| Konu: | ORTA ASYA VE KAFKASLAR BÖLGESEL BALIKÇILIK VE SU ÜRÜNLERİ YETİŞTİRİCİLİĞİ KOMİSYONU ANLAŞMASININ ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR KANUN TASARISI |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 125 |
| Tarih: | 26.06.2013 |
CHP GRUBU ADINA TURGUT DİBEK (Kırklareli) - Teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; 475 sıra sayılı Yasa Tasarısı'nın tümü üzerinde görüşlerimizi açıklamak üzere Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına söz aldım. Öncelikle, sizleri saygılarımla selamlıyorum.
Şimdi, tasarıya bakıyorum: Tasarının hemen, Bakanlar Kurulundan sevkiyle ilgili olan yazıda -Sayın Başbakanın imzasıyla beraber, biliyorsunuz sevki var- bu tasarının Meclis Başkanlığına gönderilirken niye gönderildiği yazıyor.
Değerli arkadaşlar, Sayın Bakan da az önce kısaca belirtti, Anayasa'ya aykırılık iddiası nedeniyle dava açmıştık Cumhuriyet Halk Partisi olarak. Gerçi, baktığımızda gerekçeye Cumhuriyet Halk Partisinden bahsedilmiyor, sadece Anayasa'ya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulduğuna dair bir beyan var. Peki, niye başvurmuşuz, niçin Anayasa Mahkemesine gidilmiş ve biz niye, hangi düzenleme için Anayasa Mahkemesine gitmiştik? Önce bunlarla ilgili birkaç cümle sizlerle paylaşmak isterim.
Kanun hükmünde kararname? Bu kanun hükmünde kararname ne zaman çıkmıştı değerli arkadaşlar? Seçimlerden sonra, yani 2011 genel seçimleri olmuştu haziran ayında, hemen onun ardından ağustos ayında böyle bir kanun hükmünde kararname çıktı, daha doğrusu birçok bakanlıkla ilgili düzenleme çıktı. Bu kanun hükmünde kararnamenin bir dayanak kanunu var. O kanun da seçimlerden hemen önce -yine buradaki Mecliste, 2011 Nisandı sanıyorum, yani tam kampanya, seçim dönemi için milletvekillerinin artık yavaş yavaş bölgelerine gitmeye başladığı dönemdi- burada çıkarılan bir dayanak kanun. İşte o kanuna dayanarak birçok düzenlemeyi kanun hükmünde kararnameyle yapmıştı Hükûmet. Maalesef bu kötü alışkanlıktan bir türlü vazgeçmiyorsunuz. İşte, yargı kararları dahi sizi bu konuda yolunuzdan alıkoymuyor. Anayasa Mahkemesi verdiği kararla -ki burada bakıyorum 27 maddeyle ilgili olarak değerli arkadaşlar- tam 27 tane maddeyi Anayasa'ya aykırı bulmuş. Sayın Bakan diyor ki: "Yahu, işte, Anayasa Mahkemesi aykırı buldu ama içerik itibarıyla Anayasa'ya aykırılık yok." E, Anayasa'ya aykırı bulmuş yani içeriği miçeriği var mı? Yetki kanununda böyle bir yetkiniz yok yani böyle bir yetkiniz olmadan birtakım düzenlemeler yapıyorsunuz ve o düzenlemeler iki yıldır da yürürlükte. Şimdi, yetkiniz olmadan yargıyla ilgili birtakım düzenlemeler ki bu, yargıda yapılan düzenlemelerin aslında Türkiye'yi nereye götürdüğünü, nereye getirdiğini de hep beraber gözlemliyoruz. Biraz sonra belki konuşmamın içerisinde o konulara da değinmek istiyorum değerli arkadaşlar.
