GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: TÜRKİYE CUMHURİYETİ HÜKÜMETİ İLE LİBYA HÜKÜMETİ ARASINDA ASKERİ EĞİTİM İŞ BİRLİĞİ MUTABAKAT MUHTIRASININ ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR KANUN TASARISI
Yasama Yılı:3
Birleşim:28
Tarih:22.11.2012

BDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Sayın Başkan, çok saygıdeğer milletvekili arkadaşlarım; hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Konuya ilişkin konuşmama geçmeden önce içinde bulunduğumuz muharrem oruçlarının halklarımıza hayırlara vesile olması, barışa yol açması dileklerimi iletiyorum. Keza 24 Kasımın Öğretmenler Günü olması vesilesiyle de öğretmen arkadaşlarımı, dostlarımı, bütün öğretmen camiasını saygı ve sevgiyle selamlıyorum. 25 Kasımın Dünya Kadına Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü olması vesilesiyle de toplumun bir yarası olan kadına yönelik şiddeti lanetliyor, onların özgürleşmesi mücadelesinin yanında ve parçası olacağımı ifade etmek istiyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugünün dünyasında olup bitenleri her şeyden önce anlamak, kavramak ve yarına dair dünyadaki rolümüzün ne olacağına ilişkin konumlanmamız, tarihsel ve siyasal görev ve sorumluluklarımızın bilincine varmamız gerekiyor diye düşünüyorum.

Her şeyden önce Kuzey Afrika'dan başlayıp Orta Doğu, oradan da Suriye'de devam eden ve 1900'lü yılların ikinci yarısından itibaren tek süper güç olma olanağını, imkânını bulmuş Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Ortadoğu Projesi olarak bildiğimiz bir projenin Kuzey Afrika'dan Orta Doğu'ya uygulanmasının ayak seslerini duyuyor, ona dair müdahalelerin, savaşın, çatışmaların, yoksunlukların, hak ihlallerinin derinliğine yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Bu yönüyle, Tunus, Libya, Mısır, Katar, Sudan ve Suriye'de olup bitenleri analize tabi tuttuğumuzda da fotoğrafın asıl görünmeyen yanının ya da bize yansıtılmak istenenin arka perdesinde olup bitenlerin çok daha farklı niteliklerde ve özelliklerde olduğu gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2010'dan bu yana bu bölgede güya demokrasi adına, hak ve özgürlükler adına küresel emperyal güçlerin, bölge halklarının iradesi ve temel taleplerine rağmen onlarca yıl öncesinde şekillendirdikleri Baasçı diktatöryal rejimlerin ihtiyaçlarına cevap vermediklerinden hareketle, mevcut ulus üniter devletin alternatifi yeni arayışları görmek gerekiyor. 1950'lerde Mısır'da başlayan ve Irak'ta çoğumuzun rahatsızlığını duyduğu Saddam rejimiyle kendisini dünya âleme kanıtlayan bu diktatöryal rejimler, artık küresel emperyal güçler tarafından kaldırılamaz, sindirilemez, kabul edilemez bir noktada olduğundan üretimin artı değerini pazarlama ihtiyacı duydukları alanlara özgürce, güvenlik ve gümrük korumacılığından bağımsız girebilme serbestisini kazanmak adına yapılan bir müdahale olarak görmek gerekiyor.

