| Konu: | MHP GRUBU ÖNERİSİ |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 51 |
| Tarih: | 12.01.2012 |
ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; önerge sahiplerine baştan söylemeliyim ki, tabii ki önergenin aleyhinde değilim, başka türlü konuşamayacağımız için böyledir fakat gene de ben önergenin görmediği bir yan hakkında konuşarak önergeyi tamamlamak isterim.
Önerge, esasen son dönemlerde hem mevsim koşullarının ve işletme koşullarının kötü gitmesi dolayısıyla ortaya çıkan sektörel sorun üzerinde durmakla birlikte, daha çok bu işletmelerin sahipleri, doğrudan üretim tesislerini yönetenler üzerinden meseleye yaklaşmaktadır. Tabii, bu sektörün bu açıdan sıkıntı içinde olduğu doğrudur, ancak sektörün tamamına baktığımız zaman, buradaki doğrudan üreticiler, gerçek üretici kitle, yani bu tarım işletmelerinde toprağı çapalayan, meyveleri toplayan, onları lojistik ve ambalajlama tesislerinde bir araya getiren, paketleyen ve bunların üzerinden yaşamlarını kazanmaya çalışanların durumlarının da en az üreticiler kadar, hatta onlardan çok daha geriye doğru gittiğine dikkat çekmek isterim, o yüzden araştırma bu alanı da kapsamalıdır.
İşin doğrusu, tarım iş kolunda düzensiz ve güvencesiz çalışma esastır, sendikalı ve sigortalı çalışma istisnadır. Gerçi, Hükûmetin uyguladığı neoliberal ekonomi politikalarının sonucu olarak, Türkiye'de güvenceli ve düzenli çalışma artık istisna hâline, güvencesiz, sendikasız, sigortasız çalışma ise bir kural hâline geliyor olmakla birlikte, tarım sektöründe bunun çok daha ağır bir maliyete yol açtığı çalışanlar için çok daha açıktır, çünkü neoliberal tarım politikaları sadece birim işletmeleri bozulmaya uğratmakla kalmıyor, aynı zamanda kendi hayatlarını çiftçilikle kazanmaya çalışan, nispeten verimsiz, kıraç topraklarda ve de bölünen arazilerde çalışan çiftçilerin kendilerini işçi hâline getiriyor. Dolayısıyla, bir bütün olarak bu tarım topraklarında çalışan işçiler, aslında bir önceki kuşak çiftçilerdir ve bu çiftçilerin sürekli olarak işçileşmesi, onların sendikalaşması, sigortalanması, ücret gelirlerinin düzene kavuşması şeklinde, onlara bir uygarlık alameti olarak değil, onlar için aslında yeni türden bir feodalizm koşullarında çalışma sonucunu getirmektedir. Bu nedenle, araştırmanın bu çalışma koşullarına, özellikle çalışma koşullarını kötüleştiren iktisadi politikalara odaklanmasında çok büyük bir yarar olacaktır.
İkinci nokta, bu işletmelerde çalışan ve bu işletmelerde mağdur olan işçilerin çok önemli bölümünün kadınlar ve çocuklar olmasıdır. Türkiye'de hem kadın çalışması hem çocuk çalışması yasayla bir bakıma yetişkin erkeklere göre daha çok güvence altına alınmaya çalışılsa da gerçekte güvencesiz işçilerin çok büyük bir bölümünü kadınların ve çocukların oluşturduğu ya da güvencesiz çalışmadan en çok onların etkilendiği biliniyor.
Özellikle yaz aylarında, hepinizin hatırlayacağı, hemen gözünüzün önüne gelecek olan üçüncü sayfa haberleri arasında hep şunlar vardır: "Römork savruldu, 32 kadın işçi hayatını kaybetti.", "Otobüs devrildi, 38 kadın işçi ve 20 çocuk hayatını kaybetti." ve bu böyle gider. Sadece narenciye bölgelerinde değil, aynı zamanda fındık, pamuk, incir, üzüm bölgelerinde de aynı sonuçlar görülür.
Kadınların bu süreçten daha olumsuz bir biçimde etkileniyor olmalarının asıl önemli nedeni de onların emek güçlerini koruyan herhangi bir düzenlemenin gelenek içerisinde de yer almamasıdır. Geleneksel biçimde dayıbaşılık usulüne göre kiralanan bu işçilerin kadın olanları ise zaten evde de köle oldukları için gerçek üretimin çok büyük çoğunluğu kadınların, çocukların, genç işçilerin omzunda olmasına rağmen, hiyerarşik bir biçimde emek tabanının en altında yer almaktadırlar, dolayısıyla güvencesizin de güvencesizi koşullardadırlar.