İçinde içerik olarak daha ziyade Danıştay ve Yargıtay ama Danıştayın yapısıyla ilgili birtakım düzenlemeler var, teknik düzenlemeler var ama şunu belirtmek isterim: Danıştay ve Yargıtay, özellikle referandum sonrası, son üç yıl, iktidar partisinin yani sizlerin tamamen hedefinde olan yüksek yargı kurumları. Anayasa Mahkemesi de bunun içindeydi ama Anayasa Mahkemesindeki yapı referandumla oluştuktan sonra bunu yeterli gördünüz. Fakat, özellikle Danıştay, 1860'lı yıllarda "Şûra-yı Devlet" adıyla var olan o kurum ki içeriği aynı, yapısı aynı, aynı görevi yapıyor,-yani yüz elli yıllık geçmişi olan bir kurum Danıştay diyebiliriz- 1924 Anayasası, 1961 Anayasası ve 1982 Anayasası'nda, Anayasa'mızda bir yüksek yargı, sadece yargı da değil, bir inceleme makamı, danışma makamı olarak da görev yapıyor ama üç anayasada da yer alan çok önemli bir kurum, anayasal bir kurum. Yalnız, Danıştayla ilgili olarak? Kaçıncı Hükûmet, yanılmıyorsam
Peki, bu değişiklikler niye olmuş o zaman? Sadece daire sayısını ve işte hâkim sayısını artırarak, çift heyet yaparak neyi sağlamışız, neyi kazanmışız? Hiçbir şey kazanılmamış. Aslında ardında yatan olay başkaydı, onları zaman zaman bu kürsüden söylemiştim. Özellikle Danıştayla, Yargıtayla ilgili olarak Sayın Başbakandan başlamak üzere iktidarın tüm sözcülerinin açıklamaları var. Yani geçmişe bir bakın, bir dönün, bu katsayı konusu, efendim Tam Gün Yasası, buna benzer yasalarla ilgili olarak Danıştayın verdiği kararlar var. Ben çok iyi hatırlıyorum, "Bu kararlar bizi çıldırtıyor." demiştir Başbakan, "Bu kararlar ideolojiktir." demiştir Sayın Başbakan yani yüksek yargının verdiği kararlarla ilgili hiç çekinmeden kafasındaki düşüncelerini bu şekilde, eleştiri boyutunu da aşan bu suçlamalarla dile getirmiştir. Ve şu vardır tabii ki iktidarın kafasında: "Bu yüksek yargının dizaynı gerekir. Yüksek yargının da bugün Türkiye'de birçok kurumda, medyada, iş dünyasında, olduğu gibi, Sayın Başbakanın vücut dilinden ve ses tonundan gereken mesajı alması gerekir." ve ona göre bu düzenlemeleri bizim yapmamız gerekir anlayışıyla çok sayıda düzenleme oldu.
Kanun hükmünde kararnameyle -az önce belirttiğim- başka düzenlemeler yapıldı. Ondan sonra yeni dönemde, seçimlerden sonra burada üçüncü yargı paketini çıkardık. Üçüncü yargı paketinde bu kez bambaşka düzenlemeler yapıldı. Danıştayda, o kurumsal hâlde olan Danıştayın savcılarını bir kenara koyduk yani savcılar, Danıştay savcıları önemli görev üstleniyordu. Danıştayın, ilk derece mahkemesi olarak baktığı tüm dosyalarda veya temyize gelen dosyalarda veya yürütmenin durdurulmasıyla ilgili taleplerde görüş beyan ediyorlar, mütalaa veriyorlardı, yok artık; sadece esas hakkında görüş beyan eder hâle geldiler, o düzenlemeler yapıldı.
Bunun dışında da Danıştayla ilgili olarak, efendim, bir Başkanlar Kurulu vardı, bir Başkanlık Kurulu geldi; Başkanlar Kurulunun yetkileri Başkanlık Kuruluna devredildi. Şimdi, o yetkiler, tabii, bu kanun hükmünde kararname iptal olunca bu düzenlemede, Hükûmetin, Bakanlar Kurulunun buraya sevk ettiği düzenlemede Başkanlık Kuruluna tekrar verilmiş gözüküyor; Komisyonda, bu kez bakıyoruz, Başkanlık Kurulundan tekrar Başkanlar Kuruluna aktarılmış. Yani, şunu da söyleyeyim, bizi izleyen vatandaşlarımız belki teknik olduğu için diyebilir: "Ya, ne demek istiyor milletvekilimiz?" Değerli arkadaşlar, o kadar oynamışsınız ki düzenlediğiniz ve dizayn ettiğiniz yapı içinde dahi artık arkadaşlar içinden çıkamaz hâle gelmiş. Yani, Yargıtay ve Danıştayın içinde "Ya, siz ne yapıyorsunuz? Bir Başkanlık Kurulu, bir Başkanlar Kurulu, bu böyle olmaz; bunun mutlaka, işte, efendim, daha derli toplu bir hâle gelmesi gerekir." Yani, Yargıtayın, Danıştayın geldiği noktada?