O anlamıyla, yürütülen savaş ora halklarının, inanç ve dinsel grupların çıkarına değildir. Aksine büyük küresel emperyal güçlerin çıkarına hizmet edecek etnik, dinsel ve kültürel çatışmalar devam ediyor. Bu, en son yanı başımızda ateş topu olmaya devam eden Suriye'de hızını kesmeden bir savaş ve bu savaşın yarattığı siyasal ve sosyal travmayı da en çok yaşayan ülke, ülke halkları olma konumuyla da bizi karşı karşıya bırakmıştır. Her şeyden önce, başta Suriye olmak üzere Orta Doğu, sadece ve tek başına yer altı zenginlikleri itibarıyla emperyal güçlerin göz diktikleri bir bölge değil; Orta Doğu, aynı zamanda, kadim medeniyetlerin tarihsel sahneye çıktıkları, o günden bugüne üç kutsal kitabın, üç ana dinin hayat bulduğu, açığa çıktığı; Musevilikten Hristiyanlıka, Hristiyanlıktan İslamiyet'e dünyanın 6 milyon nüfusunun yüzde 90'ını ihtiva eden bu dinlere dayalı çatışmaların, çelişkilerin, kültürel ve siyasal odak olma noktasındaki kavgaların da cereyan ettiği bir bölgedir. O açıdan çok bileşenlidir, çok aktörlüdür, uluslararası zeminin her boyutuyla kendisini hissettirebileceği bir bölgedir. Bu yönüyle sadece Esad'ı ve Esad diktatöryasını ortadan kaldırmak yetmiyor. Karşısına alternatif olarak koyacağınız yönetim konusunda söz ve yetki birliğiniz yoksa, ortak konsensüs oluşmuş değilse sorununuz sıkıntılıdır, zordur. Bir yanıyla Amerika Birleşik Devletleri, öbür yanıyla Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Hindistan ve Latin Amerika'nın çıkarlarının çatıştığı, örtüşemediği bu coğrafyada, Türkiye'de -kendine göre bir pay sahibi olmanın- yüklendiği misyonla, sağlayabildiği ekonomik gücüyle bölgede çıkarını kollayan, koruyan bir noktada olma gayreti ve çabasıyla iki yılı geçirdi.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu iki yıl hepimizin cebinden, ülke değerlerinin savaşa ve savaş rantiyesine sevk ve idaresiyle geçmemeliydi, aksine siyaset kurumu olan Meclis, her şeyden önce siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel sorunları çözüme kavuşturma becerisi ve sanatına sahip bir alana ve arenaya dönüşebilmeliydi. Bu yönüyle günümüzün çatışmacı, güvenlikçi politikalarına karşın gelişmekte olan diyalog ve müzakereye dayalı bir süreci de, bu sürecin rolünü de bu Meclis üstlenmeliydi, yüklenmeliydi.

Tarih boyunca savaşlar olmuştur, olacağa da benzer ama hiçbir savaşta kazanan insanlık olmamıştır, hep o dönemin egemenleri olmuştur, egemenlikçi anlayışlar olmuştur. Dolayısıyla da halkların ve ezilenlerin hiçbir savaşta çıkarı söz konusu değildir ama çıkarı söz konusu olmayan ezilenler, yoksullar savaşta da ilk önce ölenlerdir, kaybedenlerdir, mağdur olanlardır, yerinden yurdundan sürülenlerdir. Bu yönüyle de Türkiye başta olmak üzere, dünya devletlerinin egemenlikçi sistemi içerisindeki hiçbir ezilenin, yoksulun ve sömürülenin hiçbir savaşta çıkarı yoktur. Onların çıkarı, dostane ilişkiler içerisinde, barış içerisinde bir arada yaşamaktır, çıkarları barıştır.

Bu açıdan biz, bir kez daha savaşın kötü ve kötürüm olduğunu, herkese kaybettireceğini, savaşın kazananının olmadığının altını çizmek istiyoruz. Alternatifi olan bir arada barış içerisinde yaşamanın, barışın ise herkese kazandıracağını belirtmek, ifade etmek istiyoruz. Ama gelin, görün ki Esad diktatöryasını ortadan kaldırmak isteyen Türkiye ve Sayın Başbakan 2010'dan bu yana diktatörya olarak yargıladığı, mahkûm ettiği Esad'la önceki tarihlerde dostane ve kardeşçe ilişkileri sürdürmenin havasını yaratmış, buna dair politik açılımların içerisinde olmuştu.

Ne talihsizdir ki bu kardeşçe ve dostane ilişkinin sürdüğü noktada o günün Kürtleri bu diktatör tarafından baskı altındaydı. 1.500'ün üzerinde siyasi mahkûmunun yanı sıra 3 milyon civarında Kürt'ün kimliği bile yoktu. Toprak edinebilme, mülk edinebilme hakkı yokken diktatör olarak görülmüyordu, kardeşti, dosttu. Ne zamanki çıkarlar çatıştı, çelişti, birdenbire kardeş ve dost olan, ortadan kaldırılması gereken bir diktatöre dönüştü. Ama diktatöre karşı 2004'lü yıllardan bu yana mücadele yürüten ora Kürtleri, kendi öz güçlerine dayalı öz yönetimlerini sağladıkları Temmuz 2012'den bu yana da âdeta Başbakanın, Türkiye'nin ve iktidarın korkulu rüyası olmaya başladı.

Bunu biz kabul etmiyoruz, meşru görmüyoruz. Bir yanıyla "Diktatörler ortadan kalksın, diktatörler halkına kulak versin, temel taleplerini dinlesin." diyeceksiniz, öbür yanıyla da ora Kürtlerinin özgürlük mücadelesini, özgürlük taleplerini terörize edip kazanma statüsünü bertaraf etmenin arayışları içerisinde olacaksınız. Bu doğru değil. Bu çelişkiyi, bu paradoksu görmek lazım.

