GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: ONUNCU KALKINMA PLANININ (2014-2018) TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA SUNULDUĞUNA DAİR BAŞBAKANLIK TEZKERESİ (S. SAYISI: 476)
Yasama Yılı:3
Birleşim:127
Tarih:01.07.2013

CHP GRUBU ADINA RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Onuncu Kalkınma Planı üzerine Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini belirtmek üzere söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben bugünkü konuşmamda öncelikle "planlama" kavramı üzerinde durmak istiyorum. Sonrasında, Dokuzuncu Kalkınma Planı'nın gerçekleşmeleri ne yönde? Çünkü bildiğiniz üzere Onuncu Kalkınma Planı, Dokuzuncu Kalkınma Planı'nın gerçekleşmeleri üzerine oturtulmuştur ve belli bir süreklilik, belli bir devamlılık içindedir. Son olarak da Onuncu Kalkınma Planı'nın üzerinde duracağım.

Bildiğiniz üzere, değerli milletvekilleri, planlama bir kaynak tahsis mekanizmasıdır. Toplumların şu ana kadar bulduğu 2 tane kaynak tahsis mekanizması vardır; birisi piyasadır, birisi de planlamadır. Birçok ülkede, baktığınız zaman, piyasanın ya da planlamanın öncelikli olduğunu görürüz. Türkiye'nin özgün planlama deneyiminde piyasanın bir kaynak tahsis mekanizması olarak varlığı kabul edilmiştir ancak planlama da bir kaynak tahsis mekanizması olarak devreye konulmuştur yani kaynaklarımızı, mevcut kıt kaynaklarımızı hangi önceliklere yönlendirirsek daha hızlı büyürüz, bu, kamu açısından emredici hükümler taşımaktadır. Kamu, sonuçta, plan içindeki hedeflerle, politikalarla bağlıdır, bağlı kalmak zorundadır. Özel sektör açısından da yol göstericidir, yön vericidir.

Böyle bir planlama anlayışı içinde, Türkiye, 1963 yılından itibaren planlama deneyimine başlamıştır. İlk üç plan yani 1960-1980 arasındaki dönem daha çok Türkiye'nin ithal ikameci bir büyüme modelinin olduğu dönemdir yani dışarıdan ithal ettiğimiz malları yurt içinde üretmek üzerine kurulu bir planlama mekanizmasıdır bu. Bu da ciddi anlamda başarılı olmuştur. Burada üç aşamalı öngörülmüştür ithal ikameci modelde planlama mekanizması. Öncelikle tüketim mallarını Türkiye'de üretmek, ikame etmek. İkinci aşama ara mallarıdır, ara mallarının Türkiye'de üretilmesidir. Üçüncü aşama ise yatırım mallarının ikamesi üzerine kurulmuştur. Türkiye, tüketim mallarının Türkiye'de üretilmesi aşamasında ciddi aşamalar, başarılar kaydetmiştir. Sonrasında ara mallarının Türkiye'de üretimi üzerine planlamanın, ithal ikameci modelin ikinci aşamasına geçilmiştir ancak o dönem de 1970'li yıllara denk gelmiştir. Bildiğiniz üzere, 1970'li yıllar dünyada krizin olduğu yıllardır. İki büyük petrol şoku vardır 1973 ve 1978'de ve bunun sonucunda bütün dünya ekonomilerinin ciddi sarsıntılar geçirdiği bir dönemdir.

