GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: SOSYAL SİGORTALAR VE GENEL SAĞLIK SİGORTASI KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN
Yasama Yılı:3
Birleşim:104
Tarih:15.05.2013

BDP GRUBU ADINA DEMİR ÇELİK (Muş) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; 460 sıra sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı'yla ilgili grubumuz adına söz almış bulunmaktayım. Sizleri saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce öncelikle, hafta sonu Reyhanlı'da vuku bulan menfur saldırıyı şiddetle, nefretle kınadığımızı; bu çerçevede de, ölenlere Allah'tan rahmet, kederli ailelerine başsağlığı dileklerimizi; keza, yaralılara acil şifalar dileklerimizi iletmek istiyorum.

14 Mayıs Eczacılık Bayramı'nı, tüm eczacılarımıza hayırlara vesile olması dileklerimle kutladığımı ifade etmek istiyorum. Keza, 15 Mayıs aynı zamanda Kürt Dil Bayramı. Bu anlamıyla da Kürt dilinin geliştirilmesi, yaşamsal alanlara ve kamusal alana dair bir kısım fırsat ve olanakların bulunmasına da vesile olacakları dileklerimle kutladığımı ifade etmek istiyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yeni bir yasa tasarısı, daha çok karma, pragmatist, bir kısım fırsatçı ilişkilerin şekillendiği bir torba yasayla karşı karşıyayız. Evet, Meclis yasama faaliyetini yürütmek, denetim faaliyetini yerine getirmekle mükelleftir. Bu manada, toplumun açığa çıkan ihtiyaçlarını karşılamada asli görevi olan yasama faaliyetini yürütmek bizim görevimizdir. Ancak, yasama faaliyeti her şeyden önce kamu yararına olmalı, tarihsel gelişmişliğe uyumlu ve uyarlı olmalı, aynı zamanda toplumsal ihtiyaçları karşılayabilecek nitelikte ve özellikte olmalı ve bu manada da paydaşları, partneri bu yasadan, bu kanundan etkilenecek kesimleri de sürece katan, onların önerilerini, eleştirilerini, varsa katkılarını da almaya muhtaç bir sürecin tüketilmesi sonrasında Meclise, yasama faaliyetini yürüten bu Meclise getirilmesi gerekiyordu.

Son yılların alışkanlığı olsa gerek bu süreçlerin hiçbirisi tüketilmeden, çok sıradan ve çok azınlıkta olan bir kesimin bir kısım çıkarlarını kollamaya, kurtarmaya, onların çıkarlarını esas alan bir kısım düzenlemelere hizmet eden yasa ve kanun teklifleri meşruiyetini yitiren özelliktedir. Meşru olmadığı için de sürekli değişen ve değiştirilmeye muhtaç olan bir konuda da gündemimizi işgal etmeye devam ediyor. Hâlbuki her kanunda olduğu gibi bu kanun teklifinde de yapılması gereken, öncelikle sosyal güvenlik ve sosyal politikalara ilişkin devletin ödevlerinin, görevlerinin ne olduğu bilinciyle soruna yaklaşıp, ona dair toplumsal ihtiyaçların ve problemlerin giderilmesine ilişkin bir çerçeve, bu çerçevenin de toplum dinamikleriyle paylaşılarak buraya getiriliyor olması gerekiyordu.

İnsanlık ilk çıktığında barınma, korunma ve güvenlik amacıyla kentlerde yan yana gelebilmiş ise de bugün büyüyen, değişen tarihsel gelişmişliğin, küresel fırsatların ortaya çıkardığı yeni olanaklar, yeni imkânlarla da insanlar kentte sadece biyolojik bir varlık olarak düşünülemeyecek kadar gelişkindir, yetkindir. Sosyal varlık olmanın ihtiyaçları olan siyasal, ruhsal, kültürel iyi olma hâli esasa alınmadığında, sadece ve tek başına kentte oluşturduğumuz iktidar karargâhlarına hizmet edecek bir algıyla soruna yaklaştığımızda biz sorunu çözmüş olmayız, kangrenleştiririz, öteleriz ve bu yanıyla da sürekli güncelimizi ve gündemimizi işgal eden bir noktada Meclisi kilitleriz.