Ki Danıştayda sanıyorum -ne zaman- dündü herhâlde, başkanlık seçimi vardı yani yaş haddinden Sayın Başkan ayrılıyor fakat aday çıkmadı değerli arkadaşlar. Niye çıkmadı aday? Bunu nasıl okursunuz veya nasıl değerlendirirsiniz? Ben şöyle değerlendiriyorum: Yani "Ya, bizim işimiz gücümüz yoğundu, biz oraya bir tane aday öneremedik, siz de oturun oturduğunuz yerde, kimse kendi başına aday olmasın." gibi bir tablo var orada. Yani, Danıştay içerisinde hâkimler, o adaylık hakkını taşıyan, aday olma hakkını, sıfatını taşıyan -yasadaki- adaylar kendi özgür iradeleriyle Danıştayda başkanlığa aday olamadılar, aday olmadığı için seçimler yapılamadı. Şimdi, bekleniyor ki işte bir şekilde bir aday önerilecek, o aday da Danıştayın yeni başkanı olacak.
Bakın, yargının bu kadar üzerinde oynanması, siyasallaşması aslında güncel, yaşadığımız sıkıntıları da bence doğuruyor. Yani, söyleyecek çok şeyim var aslında burada ama biraz, özellikle Türkiye'nin bugün içinden geçmekte olduğu konulara da değinmek istiyorum sürenin bu kısmında.
Geçtiğimiz günlerde -dün ya da evvelsi gün- bir polis memuru, değerli arkadaşlar, hepimizin izlediği üzere? Ya herkes izliyor görüntüyü. Bir video görüntüsü var, orada polis memuru ateş ederek bir vatandaşımızı, biliyorsunuz, yaralamıştı ve daha sonra o vatandaşımız da -Ethem Sarısülük- hayatını kaybetmişti ve o olayla ilgili olarak yargı bir karar verdi. Bakın, bu, belki turnusol olabilecek, aslında hepimizin yargının bugün geldiği noktada oturup düşünmemiz gereken bir konu diye düşünüyorum. Görüntüleri izliyoruz. Hukukçuyum, hukukçu arkadaşlar var, hukukçu olmaya da gerek yok. Sıradan, sade bir vatandaşımız o görüntüleri izlediğinde, vicdanıyla? "Ya burada bir olay var ama işte, polis memuru daha sonra savcı tarafından tutuklanma istemiyle sevk ediliyor ama yargıç tarafından "Hayır." deniyor, "Burada meşru müdafaanın şartları olabilir. Tutuklarsam telafisi güç, telafi edilemeyecek zararlara uğrayabilir polis memuru." diyerek tutuksuz yargılamak üzere bırakıyor.
Bakın, şuna çok eminim -hukukun içinden geldiğim için biz de yaşadık o olayları- o yargıç çok sıkıntılı bir süreç yaşamıştır o dosyayı değerlendirirken. Bunu çok net söylüyorum. Sayın Başbakan çıkıp her mitingde "Polis destan yazmıştır, benim polisim, benim polisim?" dedikçe, sesini o şekilde yükselttikçe, vatandaşlara yapılan bu aşırı uygulamaları hiçbir şekilde eleştirmedikçe, polis memurlarının tüm davranışlarını meşru gördüğü o sürede, o polis memurlarının davranışlarının yargı tarafından böyle değerlendirilmesi de gayet normaldir, gayet doğaldır.
Az önce söyledim. Nasıl ki medya, kendiliğinden, Sayın Başbakanın sesinden veya işte vücut dilinden mesajı alıyor, ona göre başlıkları atıyor, ona göre üzerine düşeni yapıyor, bazı konuları gündeme getiriyor, getirmiyor? Aynı anda 6 veya 7 tane gazetenin aynı manşeti attığını görüyoruz ya, noktası virgülüne kadar aynı cümleyi atıyorlar. Yani, bu, dünyanın neresinde görülmüştür, bilmiyorum. Türkiye'nin belki demokratik gelişiminde böyle bir süreç de yaşıyoruz. Ama, o yargıç meşru müdafaa düşüncesine zorlamış kendini, zorlamış. Bunun başka bir izahı yok. Hep beraber görüyoruz; orada, polis memuru, arkadaşlar, belinde silahı olan, elinde silahı olan, vücudunda kendini koruyacak materyalleri olan, kaskı olan bir polis memuru, doğrudur, eylemin içerisinde kalıyor, kendisine saldırı oluyor ama görüntüyü görüyoruz. Yani, orada kendisine verilen yetkileri doğru mu kullanmıştır? En sonunda, tamam, silahı ateşliyor birkaç kez fakat bir insanı başından vurmuştur, hedef gözetmiştir ve sonunda telafisi güç veya bırakın telafisi gücü, telafisi imkânsız bir zarar oluştuysa o vatandaşımızın yaşamı gitmiştir. Yani o vatandaşımızı bizim geriye döndürmemiz mümkün müdür? Değildir.