Türkiye, planlamada ikinci dönemini 1980 sonrası bu modeli değiştirerek dışa açık bir büyüme modeli içinde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu model başlangıçta büyük avantajlar da sağlamıştır yani Türkiye'nin sonuçta krizlerinin hepsinin dış ödemeler krizi üzerinden geldiğini düşündüğümüzde bu krizi aşabilmek, Türkiye'nin belli malları üretmesi ve dışarı ihraç etmesi üzerinde odaklanan bir büyüme modeli Türkiye'de uygulamaya konulmuştur. Tabii, eğer bir malı Türkiye'de üretecekseniz belli üretim faktörleri var, hangi üretim faktörüne sahipseniz daha çok, daha bol olarak onun üzerinden uzmanlaşırsınız. Türkiye de burada emek yoğun bir -en çok bol olan üretim faktörü emek olduğu için- model üzerinden dünya ekonomisiyle bütünleşmeye çalışmıştır. 1980'lerin sonu, aynı zamanda, Türkiye ekonomisinin sermaye hareketlerine, dışarıdan gelecek sermaye hareketlerine açıldığı bir dönemdir. Bunun sonucunda da, bu modelde dışarıdan gelen, kısa vadeli, sıcak para dediğimiz sermaye hareketlerine dayalı bir büyüme modeli Türkiye ekonomisinde uygulamaya konulmuştur ama bunun ortaya çıkardığı belli birtakım komplikasyonlar, olumsuzluklar vardır. Bunların bir tanesi -biraz önce de söylediğim üzere- Türkiye'nin sanayisizleşmesidir. Türkiye'nin daha çok yüksek katma değerli mal ve hizmet üretmesi gerekirken düşük katma değerli mal ve hizmet üretiminde kalması anlamına gelmiştir. Türkiye, bu anlamda, emek piyasalarını ILO standartlarına uydurmamıştır. Bugün Türkiye'de de hâlâ, baktığımızda, düşük ücretlere, niteliksiz emeğe dayanan bir iş gücü piyasasının egemenlikte olduğunu görmekteyiz, çok yüksek bir taşeronlaşma, gene aynı şekilde, piyasaya egemenliğini, damgasını vurmuştur. Bu şekilde baktığımız zaman, özellikle 1980 sonrası dönemde şunu görüyoruz: Türkiye ekonomisi belli aralıklarla büyür, üç yıl, dört yıl, beş yıl üst üste büyümüştür, ondan sonra birdenbire büyüme kesilmiştir ve Türkiye ekonomisi krize girmiştir.

Şimdi, tabii, Onuncu Kalkınma Planı Türkiye'nin geleceğini, gelecekteki beş yıllık dönemde nasıl bir strateji izleyeceğini, kaynaklarını hangi önceliklere tahsis edeceğini belirlemek üzere kurgulanmış bir plandır, öyle de olmalıdır. Ancak, Sayın Bakan, değerli milletvekilleri; Onuncu Kalkınma Planı'na baktığımız zaman, ne yazık ki bunun böyle olmadığını görüyoruz çünkü Onuncu Kalkınma Planı son derece mahcup hazırlanmış, iddiasız bir plandır. Küresel krizin etkilerinin devam edeceği varsayımı üzerinden kurgulanmıştır. Bu da, aynı zamanda artık uluslararası likiditenin eskisi kadar bol olmayacağı anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda ne olması gerekirdi? Planlamanın bir kaynak tahsis mekanizması olduğunu düşündüğümüzde, planlama aracılığıyla ekonomiye müdahale ederek bu sorunları ortadan kaldırmak, var olan yapısal problemleri çözmek gerekirken ne yazık ki Türkiye ekonomisi üzerinde böyle bir perspektif oluşmamıştır. Yani plan ekonomiye ciddi bir müdahale aracı olarak kullanılmamıştır, mevcut yapının kabul edildiği, belli iddiaların ortadan kaldırıldığı bir plandır.

Şimdi, tabii, değerli milletvekilleri, Onuncu Plan'ı konuşmadan, tartışmadan önce Dokuzuncu Plan'a da değinmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Şimdi, bakın, Dokuzuncu Kalkınma Planı Mecliste görüşülürken -onun sonrasında tabii tutanaklarını da okuduk- bu planın üç tane temel özelliğinin olduğu vurgulanmıştı o dönemdeki Sayın Bakan tarafından.

Bunların birincisi, Dokuzuncu Kalkınma Planı'nın bir stratejik plan olmasıdır yani sorunları önceliklendiren, temel amaç ve önceliklerde yoğunlaşan bir stratejik plan.

İkinci özelliği, Avrupa Birliğinin mali dönemine uyum sağlayan bir plan olmasıdır. Çünkü biz biliyoruz ki Türkiye'nin yaptığı planlama deneyiminde ve yaptığı planlarda hep "beş yıllık kalkınma planları" diye geçerdi ve o şekilde de yerleşmişti, daha öncesinde hiç "plan" diye konuşmazdık, "beş yıllık kalkınma planları" derdik ama Dokuzuncu Kalkınma Planı'nda gördük ki biz birdenbire yedi yıllık bir kalkınma planı hazırlandı. AB dönemi, AB ile üyelik müzakereleri devam edecek, o çerçevede AB ile uyum içinde işlemesi gereken bir mekanizma tasarlanmıştı.