Bugün demokratik çözüm sürecini yaşadığımız ve tartıştığımız oranda, yoğunlaştığımız bu sürece dair anayasal ve yasal düzeydeki nitelikli değişime yol açan bir kısım çalışmaları Meclise taşımak gerekirken, torba yasayla yapılmak istenen, asıl sorunlu olan kesim çalışanlar, emekliler, esnaf ve sanatkârlar, yoksullar, ezilenler ve emekçilerin temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzenlemeden uzak olan ama sırası gelmişken onları da dikkate aldığını ifade eden birkaç maddeyle durumu kurtarmaya kalkışmak, mevcut, var olan realiteyi görmemek, mağdur ve mazlumla dalga geçmektir, hakaret etmektir. Bugün asgari ücretle bir insanın, 4 kişilik ailenin geçimi için yeterli koşullara sahip olmasını bırakın bir yana, bugün yoksulluk sınırı olan 3.500 liraya karşı insani yaşam endeksiyle işgal ettiğimiz dünya sıralamasındaki yerimiz giderilmeye muhtaç bir konu iken, ona yoğunlaşmamız ve bu yönüyle toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak bir düzeyde ve duyarlılıkta soruna yaklaşmamız gerekirken, biz yine elimizi ensemizin arkasına dolandırarak kolay ve basit olanın yerine zor olanı, kulağımızı göstererek durumdan vazife çıkarmaya çalışıyoruz. Bu her şeyden önce gelinen bu süreçte Türkiye halklarının ve toplumunun hak etmediği bir durumdur diye değerli heyetin dikkatlerine sunmak istiyorum.

Bu manada da çevreden sosyal güvenliğe, tanık korumadan şiddet gören kadına, her türlü iş ve işlemin yedirildiği, ortaklaştırıldığı bu yasa, görünen o ki mevcut, var olan ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Çok azınlıkta olan bir kesimin ihtiyaçlarını süsleyerek, maniple ederek ve anlamıyla da Meclisin gündemine taşıyarak bir kısım insanların mevcut, var olan temel taleplerini kişisel ve bireysel noktada karşılamakla ilgilidir. Hâlbuki kanunda beklenen kamusal yarardır, toplum yararıdır. Bunu ilgili maddelerde de sıralamak, dikkate değer bulmak mümkündür.

Öncelikle 3194 sayılı İmar Yasası'nda giderek yerel yönetimlerimizin insani bir kısım koşullarının yaratılmasında çevresel etki değerlendirme raporları olarak geçmişin hatalarını gideren, yeni yanlışlıklardan, insani ve doğal felaketlerden insanları meşru zeminde koruyan bu raporların dikkate alınmadan, dikkate değer bulunmadan kaldırılmasını öngören bir düzenleme söz konusu. Bu düzenlemede kamusal yarar görünmediği gibi bireysel ve kişisel olanın da es geçildiği ama ulusal ve uluslararası sermaye gruplarının bir kısım projelerinin kontrolsüz, denetimsiz, amacının dışında yapılmasına fırsat verebilecek bir kısım düzenlemelerin âdeta önünü açmaya dönük bir çalışmadır.

Her şeyden önce beğenmediğimiz, kaldırma ve değiştirme arayışı içerisinde bulunup da başaramadığımız 12 Eylül Anayasası'nın bile 56'ncı maddesinde der ki: "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir." Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olan herkes gibi devletin de görevi sağlıklı, sürdürülebilinir bir çevreyi kollamaktır, korumaktır. Beğenmediğimiz bu Anayasa'nın devlete ve biz bireylere yüklediği görev açık iken biz bu görevi ifa edecek, bu görevi daha nitelikli bir noktada denetime tabi kılacak yerde denetimden uzaklaştıran, uzak tutan bir noktada ÇED raporunu bile işlevsiz kılan, bu manada da yapılmak istenen uluslararası projeleri denetim dışı tutmaya hizmet eden bir algıyla yaklaşıyoruz. Üçüncü Köprü, Akkuyu Nükleer Santrali, hidroelektrik enerji kaynakları ve santralleri başta olmak üzere Gebze-İzmir otoban yolu ve benzeri birçok proje bu ÇED'den âdeta kaçırılmak istenen bu manada da kârı, çıkarı esas alan ama kamusal ve toplumsal yararı dikkate almayan bir noktada soruna yaklaşmıştır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hâlbuki biz biliyoruz ki toplumsal ve siyasal istikrar basit değil, türdeş değil, çeşitliliğin ve çokluluğun bir fonksiyonudur. Siz yaşadığınız çevrenin çeşitliliğini, çokluluğunu yani biyobölgecilik esasına dayalı duyarlılığını esas almadığınızda, tüketilebilinecek bir çevrenin size yol açacağı doğal felaketleri dikkate almadığınızda bugün muzdarip olduğumuz küresel ısınma dâhil olmak üzere, yarın çocuklarımızdan emanet aldığımız bu küreyi de, bu dünyayı da, bu doğal ortamı da bulamayabilecekleri tehdidi ve riskiyle çocuklarımızın, torunlarımızın karşı karşıya olduğunu hatırlamamız lazım.