Ama biz bunu biliyoruz. Bu, sanayi devriminden yana ulus üniter devletlerin açığa çıkardığı bir paradokstur. Tekçi, katı merkeziyetçi, otoriter zihniyete dayalı ulus üniter devletleri, egemen kimliği, egemen kesimi esas aldığından, farklılıkları yok sayıp inkâra kalkıştığından kaynaklı bir sorundur. Hâlbuki değişen dünya koşulları ulus üniter devleti ve zihniyetini aşan yeni fırsatları, olanakları bize tanıyor.

Ulus, sadece etnik ve dinsel ve inançsal kimliğe dayandığında, diğer farklılıkları baskılamak, diğer kimlikleri baskı altında tutmak gibi bir ihtiyaçla karşı karşıya kalabilir. Hâlbuki günümüzün ulus tanımı, kültürel çoğulculuğa dayanan, hukuki ve siyasal birliği esas almalıdır. Hukuki ve siyasal birliği esas almayan, kültürel çokluğun dışında tekçiliği esas alan ulus üniter devletleri yüzyıllardır insanlığa reva gördüğü savaştan uzak bir noktada olmayacaklardır. Aksine, her gün ölüm olan, gözyaşı olan, kaynaklarımızın, enerjilerimizin ve  zamanımızın israfından başka bir yol olmayacaktır. Türkiye, doksan yıl boyunca bu tekçi anlayışından dolayı Türklüğü korumak, Türklüğü güvence altına almak adına diğer farklı kimlikleri yadsımış, inkâr etmiş, onlar üzerinden kendi devletinin kutsiyetini topluma dayatmıştır. Hâlbuki bugün kendi Kürt'ü özgür olmuş olsaydı, kendi Kürt'ü ana dilinde eğitim görmüş olsaydı, ana dilinde savunma hakkını elde etmiş olsaydı bugün Suriye Kürtlerinin statüye kavuşmasını risk olarak görmezdi. Dostane uluslararası ilişkinin Orta Doğu'daki canlı bir parçası olarak soruna yaklaşır, bu anlamıyla da diyalog ve müzakere esaslı bir ilişkiyi esas alırdı. Ama bu algı, asimilasyona, siyasal entegrasyona yöneldiğinden, bu sorununu çözemeyip, öteleyip bugünlere taşıdığından kaynaklı da dünün alışkanlıkları olan savaş argümanları, savaş metotları ve araçlarıyla her soruna yaklaşılmaktadır.

Talep sahibi öğrencinin, talep sahibi Alevi'nin, talep sahibi Kürt'ün, talep sahibi herkes ve her kesimin cumhuriyet ve devlete olan isyanı, algısıyla hareket ettiğinden, bunlara, düşman hukuku nezdinde yaklaşıldığından kaynaklı ya irade kırma ya terörize etme ya da siyasal operasyonlarla herkesi hizaya getirmenin esirgenmediği, ardı arkası kesilmeyen bir despotik cumhuriyetin uygulamalarıyla karşı karşıyayız. Hâlbuki Alevilerin, tam da muharrem orucu içerisine geçtiğimiz bugünlerde kendi ibadetlerini, inançlarını özgürce yerine getirebildikleri, cemevlerinin ucube görülmediği, aksine ibadetin gerçekleştirildiği kutsal mekânlar olduğu; dayanışmanın, toplumsallaşmanın ve paylaşmanın mekânı olarak algılanması gerektiği anlayışından hareket etmiş olsaydık; keza, aynı şekilde Kürtlerin kimlikten kaynaklı, kültürden kaynaklı mağduriyetlerinin karşılandığı, giderildiği, özgür, demokratik, öz güce dayalı yönetimlerine fırsat verildiği, dolayısıyla demokratik cumhuriyet algısıyla, demokratik ortak vatanda birlikte, özgürce yaşama fırsatının tanındığı bir ülke sağlanmış olsaydı Suriye'deki gelişmeler korkulu rüyamız olmazdı. Korkulu rüya olmaya devam ettiği içindir ki Hatay'dan Habur sınırına kadar 910 kilometrenin her bir kilometresinde onlarca asker, tank, top, cephane yığılmış bulunmaktadır. Korkulu rüyamız devam etmiş olmalı ki "Diktatörü kaldıracağız, diktatöre karşı halkları özgürleştireceğiz." dedikleri ve söylendiği hâlde bu halklardan Kürtlere hak sahibi olmamak, özgürlük sahibi olmamak adına Suriye özgür ordusu paralelinde paramiliter güçlerle Ceylanpınar'dan her gün binlerce eli silahlı, çetevari uygulamalara bir şekliyle sınırları, olanakları peşkeş çekmemiş olacaktık. Bu anlayıştır ki kendi vatandaşını özgürleştiremeyen, kendi vatandaşına düşman muamelesi uygulamasına yaklaşan, haktan yoksun, egemen olarak vermeye razı olduğuyla yetinmesi yaklaşımıyla yaklaşan bir zihniyet, işte, çok arzulamadığımız savaşın yanı başımızda cereyan etmesine de neden olmuştur.