Gene, üçüncü bir özelliği Dokuzuncu Kalkınma Planı'nın -bu çünkü iddialı bir plandı- etkili bir izleme ve değerlendirme mekanizmasının kurulması öngörülmüştü. Yani DPT Müsteşarının başkanlığında, ilgili kurumların temsilcilerinden oluşan bir üst izleme ve yönlendirme komitesi kurulacaktı. Sonrasında da bu komite toplanacak, plan dönemine ilişkin plan dönemi içindeki gelişmeleri, plan döneminin hedeflerinde sapmalar var mı, gerçekleşmeler ne yönde, bunları inceleyecek, yakından izleyecek ve yıllık raporlar hazırlayarak bunu Bakanlar Kuruluna sunacaktı ve Bakanlar Kurulu da bunun sonucunda ekonomiye planda belirli sapmalar olduğunda müdahale ederek o planın uygulanmasını sağlayacak bir yapı oluşturacaktı.

Şimdi, bu üç tane temel özelliğe baktığımızda ne yazık ki üçünün de ciddi biçimde ortadan kalktığını, bu perspektiflerin uygulanmadığını görüyoruz, bir stratejik plan olarak hazırlandığı söylenmişti ama stratejik plan içindeki izleme-değerlendirme mekanizması, performans ölçme, bunların hiçbiri Dokuzuncu Kalkınma Planı'nda uygulanmamıştır.

Gene, bu planı izleme ve değerlendirme komitesi -aynı zamanda aktif müdahaleyi de gerektirir- hiçbir şekilde kurulmamıştır değerli milletvekilleri. Böyle bir komite kurulmamıştır, bir araya gelinmemiştir. Plan döneminin yedi yıllık döneminde gelişmeler ne yönde, bunlar izlenmemiştir, ele alınmamıştır, yıllık raporlar hazırlanmamıştır ve Bakanlar Kuruluna sunulmamıştır. Ve daha da vahimi, "AB'ye uyum" perspektifiyle ilgili yedi yıllık bir kalkınma planı hazırlanmış olmasına rağmen, Dokuzuncu Kalkınma Planı döneminde, yani 2007-2013 yılında, AB'yle üyelik müzakereleri tam bir çıkmaza girmiştir. Türkiye'nin âdeta AB perspektifini kaybettiğini söyleyebiliriz. Bunu nereden anlıyoruz? Çünkü Onuncu Kalkınma Planı'na da baktığımızda, AB'yle üyelik perspektifleriyle ilgili -tam üyelik- buna ilişkin, bunlara ilişkin olarak hiçbir ciddi perspektifin, stratejinin, politikanın olmadığını görüyoruz.

Diğer taraftan, Dokuzuncu Kalkınma Planı'nın bir vizyonu vardı: İstikrar içinde büyüyen, gelirini daha adil paylaşan, küresel ölçekte rekabet gücüne sahip, bilgi toplumuna dönüşen, AB'ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye. AB'ye üyelik için uyum sürecini tamamlamış bir Türkiye'nin olmadığını zaten biraz önce belirttim. Peki, istikrar içinde büyüyen bir Türkiye olmuş mudur Dokuzuncu Kalkınma Planı'nda? Ne yazık ki olmamıştır? İsterseniz size büyüme rakamını vereyim: Plan'da 2007-2013 yılı büyümesi yüzde 7 olarak öngörülmüştü, gerçekleşme yüzde 3,5 olmuştur değerli milletvekilleri. Hadi kriz tabii var, küresel kriz; küresel kriz de 2008'in son çeyreğinde başlayıp 2009'un üçüncü çeyreğinde bitmiştir yani bir yıllık bir dönemdir. Bunu, 2009 yılının negatif büyümesini yüzde 4,8'lik küçülmesini çıkardığımızda da büyüme hızı ancak yüzde 4,9 olmaktadır. E, yani, şimdi, burada sormak hakkımız değil midir? Türkiye ekonomisinin, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu dönemden bugüne kadar büyüme hızı zaten yüzde 5'ler civarındadır değerli milletvekilleri. (CHP sıralarından alkışlar)

1923-2002 yılının yıllık ortama büyümesi yüzde 4,8'dir. Çok partili rejime geçtiğimiz 1946 yılından aldığımızda da, 1946-2002 yılı büyümesi yüzde 5,2'dir. AKP döneminde de, iktidara gelinen dönemden itibaren 2003-2013'ün, 2013'te de yüzde 4'ün gerçekleşeceği varsayımıyla baktığımızda da büyüme hızı ancak yüzde 5'tir.

Gene, kişi başına millî gelirin 10 bin dolar olma iddiası aslında bugün gerçekleşmemiştir. Tabii, 10 bin dolar oldu ama 2008'de millî gelirde yaklaşık yüzde 30 düzeyinde yapılan revizyon sonucu olmuştur, yoksa, şu anda millî gelirimiz 7 bin dolarlar civarında olacaktı.