Bu manada "Toplumun ve insanın ihtiyaçlarını karşılayacağım." diyerek doğayı tüketen, "Toplumun ve insanın ihtiyaçlarını karşılayacağım." derken kamuyu ve toplumu zarara uğratan algı sosyal devletin, hele hele hukuk devletinin işi olmasa gerek. O hâlde, Anayasa'mızda çokça ifade ediliyor olmasına rağmen demek ki devlet zihniyetimiz, algımız ve anlayışımız hem hukuk devleti değil hem sosyal devlet değil. Bu manada biz sosyal politikalarımızın yerine uluslararası şirketlerin, holdinglerin, tröstlerin ve tekellerin çıkarlarına hizmet edecek algıyla yaklaşıyoruz. Bu yönüyle bu kanun ÇED raporu başta olmak üzere yeniden düzenlenmeye muhtaç bir çerçevededir.

Yetinmeyen algı benzeri bir yanlışlıkta, tanığı koruma, tanık ve tanıkla beraber ailesini sosyal güvenceye bağlama ilgili maddesinde de kendisini dışa vuruyor. Tanık ki muhbirdir, ispiyoncudur, ihbarcıdır. Bir devlet vatandaşını bir başka vatandaşına karşı ihbar etmede, ispiyon etmede, muhbir etmede kullanıyor ve onu âdeta ödüllendirmek adına sosyal güvenceye kendisiyle birlikte ailesini teşvik ediyor, bu güvenceye tabi tutuyorsa burada hukuk devleti aranmaz; burada totaliterizm, burada otoriterizm, burada olsa olsa faşizm var. Bu manada çözümü tartıştığımız, demokratikleşmenin ve demokratik siyasetin öne çıkma fırsatını her gün dillendirdiğimiz bu süreçte, yeniden, vatandaşlarımızı ödüllendirerek birbirlerine karşı örgütleyen, teşvik eden ve bu anlamda da ötekisini de cezalandırma üzerine kurguladığınız hukuki sistem uluslararası sözleşmelere de, uluslararası insan hakkı örgütü ilkelerine ters bir algıdır. Ama biz biliyoruz ki, bunlar on bir yıllık AKP iktidarının neoliberalci politikalarının gereği olsa gerek ki, nasıl ki çete yaklaşımında, nasıl ki Tanık Koruma Yasası'na yaklaşımda aykırılıklar söz konusuysa, aynı şekliyle biz sağlığa da, sağlık ve sosyal politikalara yaklaşımda da aynı aykırılığı görebiliyor, izleyebiliyoruz.

Sağlık kişinin ruhsal, bedensel, siyasal, sosyal iyi hâliyse, öncelikle devlet eğer sosyal devletse, 75 milyonun tümünün sosyal güvenliğe tabi olduğu, sosyal sigorta sistemine tabi olduğu, bu manada da özlük ve sosyal haklarına sahip olduğu bir devlet olmanın gereklerini yerine getirmeliydi. Hâlâ insani yaşam endeksi itibarıyla 92'nci sırada olan ülkemiz, 900 civarındaki asgari ücretiyle, 75 milyona, bırakın mutluluğu; açlığı, yoksulluğu, sefaleti öngören, layık gören bir noktada soruna yaklaşmaktadır. Koşullarını iyileştirmek, güvencesiz olanın güvenceye tabi tutulması, mevcut kazanılmış hakların iyileştirilmesi gibi bir çaba içerisinde olması gerekirken; emekli maaşlarının yeterliği olduğunu, asgari ücretle geçinmenin çok da mümkün ve kolay olduğunu yetkili ağızların söylüyor olması 75 milyonun yaşadığı gerçekle âdeta oynamaktır, dikkate almamaktır, hakir görmektir. Hâlbuki biz biliyoruz ki, ülkemizde hâlâ yüzde 15 civarında işsiz, 25 milyon civarındaki vatandaşımız da 3 milyon 500 bin lira civarındaki yoksulluk sınırının altında gelire sahip. İşte, devlet ve devletin yasama faaliyetini yürüten Meclisin yapması gereken, öncelikle bu konuya el atmak. Bu algıdan uzak olduğumuzdan olsa gerek ki, biz, piyasalaştırmanın, taşeronlaştırmanın ve metalaştırmanın da cirit attığı, oynadığı bir alanı, sağlığı, yine dikkate değer bulmuyoruz.