Ama, gelin görün ki sizin iktidarınızda, AKP iktidarında öyle bir hâle geldi ki yargı, bu, hukukun, adaletin bu değerlendirmeleri nedense Sayın Başbakanın veya iktidarın yanında olan, yakın olduğu insanlar için uygulanıyor. Bir bakıyorsunuz, Deniz Feneri'ndeki sanıklar üç ay tutuklu kalıyorlar, üç ay sonra aynen şöyle bir gerekçeyle yani Ethem arkadaşımızı, vatandaşımızı öldüren, ölümüne neden olan polisin kararında olduğu gibi yani "Tutuklanırsa telafi edilemeyecek zararlar oluşabilir." gerekçesinde olduğu gibi, Deniz Feneri'ndeki sanıklar da üç ay sonra aynen şu gerekçeyle: "Deliller toplanmıştır. İşte, eğer tutukluluk hâli devam ederse sanıklarla ilgili telafisi güç ya da telafi edilemeyecek zararlar oluşacaktır. O nedenle tutuksuz yargılanmaları?" Ne güzel. Ya da bakıyorum, ondan önce, bu faili meçhul cinayetleri işleyen polisler vardı veya özel harekatçılar vardı, onların da bir kısmı itiraf etmişlerdi "İşte, şunu öldürdük, bunu öldürdük geçmiş dönemde..." Onlar da tutuklandılar, onlar sanıyorum daha az içeride kaldılar onlar da tahliye oldular.
Ya, değerli arkadaşlar, bakın, Türkiye'de başka yargılamalar da var. Türkiye'nin 8 milletvekili tutuklu. Türkiye'de kanser tedavisi gören ve şu anda yaşam mücadelesi veren ve her gün, cezaevinin koşulları nedeniyle, bulunduğu sağlık durumu kötüleşen insanlar var, bir Fatih Hilmioğlu var mesela.
FERİT MEVLÜT ASLANOĞLU (İstanbul) - Sayın Bakanım, duyuyorsunuz, değil mi?
TURGUT DİBEK (Devamla) - Şimdi, Fatih Hilmioğlu'yla ilgili olarak şu mahkemeler kaç yıldır? Ya, raporlar var; 1, 2, 3, bir sürü rapor var. Bir mahkeme çıkıp da şunu demiyor: "Ya, deliller toplanmıştır. Artık bu saatten sonra Fatih Hilmioğlu'nu tutuksuz yargılamak üzere tahliye edersem yapacağı bir şey yok, delilleri karartması söz konusu değil, tanıkları etkilemesi söz konusu değil. Kaçacak hâli yok." Zaten bununla ilgili yasal düzenleme yaptık. İşte, Sayın Bakanın da, iktidarın da zaman zaman övündüğü adli kontrol tedbirlerini genişlettik. İşte, mahkeme "Ya ben yurt dışına çıkış yasağı koyayım, "ya da" Kenti terk etmesin diyeyim." falan, bunun gibi düzenlemeler var ama bu insan yaşam mücadelesi veriyor, yarın telafi edilemeyecek zararlarla karşılaşabiliriz. "Tahliye edilmesi gerekir." yönünde bugüne kadar bir görüş niye beyan etmedi değerli arkadaşlar? Yani, yok böyle bir şey.
Ya da tutuklu milletvekilleri? Sayın Başbakan 4 ya da 5 tane miting yaptı, mitinglerin bir ismi var: "Millî İradeye Saygı Mitingleri" Yani İstanbul, Ankara, Kayseri, Erzurum. Millî iradeye saygı? Bu insanlar cezaevinde tutuklu, onlara saygısızlık yapmaya devam ediyor bu ülke, bu ülkenin adaleti. Niye devam ediyor? Yargının siyasallaşmasıyla ilgili olarak; tek sorun bu.