Sabit sermaye yatırım artış hızı yüzde 9,1 olarak öngörülmüştü, gerçekleşmesi yüzde 4,4'tür.

Sanayinin gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payının artması öngörülmüştü; artmamış, azalmıştır.

Dış ticarete ilişkin hedefler gerçekçi değildir. İhracat planda 210 milyar dolar olarak hedeflenirken 158 milyar dolar olmuştur, sapma 52 milyar dolardır. İthalat 275 milyar dolar olarak öngörülmesine rağmen 253 milyar dolar olmuştur -2013'lerin gerçekleşeceği tahminleri kullanıyorum burada- yani orada da 22 milyar dolarlık bir sapma vardır. Yani, ithalatta yaklaşmışız belki hedeflere ama ihracatta bunun gerisindeyiz. Onun sonucunda da cari işlemler açığının millî gelir içindeki payının plan dönemi sonunda millî gelirin yüzde 3'üne düşmesi öngörülmüşken, bugün de bildiğimiz üzere, yüzde 7'ler seviyesinde kalmıştır.

TÜFE artış hızı yüzde 3'tü planda; şu anda Merkez Bankası hedefi, 2013 için, yüzde 5,3'tür.

Kamu kesimi borçlanma gereğinin millî gelir içindeki payı yüzde 0,9 fazladan yüzde 3,6 fazlaya gitmesi öngörülürken yüzde 1,5 açığa dönmüştür ki aynı zamanda küresel krizin ekonomiyi yavaşlatarak bu anlamda bu tip hedefleri gerçekleştirmesi mümkün kılacakken -cari açıkta da aynı şey geçerlidir- ne yazık ki bu olmamıştır. Çünkü, öyle bir vergi sistemi vardır ki yüzde 70'i dolaylı vergilere dayalı bu vergi sistemiyle Türkiye'de büyüme yavaşladığı zaman birdenbire ihracattan alınan KDV, ithalattan alınan KDV, dahilde alınan KDV, ÖTV'de yavaşlama olarak bütçe hedefleri gerçekleşmemektedir.

İşsizlik oranları 2006'da yüzde 10,4'ken yüzde 7,7'ye gerilemesi öngörülmüştür, yüzde 8,9'tur. Yani, istikrar içinde büyüyen, ne yazık ki, bir Türkiye ekonomisi olmamıştır.

Gelirini daha adil paylaşan kısmı vardır; o da ne yazık ki gerçekçi değildir. Gini katsayısına baktığımızda -bildiğiniz üzere gelir dağılımı dengesizliğini bozan bir katsayıdır bu, sıfır ila 1 arasındadır; sıfıra yaklaştıkça daha dengeli, 1'e yaklaştıkça daha dengesiz, bozuk bir gelir dağılımını işaret eder- Türkiye'de 0,40'tan ancak 0,37-0,38'lere gelinmiştir. Yani ciddi anlamda baktığınızda, Türkiye'de gelir dağılımının düzelmediğini, tam tersine gelir dağılımının bozulduğunu ve yoksulluğun arttığını görebiliriz. Bunu sadece rakamlardan da görmemiz değil arkadaşlar, çünkü sonuçta, bu rakamlar, bu istatistikler üzerine konuşuyoruz. Bu istatistiklerin, biraz sonra da bahsedeceğim, Türkiye'nin istatistik sisteminde ciddi problemler vardır. Herhâlde siz de onun farkında olduğunuz için istatistiki altyapının geliştirilmesi üzerine bir öncelikli program koymuşsunuz. Çünkü birçok istatistikte ciddi problemler olduğunu düşünmekteyiz.

"Küresel ölçekte rekabet gücüne sahip ve bilgi toplumuna dönüşen bir Türkiye." diyor; öyle midir? Ne yazık ki öyle değildir. Türkiye ekonomisi ciddi anlamda, özellikle imalat sanayisi başta olmak üzere bir yapısal dönüm gerçekleştirememiştir. İhracatın imalat sanayisi içinde, üretimin ve ihracatın teknoloji yoğunluğuna baktığımızda Türkiye'nin düşük ve orta düşük teknolojili sektörlerin egemen olduğu bir yapı içinde hareket ettiğini görmekteyiz. Hele bunun içine, bunun toplamına 4 dediğimizde? Bu bir OECD ayrımıdır; düşük teknolojili, orta düşük, orta yüksek, yüksek diye dört bölümde ele alır. Bunun toplamına 100 dediğimizde, Türkiye'de yüksek teknolojili sektörlerin payının yüzde 3, yüzde 4'ler seviyesinde olduğunu görüyoruz. Bir de burada ilginç olan bir konu, bunun aynı zamanda zaman içinde düşüyor olmasıdır. İmalat sanayisi üretimi, üretiminin toplam içindeki payı teknoloji yoğunluğuna göre -yüksek teknolojili sektörler açısından söylüyorum- 2002'de yüzde 5,5, 2011'de yüzde 3,5'a düşmüştür. İmalat sanayisi ihracatı açısından da yüzde 6,2'den yüzde 2,8'e düşmüştür. Bu anlamda da baktığınızda, Türkiye'nin iddiası olan, yüksek katma değerli mal ve hizmet üreten, teknoloji yoğunluğunu artırmış, bilgi toplumuna dönüşen bir Türkiye iddiası bugün elimizdeki rakamlara ilişkin, makroekonomik göstergelere ilişkin baktığımızda ne yazık ki gerçekleşmemiştir.