Biz nasıl ki, sağlıklı bireyin sağlıklı toplum demek olduğu gerçeğini unutmuyorsak, bu manada da piyasalaştırmadan ve metalaştırmadan uzak bir sağlık algısıyla soruna yaklaşmamız gerekiyordu. Hâlbuki, ilgili kanun maddelerinde de görüleceği gibi, üniversite hastaneleri ve devlet hastaneleri başta olmak üzere, kamu hastanelerinin içi boşaltılıyor, işlevsiz hâle getiriliyor. Kamu ve üniversite hastanelerinde, yetenekli, beceri sahibi, iş ve emek üreten insanlarımıza, özel firmaların CEO yetkisi taşıyan insanların kâr amaçlı oluşturduğu özel hastanelere teşvikle yolu açılıyor, prim veriliyor; bu prim ve teşvikle âdeta insanlar, vatandaş, alması gereken en doğal hakkı olan sosyal hizmetlerden, sağlık hizmetlerinden bir yanıyla mahrum bırakılıyor, öbür yanıyla da sağlık ve sosyal hizmeti parasıyla almak durumunda bırakılıyor.

Sağlıkta dönüşüm olarak devreye koyduğunuz, kamusal hastaneleri işlevsiz ve içini boşaltarak özelleştirdiğiniz bu süreçte insanlarımızın sağlıkta beklediği umudu görmediğini, problemi her geçen gün derinliğine yaşadığını ifade etmem gerekiyor.

Unutulmamalıdır ki, palyatif ve geçici çözümlerle toplumun biriken gazını alabilirsiniz, sorunu erteleyebilir, öteleyebilirsiniz ama sorun, nihayetinde siyasal ve toplumsal bir sorunsa, toplumsal ve siyasal olan soruna bu parametrelerle yaklaşmadığınızda, çözüm projelerinizi kamusal ve toplumsal alan lehine harekete geçiremediğinizde bir gün başımızın ağrıyacağı muhakkaktır.

Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü mümkünken, doksan yıl süreyle inkâr ederek, öteleyerek, erteleyerek nasıl ki kangrenleşmesine yol açtıysak, benzeri sorunlar, ulus üniter devletin karakteri olarak çözmek zorunda olduğumuz yani merkez ile devlet ile çevre arasında, devlet ile din arasında, devlet ile inanç ve kültürler arasında, devlet ile kimlik arasındaki çelişkileri, meşru, demokratik ve tarihsel boyutta çözüme kavuşturamadığımızda, bu ve benzeri palyatif torba yasalarla, kanunlarla, birbirimizle uğraşır dururuz. Hâlbuki, gün artık radikalce, gün artık demokrasi ve barış adına herkesin elini taşın altına koyması gereken, bu manada da antidemokratik ve bizatihi 12 Eylül faşist diktatörlüğünün eseri, ürünü olan Anayasa'yı lağvedip kaldırmak; yerine eşitlikçi, özgürlükçü, barışçıl, sivil bir anayasayı, herkesin ve her kesimin kendisini gördüğü, anayasası ve yasalarıyla güvence altında olduğu bir ülkede yani demokratik ortak vatanda dili, kimliği, rengi, inancı, cinsi ne olursa olsun herkesin eşit, özgür vatandaş olduğu bir ülke algısıyla soruna yaklaştığımızda, buna uygun bir anayasa ve yasal çerçeveyi çizdiğimizde her şey pamuk ipliği gibi tek tek çözülür. Çözdüğümüz işlerimizle de biz topluma refahı da, güvenliği de, mutluluğu da sağlamış oluruz.

İşte, 24'üncü Dönem Meclisinin asli yapması gereken... Hele hele PKK'nin geri çekilmesiyle birlikte silahlara veda anlamına gelebilecek bugünlerde demokratik siyaset ayağa kalkmalı, demokratik siyaset toplumun kangrenleşen problemlerini çözüme kavuşturabilmenin iradesini, gücünü göstermelidir ki yarın analar da ağlamasın, yarın gözyaşıyla da birbirimizi helak edeceğimize, el ele, yürek yüreğe verebildiğimiz bir gelecekte çocuklarımıza, torunlarımıza bırakabileceğimiz özgür ve mutlu bir ülke olabilsin diyor, bu dileklerle hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. (BDP sıralarından alkışlar)