| Konu: | ORTA ASYA VE KAFKASLAR BÖLGESEL BALIKÇILIK VE SU ÜRÜNLERİ YETİŞTİRİCİLİĞİ KOMİSYONU ANLAŞMASININ ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR KANUN TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 125 |
| Tarih: | 26.06.2013 |
MHP GRUBU ADINA FARUK BAL (Konya) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 475 sıra sayılı Kanun Tasarısı üzerinde Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini yüce heyete sunmak üzere söz aldım. Hepinizi sevgiyle saygıyla selamlıyorum.
650 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin gerekçesinde kamu hizmetlerinin etkin, düzenli ve verimli hâle getirilebilmesi için kanun hükmünde kararname çıkarılmıştı. Hatırlarsanız, o tarihte Meclis seçime gidiyordu ama toplantı hâlindeydi. Türkiye Büyük Millet Meclisinin kanun yapma yetkisi iktidar organının yani Bakanlar Kurulunun iradesine teslim edilmişti ve bu kapsam içerisinde de suistimal edilmişti. Bu yetki kanununa dayalı olarak çıkarılan 650 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin Anayasa Mahkemesi tarafından 28 maddesi iptal edildi. Şimdi, bu iptal edilen maddelerle ilgili olmak üzere tasarı huzurunuzdadır. Ben de bu tasarıyla ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, tasarıda 32 tane madde var, bunun 9 tanesi adli tatille ilgili. Adli tatil eskiden 20 Temmuz-5 Eylül tarihleri arasındaydı. Bu, Türkiye'nin tarım toplumu olmasının gereği olarak, davaların daha rahat bir ortam içerisinde görüşülebilmesine imkân sağlamak üzere belirlenmiş bir tarihti. Şimdi, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldi, bunu önce 1 Ağustos-5 Eylül tarihleri arasında kullanılmak üzere -adli tatili- değiştirdi. Bu defa bunu kendisi beğenmedi, 35 güne indirdiği adli tatili 20 Temmuz-31 Ağustos arasında kullanılmak üzere tekrar 40 güne çıkardı.
Değerli arkadaşlar, bu, 2004 ve ondan sonraki yıllarda AKP'nin getirdiği kanunlarla ortaya çıkmıştı. O zaman mı doğruydu, şimdi mi doğru bir karar vermeleri lazım ya da bundan sonra adli tatil konusunda herhangi bir öneri gelecek mi? İş arapsaçına dönmüş vaziyettedir. Sadece hâkimlerin ve savcıların tatiliyle ilgili değildir bu mesele; adli tatille ilgili maddeler aynı zamanda onların aileleriyle, çocuklarıyla ilgilidir ama ondan daha mühimi, milyonlarca insanı, dava sırası bekleyen, duruşma günü bekleyen milyonlarca davacı, davalı, şüpheli, sanık, şahit, efendim, bunların da hayatını etkilemektedir. Dolayısıyla arapsaçına dönmüş olan bu uygulamanın neresinde etkinlik vardır hizmette, neresinde verimlilik vardır, neresinde düzen vardır? Dolayısıyla bu etkinliği ve düzeni genel manada düşünmek gerekmektedir.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak hazırladığımız Millî Yargı Projesi'nde yargının temel ve kronik sorunlarını tespit ettik. Bu sorunlar?
Sayın Bakanım, bunları lütfen not ederseniz, defalarca bunları ben bu kürsüden anlattım ama maalesef hiçbiri konusunda hiçbir adım atılmış değildir. Bu defa inşallah dikkate alırsınız diye bir kez daha anlatma ihtiyacını hissediyorum.
Yargının temel sorunu, bir, Araç, gereç ve teknolojik imkânsızlıkla boğuşmaktadır yargı, el emeğiyle, el arabasıyla inşaat yapar gibi bir yargı hizmeti sunmaktadır. Oysa günümüzde büyük binalara vinçle, teknolojik aletlerle hizmet sunulmaktadır. Yargıya da teknolojiyi, araç ve gereç imkânını sağlamak zorundasınız. On bir yılda bunu yapmadınız, inşallah, kalan süre içerisinde bunu yaparsınız.
Yargının ikinci temel sorunu, iş yoğunluğu ve iş çeşitliliğidir. İş yoğunluğu, suç ortamını üreten, hukuki uyuşmazlık ortamı üreten bir yapı getirdiniz Türkiye'ye; bu, yeni yeni suçların doğmasına neden oldu, yeni yeni suç tiplerinin ve ihtilaf tiplerinin oluşmasına neden oldu. Bununla mücadele etmesi lazım Adalet Bakanlığı ve Hükûmetin.