Buradan izin verirseniz Onuncu Kalkınma Planı'na geçmek istiyorum, bu Dokuzuncu Plan'daki var olan vizyonun ve perspektiflerin yerine gelmediğini, ciddi sapmaların olduğunu söyledikten sonra. Öncelikle şunu söylememiz gerekir: Onuncu Kalkınma Planı Stratejisi Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmamıştır. Plan ve Bütçe Komisyonundaki toplantılarda bunu ilettiğimiz zaman Sayın Bakana, bize gelen cevap, aslında böyle bir stratejinin olduğu, ancak Meclisin onaylaması gerekmediği için onun Meclise sunulmadığıdır. Şu ana kadar, bu toplantıya kadar da bize ulaşmış değildir, istememize rağmen bize ulaşmış değildir. Oysa bütün eski planların hepsinde strateji de önemlidir. Bir stratejiye bakarak, sonuçta, temel anlamda "Nereden gelip nereye gidiyorsun, nereye gitmek istiyorsun?"u o stratejide görürüz, o stratejide cisimleşir, somutlaşır ama ne yazık ki böyle bir strateji görmüş değiliz.

Gene ilginç olan bir  husus değerli milletvekilleri, Onuncu Kalkınma Planı'nda uzun vadeli stratejiye hiçbir şekilde atıf yoktur. Sekizinci Kalkınma Planı hazırlanırken Türkiye'nin 2001-2023 yıllarını kapsayan bir uzun vadeli stratejisi oluşturulmuştur ve Sekizinci Kalkınma Planı'yla birlikte de basılmıştır. Biz, Onuncu Kalkınma Planı'na baktığımızda, işte, bazı yerlerde "Türkiye'nin 2023 hedefleri doğrultusunda" gibi ibareler görüyoruz ama bunların uzun vadeli strateji mi yoksa AKP'nin Hükûmet Programı mı olduğunu buradan anlamak ne yazık ki mümkün değildir. Eğer böyle bir strateji varsa, bu stratejiye sahipseniz, sahip çıkıyorsanız, Sayın Bakan, bunu planda vurgulamamız gerekmekteydi.

Planın "Küresel eğilimler ve Türkiye etkileşmesi" bölümü güzel analizler içermektedir. Yani "Dünya nereye gidiyor, ne olacak, küreselleşme alanında neler yaşanıyor?" bunlara ilişkin bir ufuk turu vardır ama bu gelişmelerin Türkiye ekonomisini nasıl etkileyeceği söz konusu edilmemiştir. Sonuç itibarıyla biz bu planı yaparken rakiplerimizle birlikte, dinamik bir yapı içinde sürece bakarak, "Evet, dünya buraya gidiyor, gelişmeler bu yönde, biz de şunları şunları yapacağız, böyle bir etkileşme içinde olacağız." dememiz gerekirken ne yazık ki plandan bunu söyleyemiyoruz.