O açıdan, demem odur ki her şeyden önce yıllar öncesinde komşularla sıfır sorun politikası olarak yola çıkanların, bugün bırakın komşularını, bölgede dostlarından bahsedemeyeceğimiz bir çatışma ve savaşın hüküm sürdüğü bu coğrafyada halkları özgürleştirerek, inançları özgürleştirerek, geleceğin dünyasında birlikte olabilmenin şansını tanımak gerekiyor.

Fırsat kaçmış değil. Hâlâ bu Mecliste Barış ve Demokrasi Partisinin varlığını fırsata dönüştürebilmek mümkündür. Artık, yüz yıl süren savaşın ardından gelen barışı göz ardı etmeyeceğimiz bir gerçeklikten soruna yaklaşmalıyız. Biz Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözümü açısından proje sahibi olan bir parti olarak, Mecliste siyasal temsiliyet sahibi olan bir parti olarak, yerel yönetimlerde hatırı sayılır bir belediye ve il genel meclisi sahibi bir siyasal parti olarak demokratik özerklikle Kürt sorununun barışçıl, demokratik çözümünün mümkün olduğunu, sadece Kürtlerin demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasada anayasal güvenceye tabi tutulan kimlikleriyle, haklarıyla özgürleşemeyeceğini, aynı zamanda Türklerin de, Arapların da, Çerkezlerin de, Alevilerin de bu demokratik, özerk, öz yönetimlerle meşru, demokratik talep sahibi olabileceklerini ve meşru, demokratik talepleriyle, kan ve gözyaşı döktüğümüz bu yılların karşılığı olarak gerçek anlamıyla bir demokratik ülkede yaşama hakkını sağlayabileceğimizi öngörüyoruz.

Bu yönüyle savaş ve savaş politikaları yerine özgürlüğü, adaleti, eşitliği konuşabileceğimiz, onların siyasal projelerini tartışabileceğimiz, bu yönüyle de emekçilerimizin, ezilenlerimizin mağduriyetini de giderebileceğimiz, onların özlük haklarının da sağlanabileceği gerçek bir demokratik ülkeyle buluşabileceğimizi öngörüyoruz.

Bunu yapmak yerine her geçen gün kan ve revan bölgesine, coğrafyasına dönen bölgemizde, ülkemizde savaş kışkırtıcılığını, savaş söylemini, çatışma dilini terk etmemek artık bu ülke halklarının kaldırabileceği bir olgu olmaktan çıkmıştır.

Açlık grevlerinin ölümle karşılaşmadan bitmiş olması, bu yönüyle toplumda oluşan sağduyu, duyarlılık ve hassasiyeti de fırsata dönüştürmek mümkündür. Bu çerçevede de Sayın Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırılmış tecridin kaldırılarak diyalog ve müzakere eksenli, sorunlar meşru zeminlerde, başta Büyük Millet Meclisi olmak üzere meşru zeminlerde tartışılabilinmeli, ortaklaşılabilinmeli, herkes cebindeki taşları dökmeli, bu yönüyle de yaşadığımız sorunun demokratik çözümüne fırsat tanınmalıdır. Bu sağlandığında, hepimizin kazandığı, hepimizin yaşamaktan mutluluk duyduğumuz özgür bir ülkede özgür, eşit vatandaş olmanın haklı gururunu taşıyabiliriz. Ötesi, benim baskılandığım, haklarımın gasbedildiği, ötekisinin zenginleşip büyüdüğü, ötekisinin irade sahibi olma haklarına sahipken benim yoksunluklarım ve yetmezliklerimle küskünlükleri yaşadığım, darıldığım ve bir yanıyla psikolojik sosyal travma yaşadığım bir durumla karşı karşıya kalırız. Buna da hiç kimsenin hakkı yok.

Gelin, hepimize kaybettiren savaş yerine hepimizin kazanacağı, barış dolu, özgürlük dolu yarınlarda buluşma umudunu büyütelim ki çocuklarımız yaşadıklarımızı yaşamamış olsun.

Bu dileklerimle, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Çelik.