Cumhurbaşkanımız şu kürsüden son üç yıldır 1 Ekimde şuraya geliyor, konuşmasını yaparken "Milletvekillerinin tutukluluklarının kesinlikle artık devam etmemesi gerekir, onlar millî iradeyi temsil ediyor." diyor, "Milletvekillerinin mutlaka görevlerini yapması gerekir." diyor, "Türkiye'deki tutukluluk durumunun bu kadar uzun sürmemesi gerekir." diyor, konuşmalarını yapıyor. Buradan çıkılıyor, gazeteciler Sayın Başbakanı şurada merdivenlerde yakalıyor "Sayın Başbakan, Sayın Cumhurbaşkanı Meclisin açılış konuşmasında şunları söyledi, ne diyorsunuz?" "Biz kendisine katılmıyoruz, kendisiyle polemik yapmak istemiyorum, biz aynı düşüncede değiliz." Tamam, mesajı vermiş oluyor zaten Sayın Başbakan. Kime veriyor? Oradaki hâkimlere veriyor. "Bak, ben ne dersem onu yapacaksınız. Cumhurbaşkanın ne dediği çok önemli değil." diyor. Arkadaşlar, bunu başka türlü okumak mümkün mü? Mümkün mü bunu başka türlü okumak?
Yani, şu "Gezi Parkı olayları niye meydana gelmiştir?" diye yedi saat Bakanlar Kurulu Sayın Başbakan yurt dışındayken oturmuş Sayın Arınç'ın Başkanlığında Bakanlar Kurulu, veya yetkililer, İçişleri Bakanlığı veya yetkililer "Niçin bu olaylar meydana geldi, ardında ne var?" diye düşünmüşler, Sayın Başbakan çıkıyor diyor ki: "Bu Memet Ali Alabora bir "tweet" atmış, "tweet"te demiş ki `Gezi Parkı sadece Gezi Parkı değildir.'" Vay vay vay? Ne düşünüyor? "Ya, bunun ardında ne var, darbe mi var?" Ya, yedi saat düşünmüşsünüz ardında ne olduğunu. Yani adamın demeye çalıştığı şu: "Bu, sadece ağaç meselesi değil, bu ülkede başka konular var, bu insanların yaşam alanlarına müdahale ediyorsunuz, bu insanları aşağılıyorsunuz, yargıyı siyasallaştırıyorsunuz." Yani Türkiye'deki gelinen son dört yıllık sürede artık insanlar, bu iktidarın, özellikle AKP iktidarının geçmiş iktidarların yapmadığı bu uygulamaları karşısında "Yeter." diyor, "Kendinize bir çekidüzen verin." diyor. Yani Sayın Başbakan, çıkıyor? Şu Meclis ki zaman zaman "gazi Meclis" lafı kullanılır ki, doğrudur; şurada, Polatlı'da silah sesleri duyulurken burada o zamanki milletvekilleri Kurtuluş Savaşı'nın mücadelesini yapmışlar. Yani "2 tane ayyaş" lafı yapılıyor Sayın Başbakan tarafından. "Dinin gereği, dinin emirlerini niye işte uygun görmüyorsunuz?" diye o yasanın altındaki gerekçe açıklanmaya çalışılıyor. İşte Gezi olaylarının altında yatan nedenler bu. Suriye; Suriye'yle ilgili girmiştiniz bir politikanın içerisine? Gençler nerede işte "Parasız eğitim var." diyorsa ya da gençler nerede demokratik hakkını kullanmaya çalışıyorsa ya cop yiyor ya biber gazı yiyor. Altında bunlar yatıyor. Ama Sayın Başbakan, mitinge çıkıyor, bir sanatçıya "Sana bunun hesabını soracağız." diyor.
Değerli arkadaşlar, yargı bu noktaya nasıl gelebilir hukuk Türkiye'de bu noktaya nasıl gelebilir?
Evet, sürem sona eriyor. Diğer konularla ilgili olarak düşüncelerimizi açıklayacağız ama şunu söyleyeyim değerli arkadaşlar, bu Yasa?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
TURGUT DİBEK (Devamla) - ?şunu gösteriyor: "Zaten birçok maddeyi çekeceğiz." diyor arkadaşlar. Yani Anayasa Mahkemesi iptal etmiş, Komisyona gelmiş, Komisyonda değiştirmişsiniz, buraya gelmiş, burada yine çekiyorsunuz. Yani kendinize çekidüzen veriniz diyorum.