Adil yargılanma hakkı ihlal edilmektedir Türkiye'de. Ülkemizde uzun tutukluluk hâli bir kanser hâline dönüşmüştür ve bu kanserli hücre bütün yargıyı sarmış vaziyettedir. Bugün, uzun tutukluluk hâlinde temyiz hakkını dahi kullanmaktan feragat eden mahkûmlar veya hükümlüler bulunmaktadır çünkü Yargıtayda bekleyen dava dosyalarının sırası gelinceye kadar meşruten tahliye süreci geçmektedir veya denetimli bir haktan yararlanma ihtimali ortadan kalmaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yargının savunma açısından temel sorunu delillere ulaşamamaktır, yani avukatların delil toplama yetkisinin bulunmamasıdır. Karar, iddia ve savunmadan oluşan üç ayaklı yargı Türkiye'de bir bacağı eksik yürümektedir. Dolayısıyla, bunun ortaya konulabilmesi için, buna çözüm bulunabilmesi için millî yargıda avukatlara delil toplama yetkisinin kamu yetkisi kullanılır bir biçimde mahkeme marifetiyle tanınmasına ilişkin özgün projemizi de hazırlamış bulunmaktayız.
Yargının temel sorunları içerisinde personel, mahkeme sayılarının yetersizliği vardır. En az onun kadar önemli olmak üzere, personelin, Sayın Bakan, motivasyonu bozuktur yargıda. Personel eğitim ihtiyacı içerisindedir. Bu eğitimin, uluslararası hukuk bazında ele alınması ve yerel hukuk ve millî hukukumuz kapsamı içerisinde yargının her kademesinde gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
En az eğitim eksikliği kadar önemli bir başka konu: Bugün hiç korkmaması gereken yargı mensupları korkmaktadır. Başkalarının hakkını "hak" kelimesine sahip olduğu inanç ile başkasından alınıp ona teslim etmesi gereken hâkim eğer korkuyorsa, savcı eğer korkuyorsa, bu ülkede tuz kokmuş demektir. Deniz Feneri savcılarının maruz kaldığı olay, özel yetkili mahkemelerde istenildiği gibi karar vermeyen, mütalaa vermeyen hâkim ve savcıların kararnamelerle değişik yerlere sürülmesi gibi olaylar; hâkim ve savcıların dinlenilmesi, teknik takibe tabi tutulması, aile fertlerinin dahi araştırılmasına ilişkin hadiseler yargıyı korkutmuştur. Bu korku, hem bireysel düzeyde hem kurumsal düzeyde ciddi boyutlara ulaşmıştır.
Sayın Bakan, değerli milletvekilleri -Sayın Bakana hitap ediyorum çünkü bunların çoğu onun sorumluluğu altındadır- yargı mensupları, hayatlarına mütenasip, gördükleri işlere mütenasip bir hayat standardına sahip değildirler. Hâkimler, savcılar, infaz koruma memurları, kâtipler, mübaşirler ve diğer yargı çalışanları hayat standartları itibarıyla çok düşük bir seviyede kalmıştır. Bunun yerine getirilemediğine ilişkin ciddi belirtileri biz geçmişte görmüştük, şimdi, o belirtiler hâlâ yerindedir. Yani "Hâkimler vicdanları ve cüzdanları arasında sıkışıp kalmıştır." lafı, belki yirmi yıllık bir laftır ama hâlen bu laf hükmünü sürdürmektedir. "Avukat tutma hâkim tut." lafı, belki yirmi yıl önce söylenmiştir ama değerini hâlâ bugün yitirmemiştir. Dolayısıyla hâkim, savcı, yüksek mahkeme üyeleri, başkanları dâhil olmak üzere, zabıt kâtipleri, yazı işleri müdürleri, infaz koruma memurları, mübaşirler; bunların kadro, derece ve maaşlarının yaptıkları işin mehabetine uygun hâle getirilmesi gerekmektedir.
Yargıda temel sorunlarından birisi de standart sorunudur, dokümantasyon sorunudur, otomasyon sorunudur bütün bunlarla ilgili olarak maalesef on bir yıllık AKP iktidarında atılmış bir adım görememekteyiz. Bununla ilgili Sayın Bakan iki tane şifreli söz söylüyorum: Bunlardan birisi "verisayar" diğeri "yapay zekâ"dır.
"Verisayar" dediğimiz kelime Milliyetçi Hareket Partisinin Türk diline kazandırdığı bir kelimedir. Bunun İngilizcesi "data mining"dir. İngilizceden Türkçeye çevirenler de buna "veri madenciliği" adını koymuştur. Veri madenciliği tam anlamını karşılamadığı için bilgisayardan esinlenerek "verisayar" adını koyduk ve yargının otomasyon, dokümantasyon, standardizasyon, reorganizasyon ve motivasyon projelerinin özü, verisayar teknolojisinin yargıya kazandırılmasıyla mümkün olabilecektir. Buna ilişkin ihtiyaç duyarsanız Milliyetçi Hareket Partisinin Millî Yargı Projesi'nden size yeterli bilgiyi ve desteği sunmaya amadeyiz.