Gene aynı şekilde, gelişmekte olan ülkelerle karşılaştırmalı bir perspektifin olmaması da planın "Dünya ekonomisindeki gelişmeler" bölümünün ciddi bir eksikliğidir. Tekrar, başta vurguladığımı söylediğim sözü söyleyerek devam etmek istersem -ki, aslında bu bir anlamda Onuncu Kalkınma Planı'nın da özünü oluşturmaktadır- Onuncu Kalkınma Planı iddiasız bir plandır. Küresel krizin devam edeceği, bunun etkilerinin görülmeye devam edeceği varsayımıyla kurulmuştur. Likiditenin eskisi kadar bol olmayacağının bilincindedir ama Sayın Bakan şunu bilmemiz gerekir: Krizler dünya ekonomik sisteminin, kapitalizmin içindedir ve ona içkindir. Dünya ekonomisinde hem konjonktürel hareketler vardır yani belli aralıklarla ekonomiler genişler, sonra daralır; bir de daha geniş döngülü "kondratieff" dediğimiz döngüler vardır ekonominin içinde elli yıllık dönemler içinde. Bugün içinde yaşadığımız bu son yıllardaki kriz de kapitalizmin sistemik bir krizidir ve kolay atlatılabilecek bir kriz gibi gözükmemektedir. Kapitalizmin daha önceki krizlerini değişik biçimlerde aşmıştır. İki dünya savaşı arası dönemde talebi artırarak Keynesyen politikalarla aşmıştır. 70'li yıllarda küreselleşme ile özellikle sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla aşmıştır. 90 ve 2000'lerde de finansallaşarak, finanslaşma yoluyla ikincil, üçüncül el paralar yaratarak piyasalarda talebi artırma yoluyla karşılanmaya çalışılmıştır. Ancak bu, varlık fiyatlarını şişirmiştir ve bunun sonucunda bu şişen varlık fiyatları bir gün patladığı zaman, balon patladığı zaman ortaya çıkan sonuç ekonomilerin ciddi anlamda reel krize girmiş olmasıdır.

Bu anlamda, kapitalizmin içinde, dünya ekonomik sistemi içinde krizler vardır, her zaman olabilir. "Yarın bu kriz -tekrar- etkisini kaybetti." deriz, yeniden gidebilir. İşte, o yüzden, burada plan bizim için önemli bir kaynak tahsis mekanizmasıdır. Piyasa olacak. Arza, talebe göre elbette belli birtakım perspektifleri belirleyeceğiz ama genel anlamda baktığımızda da diyeceğiz ki: "Küresel krizler olacaksa bile bunlardan nasıl en az etkilenebiliriz? Ekonomimizin dış krizlerden etkilenme derecesini nasıl azaltabiliriz? Türkiye ekonomisinin yapısal problemlerini nasıl ortadan kaldırabiliriz?" Bunlara bakmamız gerekir. Nedir bu yapısal problemler?

Değerli milletvekilleri, Türkiye'de yurt içi tasarrufların millî gelirdeki payı düşüktür. Yani Türkiye'nin büyümek için yatırım yapmaya ihtiyacı olduğunu düşündüğümüzde bütün ülkeler gibi, aynı miktar yatırımı yapmak için bile eğer tasarrufunuz düşüyorsa, daha çok dışarıdan tasarruf almak zorundasınız yani daha yüksek cari açık vermek zorundasınız.

Türkiye ekonomisinde üretimin ve ihracatın ara malı ithalatına bağımlılığı artmıştır.

Türkiye ekonomisinde iş gücüne katılım oranları yüzde 50'dir. Bu şu demektir: Çalışma çağındaki nüfusun OECD'de ortalama yüzde 70'i iş gücüne girerken Türkiye'de yüzde 50'dir. Bu yüzden, "OECD ülkeleri içinde en düşük işsizlik oranı olan Türkiye'dir." demek hiçbir şey ifade etmemektedir, elmayla armudu toplamak gibidir bu.

Gene, benzer bir biçimde, Türkiye'de imalat sanayisinin teknoloji yoğunluğu düşüktür ve gerekli yapısal dönüşüm sağlanamamaktadır.

Maliye politikası anlamında vergi sistemi büyük ölçüde dolaylı vergilere dayalı bir sistemdir; hem vergi adaletini sağlamaktan uzaktır hem de ekonomiyi, ekonomideki vergi yapısını ekonomideki büyümeye, genişlemeye ya da daralmaya ciddi biçimde duyarlı hâle getirmiştir.

Şimdi, bakıyoruz, tabii, yüzde 5,5'luk bir büyüme hızı var. Bu yüzde 5,5'luk büyüme hızı Türkiye'yi bir yere götürmez değerli arkadaşlarım. Türkiye'nin nüfus artış hızı yüzde 1,25'ler civarındadır. Aynı zamanda, Türkiye, kırdan kente göçün devam ettiği ve hızlı şehirleşmenin olduğu bir ülkedir. Yani kentlerde ciddi anlamda altyapı ve üstyapı ihtiyacı devam etmektedir. Türkiye ekonomisinin önümüzdeki dönemde en az yüzde 7, yüzde 8'ler büyüyebileceği bir performansın ortaya konulması gerekir. Tabii, bu sadece rakamı, Dokuzuncu Plan'da olduğu gibi, yüzde 7'ye çıkarın anlamında değildir, bunu söylemiyorum. Bunun altını doldurmaya, bunu yapabilecek varsayımlara, politika setleri oluşturmaya ve bununla Türkiye ekonomisini daha yüksek bir patikaya doğru yükseltmeye ihtiyaç vardır.

