ile bir tutar. Başbakanın sürekli "benim valim, benim emniyet müdürüm, benim genelkurmay başkanım" ifadelerini sizlere hatırlatmak isterim.
Bu sendromu yaşayan lider, kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görür. Başbakanın Gezi olaylarında millete yönelttiği "çapulcu", "ayyaş", "terörist", "ayaklar" ifadelerinin nedenini eminim ki şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur.
Bu hastalığa yakalanan lider, milletine, iş arkadaşlarına ya da adalete karşı değil sadece tarihe ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verebilir olduğunu düşünür. Başbakanın Sincan mitinginde "Biz sadece Allah'a hesap veririz." sözlerini normal bir demokraside kabul etmek mümkün müdür? Kamusal bir hizmeti yerine getiren Başbakanın bir usulsüzlüğü veya yanlışı varsa bunun hesabı sadece mahşer gününe mi kalacak? Başbakan mahşer gününde elbette kişisel kusur ve hatalarının hesabını yüce Allah'a verecektir. Biz Allah ve kul arasına girmeye çalışan bezirgânlardan olmayacağız ama bu dünyada kamusal bir görev yerine getirirken kul hakkı yediyse, halkını kin ve nefrete düşürecek eylem ve sözlerde bulunduysa, toplumu ayrıştırdıysa, polise kanuna uymayan emirler verdi ve polis bunları uygulamaya zorlandıysa elbette bunu yapan adalete ve Türk yargısına hesabını verecektir. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır arkadaşlar.
Son olarak bu hubris hastalığına yakalanan lider, aşırı öz güvenin neden olduğu yanlış politikalarda ısrar eder, kararlarının sonuçlarını düşünmez. Başbakan tek bir cümleyle Gezi olaylarını durdurabilecek iken bunu ilk günden itibaren yapmamıştır.
Başbakanın kışkırtıcı yaklaşımına ekonominin kendi kırılganlıkları yani rekorlar kıran cari açık, döviz açık pozisyonu, kısa vadeli dış borç stoku ve yetersiz döviz rezervleri de eklenince bizim piyasalarda durum daha da vahimleşmiştir. Dışarısı Bernanke'nin açıklamalarıyla bir zarar ederken, biz Başbakanın kibri ve sıcak paracı ekonomik politikaları nedeniyle üç zarar ettik.
Arkadaşlar, 2002'de kısa vadeli dış borç 16,5 milyar dolar, cari açık 622 milyon dolardı. Bugün kısa vadeli dış borç 115 milyar dolar, cari açık ise 47 milyar dolar. Bunun sonucunda, Başbakanın 135 milyar dolar diye övündüğü döviz rezervleri yetersiz kalmıştır. 2002'de her 100 dolarlık kısa vadeli dış borç ve cari açık yani bir yıllık döviz gideri karşılığında Merkez Bankası kasasında 166 dolar rezerv varken, şimdi 78 dolar kalmıştır ama kısa vadeli borçları ve cari açığı görmemekte ısrar eden Başbakan, yetersiz rezervlerle hâlen övünmeye devam etmektedir.
Yine, 2002'de bu ülkenin döviz açık pozisyonu 85,5 milyar dolardı, şimdi 451 milyar dolar. Yani, her 10 kuruşluk devalüasyon, ekonomiye 45 milyar Türk Lirası kur farkı yükü yüklüyor. Bunun önemli bir kısmı da kısa vadeli yükümlülüklerden kaynaklanıyor. Bugün Türkiye benzer ekonomilere göre daha çok dalgalanıyorsa, Amerika Birleşik Devletleri'nin parayı sıkılaştırmasından en çok etkilenecek ekonomi olarak tanımlanıyorsa ardında işte bu ekonomik kırılganlıklar da bulunmaktadır. İktidar ve Başbakanı bunları görmezden geldi. AKP'nin on yıllık iktidarında ülkenin dış borçları, cumhuriyet dönemini, kendinden önceki seksen yılda tüm iktidarların aldığı dış borcu 2.5'a katladı, 337 milyar dolara ulaştı ama vatandaş borca batmışken 20 milyar dolarlık IMF borcunu ödemekle övünen bir Başbakanımız var.
Derecelendirme kuruluşlarının Asya, Rusya ve son krizlerdeki performanslarını unutup not artışlarıyla gözü kamaşan, verilen hazine garantilerine rağmen bir türlü finansmanı bulunamayan milyar dolarlık projelerin şaşalı temel atma törenlerine aldanan Başbakan, piyasaların bu tepkisini görünce şaşırdı kaldı. Kendisinin sınır tanımaz kibrinin ve artık yer kabuğuna sığmayan egosunun neden olduğu olaylar büyüdükçe de yanlışının faturasını, ne olduğu anlaşılamayan farklı kesimlere ciro etmeye çalıştı. Daha geçtiğimiz yıl bu ülkeye 1 milyon dolar getiren sıcak paracılara borsada 630 bin dolar, devlet kâğıtları piyasasında 210 bin dolar kazandıran bu Hükûmetti. Gezi olaylarından sadece bir ay önce, nisan ayında kamu borç kâğıtlarına sıcak paracılar 9 milyar dolar para yatırıp rekor kırmışlardı. Türkiye, 2012 yılında sıcak paracılara en çok kazandıran ülke ödüllerini aldı. Yandaş medyada bunlar çarşaf çarşaf yazdı ama sıcak para mayısta çıkmaya başlayınca, Başbakan, iktidar olurken desteklerini almak için kadrolarını yolladığı, sonra da kucakladığı sıcak paracıları birden bire lobici ilan ediverdi.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.
FAİK ÖZTRAK (Devamla) - Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin pek çok kırılganlığı vardır, ancak en önemli kırılganlığı hubris hastalığına yakalanmış bir Başbakan tarafından yönetilmesidir. Böyle bir Başbakan idaresinde seçimlere kadar geçecek birkaç yılda Türkiye ciddi bedeller ödeme riskiyle karşı karşıyadır.
AKP'nin ülkeye yapacağı en büyük iyilik, İngiliz Muhafazakâr Partisinin Thatcher'a tanıdığı onurlu çıkış imkânını kendi liderine tanıyarak Başbakanın çıktığı yaz tatilini rahatça sürdürmesine imkân sağlamasıdır.