İkinci şifreli söz: "Yapay zekâ"dır. Sayın Bakan, bugün Türkiye'de mahkemelerin verdiği kararların yarısı usul hatası nedeniyle bozuluyor, bu milyonlarca dava demektir. Eğer yapay zekâ ile hâkimleri, savcıları, adli görev yapan kolluk kuvvetlerini destekleyebilir isek sıfır hata ile araştırma ve soruşturma ve kovuşturma yapma imkânı mümkündür. Bunun biz prototip örneğini de hazırladık ve eğer bu proje hayata geçerse -ki milliyetçi hareketin iktidarında inşallah geçecektir- en önemli hizmet olan, en önemli sorun olan adalet hizmetinde usul hataları, maddi hatalar nedeniyle milyonlarca dosyanın Yargıtaydan bozulup tekrar tekrar inceleme konusu yapılması gibi bir durum ortadan kalkacaktır; hâkimler de, savcılar da, kolluk kuvvetleri de el arabasıyla inşaata malzeme taşımaktan kurtulacak, tabir yerindeyse, benzetme yerindeyse vinçle ve teknik araçlarla büyük inşaatları, gökdelenleri yapabilecek kadar teknik bir imkâna kavuşabileceklerdir. Tabii ki bütün bunlar yargıya milliyetçi hareketin kazandıracağı teknolojik araç gereç ve personel desteğiyle ilgilidir. Meselenin öbür yanı da anayasa değişikliğiyle ilgilidir.
Yargının gerçekten bağımsız, gerçekten tarafsız ve kul hakkı yemeyen, yetim hakkı gözeten, peygamber postunda oturan bir makam hâline getirilebilmesi için peygamber postuna oturacak kişilerin atayan makamla ilişkisinin kesilmesi gerekmektedir. İşte, bununla ilgili olmak üzere, tüm yargı organlarına kura sistemiyle seçimi öneren milliyetçi hareketin yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili projeleri Anayasa Uzlaşma Komisyonuna sunulmuştur. Hakikaten, Uzlaşma Komisyonunda Adalet ve Kalkınma Partisi, CHP ve BDP'nin üyelerinin de önemli kabulleri ile bunların bir kısmı Uzlaşma Komisyonu kararı hâline dönüşmüştür.
Değerli milletvekilleri, biraz da sadede gelelim.
Şimdi, yargının sorunları var demiştik, bunları sıralamıştık. Yargının temel sorunu, aslında, 2010 yılında "Yargının sorununu çözüyorum." diyerek yaratılan sorun olmuştur. O da şudur: 2010 yılından önce yargıyla ilgili şikâyetler vardı, bu şikâyetlerin büyük bir kısmı doğruydu. Birinci olarak, "Yargı ideolojik karar veriyor." deniliyordu, doğruydu; 367 kararında olduğu gibi, başörtüsü kararında olduğu gibi ve pek çok örnekte olduğu gibi. "Yargıda kast sistemi var. Biri birini seçiyor, diğeri de onu seçiyor." şeklinde bir iddia vardı, bu da doğruydu. "Yargının kronik sorunları var." deniliyordu, biraz önce saydığımız kronik sorunlar, bu da doğruydu.
Bunların çözümlenmesi gerekiyordu. AKP on yıllık bir iktidardan sonra, 2010 yılında aklını başına getirdi "Bunları çözeceğim." diye ortaya çıktı, bir anayasa değişikliği gündeme getirdi. Gelen anayasa değişikliği yargının sorununa bin bela getirmiştir ve bu belaların başında da, en başında da, bir tanesini AKP'nin kendi başına getirmiştir. Dolayısıyla, yargının bu sorunlarını çözerken AKP, 2010 anayasa değişikliğinde kanı kanla yıkamıştır ve "Jurassic Park" misali iç içe, iç denetimden ve iç dengelerden yoksun bir yandaş yargı yaratmaya çalışmıştır. Tabii ki yaratılan yandaş yargı, iç denetimden yoksun, kontrolden, kendisini kontrol eden yargı mekanizmasının kontrolünden yoksun olduğu içindir ki AKP'nin yandaşı olmak yerine başına bela olmuştur. MİT soruşturmasıyla AKP'nin aklı başına gelmiştir. Şimdi oradan kurtulmaya çalışıyor ve AKP, bu defa, Anayasa Uzlaşma Komisyonuna öyle bir "başkanlık sistemi" adı altında sunuyor ki görüşlerini, tek cümleyle -uzun uzun anlatamayacağım- ifade edersek: Tek adamın iradesine dayalı ve tek adamın iradesiyle kurulan yargı organları inşa etmek istiyorlar. Değerli arkadaşlarım, bunun anlamı şudur: Siz 2010 yılında yargıyı kanı kanla yıkayarak bir sorun hâline getirmiştiniz, şimdi bir defa daha kanı kanla yıkamak ve yargıyı bu defa siyasallaştırma değil, tek kişileştirme gibi bir amaca yöneliyorsunuz. Dolayısıyla, bu yol yanlıştır. 2010'da, tabii, bu, bir demokrasiyi yok eden zehir idi, yargının yoksunluğu, yargının gücünün bulunmaması itibarıyla, demokrasiyi zehirleyen bir maddeydi. O zehrin üstünü siz tatlı maddelerle kapladınız, başörtüsü suistimali gibi. Anayasa değişikliğinde, hiç ilgisi olmadığı hâlde, "Başörtüsünün önü açılacaktır." diye vatandaşları aldattınız, kandırdınız. Bununla yetinmediniz, vatandaşın şehide olan, şehit yakınlarına, dul ve yetimlerine olan muhabbetini suistimal ettiniz. Milletimizin kadına olan saygısını suistimal ettiniz, çocuğa olan sevgisini suistimal ettiniz, engelliye olan şefkatini suistimal ettiniz. Hatta "Kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı vereceğiz." diye rüşvet vadettiniz ve o zehirli hapı millete yutturdunuz. Aslında, millet değil, siz yuttunuz o zehirli hapı.