Şimdi, bakıyoruz yurt içi tasarrufların millî gelirdeki payına: 1990'lı yıllarda Türkiye'de yüzde 23'tür, 2003-2012 döneminde yüzde 15'e düşmüştür, hatta bazı yıllar yüzde 13'lere düşmüştür. Şimdi, hedefimize bakıyoruz: 2014-2018 hedefi yüzde 19. Yüzde 19'la Türkiye ekonomisi nereye gidebilir? Bakın, isterseniz rakiplerimizle, benzer gelişmişlik düzeyinde olduğumuz ülkelerle bir kıyaslama yapayım: Bu oran, yurt içi tasarrufların millî gelire oranı Çin'de yüzde 51'dir, Hindistan'da yüzde 32, Güney Kore'de yüzde 32, Singapur'da yüzde 44, Endonezya'da yüzde 33, Malezya'da yüzde 35, Meksika'da yüzde 24, Arjantin'de yüzde 23 ve aynı yıl Türkiye'de -2011 rakamlarıdır- yüzde 14'tür. Bu ülkelerin arasında en düşük burada Arjantin gözükmektedir ki ondan 10 puan aşağıdadır ve 1990'larda Türkiye ekonomisi hiç cari açık vermezken bugün AKP döneminde yüzde 5'lerin üzerinde bir cari açık vermiştir. 2007-2012 döneminde yani Dokuzuncu Kalkınma Planı döneminde büyüme hızı yüzde 3,5'tur, cari işlemler açığı yüzde 5,3'ler civarındadır. 2014-2018 yani plan döneminde büyüme hızı 3,5'tan 5,5'a çıkacaktır ama cari açık 5,3'ten 5,8'e ancak yükselecektir; bu, gerçekçi değildir.

Aynı zamanda, bunun gerçekçi olmadığını kur tahminlerinden de anlayabiliriz. Nitekim kura baktığımızda 2013 yılındaki kur 1,83'tür. Daha gerçekleşmedi, bilmiyoruz. Şu anda 1,94'ler seviyesine vardı ama gerçekleşeceğini varsayalım. Yıllık ortalama 2018'de 1,97 Türk lirası olarak öngörülmüştür yani dolar kurundaki nominal artış yüzde 7,7'dir ve şimdi, plan döneminde yurt içi fiyatların, TÜFE'nin yıllık ortalama hızı yüzde 4,8'dir yani kümülatifi yüzde 26,4 eder. Yurt içi fiyatları da yüzde 2 aldığımızda yıllık olarak, bunların hepsini içine koyduğumuzda şunu görüyoruz: Plan döneminde Türk lirası reel olarak yüzde 10 oranında değer kazanacaktır ve bu da Türkiye'nin mevcut modelinin devam edeceği anlamına gelmektedir değerli milletvekilleri. Yani sıcak paraya dayalı bir modeldir bu. TL değerlenecektir. Bunun sonucunda, ihracat cayarken, ihracatçıyı caydırırken bu model ithalatı özendirecek, ithalat patlayacak ve cari işlemler açığı artacaktır.

Ancak cari işlemler açığının artması sadece bir ödemeler dengesi sorunu değildir, çünkü cari işlemler açığının artması, aynı zamanda Türkiye'nin işsizliğinin de artacağı anlamına gelmektedir. Dışarıdan, yurt dışından gelen ucuz ithal malları, bugün olduğu üzere, Türkiye'nin piyasalarını istila edecektir ve bunun sonucunda işsizlik artacaktır. İş yerleri kapanacak, mevcut iş yerleri işten adam çıkartacaktır ve yoksulluk artacaktır ve bunun bugün böyle olduğunu görüyoruz. Bu modelde bugün rakamlara baktığımızda, kapanan şirket sayılarına baktığımızda, protestolu senetlere baktığımızda bunun böyle olduğunu da zaten çok açık ve net biçimde görmekteyiz.

Maliye politikası anlamında planın, vergilere yönelik ciddi bir politika perspektifi içermediğini görmekteyiz. Biraz önce söyledim: Dolaylı-dolaysız vergi ayrımında Türkiye çok dezavantajlı bir durumdadır. Yani Türkiye'de alınan vergilerin yüzde 70'i mal ve hizmet harcamaları üzerinden alınan vergilerdir, ÖTV gibi KDV gibi vergilerdir; ancak yüzde 30, gelir üzerinden alınan vergilerdir, kazanç üzerinden. Oysa Türkiye'nin kazanca göre, az kazanandan az, çok kazanandan çok alacak bir vergi sistemine acilen geçmeye ihtiyacı vardır. Böyle bir model tabii, kayıt dışı ekonominin de daraltılmasıyla birlikte göz önüne alınmalıdır.

Kamu sabit sermaye yatırımlarının özellikle AKP döneminde millî gelir içindeki payındaki düşme bizleri de -baktığımızda, muhalefet partisi olarak, Plan ve Bütçe Komisyonunda da, bütçelerde konuşuyoruz- ciddi biçimde üzmektedir ve telaşlandırmaktadır. Kamu sabit sermaye yatırımlarının millî gelir içindeki payı 2002 yılında yüzde 4,9'muş, 2012 yılında yüzde 4,2 olmuştur ve dönem içinde giderek yüzde 3'lere kadar düşmüştür. Şimdi, 2018'de yüzde 4,8'e çıkması öngörülüyor ama değerli milletvekilleri, kamu yatırımları önemlidir. Kamu ve özel sektör yatırımları arasında bir dışlama değil, bir tamamlama ilişkisi vardır. Kamunun temel anlamda, fizikî ve sosyal altyapı yatırımlarında yoğunlaşmasına ihtiyaç vardır. Özel sektör ise dış ticarete konu olan mallar dediğimiz, daha çok üretimi artıracak, ihracatı artıracak -başta imalat sanayisi olmak üzere- sektörlerde yoğunlaşmalıdır. Ancak son dönemlerde kamunun özellikle altyapı alanından çekilmesi -ki kamu-özel ortaklık modellerinin bu kadar yaygınlaşması da bunu ifade etmektedir- özel sektörü hızlı bir biçimde bu alana sokmakta ve çok ciddi bir zafiyet yaratmaktadır.

Son olarak, konuşmamı bitirmeden Hükûmetin 2023 vizyonu ve hedeflerini gerçekçi bulup bulmadığımı belirtmek istiyorum: İki tane hedef var burada. Birisi, 2023'te Türkiye'de kişi başına düşen millî gelir 25 bin dolar olacak. İkincisi de, 2023'te Türkiye, dünyanın ilk on ekonomisinden biri olacak iddialarıdır.

Şimdi, tabii, ben eski bir plancı olduğum için biraz hesap kitap yaptım. Biliyorsunuz millî gelir hesaplanırken önce ulusal para cinsinden hesaplanır yani TL cinsinden hesaplanır cari fiyatlarla, ondan sonra, bu, dolar kurundan dolara çevrilir -dolara bölünür- sonra da nüfusa bölünerek kişi başına millî gelir bulunur.

Değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri; hesaplamamda, 2019-2023 yani sonraki dönemde yurt içi enflasyonu yüzde 3,5 olarak aldım ve üç senaryo yaptım:

Birinci senaryoda, döviz kuru artışı, dolar kuru artışını yurt içi-yurt dışı enflasyon farkı kadar artırdım. Enflasyonun ikisini, yurt içi enflasyon var, bir de yurt dışı enflasyonu da koydum. Yani, reel kur değişmiyor bu modelde. Eğer reel kur değişmezse, 2023 yılında millî gelirin 25 bin dolar olması için ekonominin 2019-2023 döneminde yıllık en az yüzde 9 büyümesi gerekir.

İkinci senaryoda, kur artışını yurt içi-yurt dışı enflasyon farkından fazla olarak aldım ki bu, dolar kurunun yükselmesi demektir yani Türk lirası değer kaybedecektir. Bu modelde ekonomi yüzde 15, yüzde 20 bile büyüse bu hedef tutmaz.

Son senaryoda da, kurun enflasyon farkından daha düşük artmasını söz konusu ettim yani TL değerli hâle gelecektir. Böyle bir anlamda ise burada da bir model aldım: 2018 yılında kur, tahmini 1,97 TL'ydi; 1,97'nin değişmeyeceğini, beş yıl sonra 2023'te de 1,97 olarak kalacağını öngördüm. Ekonominin yüzde 7 büyümesine ihtiyaç vardır. Aynı şekilde, bunun ilk on ekonomi arasına girmesi zaten bu hedeflerle mümkün değildir.

Özet olarak, Onuncu Kalkınma Planı, Türkiye'yi geleceğe taşıyacak temel vizyondan mahrumdur, temel vizyonu eksiktir, varsayımlar doğru tespit edilmemiştir, hedefler gerçekçi değildir.

Teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum. (CHP ve MHP sıralarından alkışlar)