Şimdi, 2010 yılından bu yana daha da ağırlaşarak gelenek adaletsizliği içine sindiremeyen kitleler öfkelenmektedir. Adalete olan güven duygusu sarsılmıştır. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu bunu bir tehdit olarak algılamış, İnternet sitesinde yayınlamıştır. Bütün bunlar bir öfke dolgunluğuna malzeme taşımaktadır. İşte, o öfke, başkalarına dolduğu gibi, dola dola Gezi Parkı olaylarında patlamıştır. AKP'nin aklı başına gelmemiş olacak ki Gezi Parkı olaylarında adaletsizliğin, adalete olan güven duygusunun ve diğer uygulamaların tepkisini almak yerine Taksim Meydanı'ndaki idrar kokusundan haberdar oluyor ve idrar kokusunu vatandaşa bir mesaj olarak veriyor. Arkasından, Sayın Başbakan Taksim olaylarında ortaya çıkan öfke patlamasının sebeplerini anlamak, idrak etmek ve ona uygun çözüm bulmak yerine bir cepheleşme politikası izlemekte. Bu cephede bir tarafta "Biz besmele çekersek bütün tuzakları bozarız, lâ havle dersek bütün tuzaklar bozulur, ya Fettah dersek bütün tuzaklar bozulur." gibi, yine, "Camide içki içiyorlar.", "Başörtülü kızlara saldırıyorlar." gibi, dinî ritüellerle, dinî konularla bir kutuplaştırma, bir ayrıştırma ve cepheleştirme politikası izlenmektedir.
Değerli milletvekilleri, Taksim Meydanı'nda bulunanlar da Müslüman'dır. Siz kime cihat ilan ediyorsunuz, kime karşı mücadele ediyorsunuz? Sizinki din de onlarınki din değil mi? Niçin hoşgörüyle bakamıyorsunuz? Niçin anlayamıyorsunuz? Başbakanın görevi cihat endeksinde karşı taraftakileri gayrimüslim, kâfir mesabesine koyacak şekilde bir kutuplaştırma mıdır, yoksa eğer camiye ayakkabısıyla giren varsa onun kulağından tutup cezasını verdirmek midir? Başbakanın görevi bunu cepheleşme aracı olarak stadyumlarda, konferans salonlarında, meydanlarda propaganda malzemesi mi yapmaktır, yoksa camiye içkili olarak giden kişiyi kulağından tutup, layık olduğu cezaya çarptırmak için devletin kurum ve kuruluşlarını hayata geçirmek midir? İşte Sayın Başbakan bu görevlerinin idrakinde değildir.
Sayın Başbakan gelişen, adalet duygusunun güvenilirliğine de gölge düşmesi nedeniyle ortaya çıkmış olan bu bunalımdan aklını başına toplayamamakta, çıkış için cepheleşme, inatlaşma ve kutuplaşma politikasına sarılmakta; burada da nasıl başörtüsünü suistimal etmişse, nasıl kadına karşı şefkati, çocuğa karşı sevgiyi, şehide karşı merhameti suistimal etmişse, bu olaydan da yine dinî söylemlerle kendine alan yaratmakta ve vatandaşın din duygularını suistimal etmeye kalkışmaktadır. Bu yol, yol değildir dolayısıyla bu yoldan dönmek AK PARTİ ve Hükûmetin alması gereken bir numaralı tedbirdir.