Sektörün bu açıdan himaye altına alınması talebinin? Bu emekçilerin de koruma altına alınması ya da mevcut koruma mekanizmalarının herkesi kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiği açıkça ortadadır. Bugün, Türkiye'de, geçtiğimiz yılın rakamlarına göre yaş sebze ve meyve ihracatının Türkiye'ye getirisi 2 milyar dolar civarındadır. Bunun iç pazarda en az 4 kat olduğunu da göz önüne alacak olursak, yaklaşık 10 milyar dolarlık bir artık ürün, artık değer üretiminden işçinin payına düşenin ne kadar küçük bir rakam olduğunu, kamu harcamalarına onların güvenceleri için gereken miktarın yansımadığına da dikkat edecek olursak, burada son derece aşırı bir sömürü olduğunu göz önüne alabiliriz, bunu görebiliriz.
Ben kendi payıma özellikle seçim döneminde Mersin'in işte ücra semtlerinde, taşrasında, dışarısında yer alan tarım işletmeleri ve lojistik ambalajlama tesislerinin mümkün olduğu kadarını gezmeye çalıştım. Burada gördüğüm tablo şudur: Dışarıdan bakıldığında gerçekten Amerika Birleşik Devletlerinin bu entegre üretim tesislerini andıran parlaklıkta, modernlikte, yüksek teknolojili lojistik tesislerin içinde aslında üretim araçları, altlarına kıvırdıkları kendi ayaklarından başka bir şey olmayan şalvarlı genç kız ve kadınların, yaşları on beş ila yirmi beş arasındaki insanların aşağı yukarı günde en az on iki saat, çoğu zaman bundan daha fazla çalışarak, sadece ellerini kullanarak, bu, işte, hepimizin afiyetle yediği ve dışarıya da ihraç edilen meyveleri, sebzeleri paketlemeye çalıştıkları fakat kendi ücretlerinin o meyvelerden satın almak için aslında son derece yetersiz olduğu ve büyük zıtlıklar içerisinde, sanki hepimizin işte, 19'uncu yüzyıl edebiyatında daha çok Batı'da İngiltere'yi anlatan romanlarda, Charles Dickens'ın romanlarında gördüğümüze benzer tabloların her gün o fabrikalarda, o entegre tesislerde yeniden ve yeniden ve yeniden üretildiğini aklımızda tutmalıyız. Yediğimiz her dilim mandalinada, portakalda karşılığı ödenmemiş emeğin sahibi binlerce, on binlerce genç kadın, çocuk işçilerin emeğinin olduğunu aklımızda tutmalıyız. O yüzden, sektörü korurken sektörün neyin üzerinde yükseldiğini de görmemiz gerekir. Evet, sektör bu sene zarar etmiş olabilir ama onlarca yıldır birikmiş olan zenginlik, aslında, bu işçilerin ödenmemiş emeği üzerine kuruludur ve yeni düzenlemelerin bu işçilere güvence, sigorta, uygun koşullarda çalışma, sağlıklı yaşam olarak geri dönmesini beklemek hepimizin hakkıdır.
"Türkiye son on yılda şu kadar miktar büyüdü, şu kadar çok ilerledik, dünyanın bilmem kaçıncı sırasındayken şu sırasına geldik." diye Hükûmet çokça övünüyor. Aslında, bir Hükûmet olarak bununla övünmesinde de şaşacak bir şey yok. Hakikaten rakamlar onu söylüyorsa, hakikat bu ise ne âlâ fakat bu hakikatin altına baktığımızda, bütün bu ilerlemenin içerisinde, gerçek üreticilerin, doğrudan işçilerin ve emekçilerin, tarımda olsun, sanayide olsun, hizmetlerde olsun, bilişimde olsun, ücretlerinde ve gelirlerinde hemen hemen hiçbir -sabit rakamlarla- ilerleme olmadığını görünce, o zaman, her zaman söylenen lafı tekrar etmek gerekir. "Çok verilenden çok istenir." O yüzden, Hükûmet ve sektörün başta gelenlerinin, kendi gelirleri ve kaynaklarının kayda değer bir bölümünü gerçek üreticilere aktarmaları söz konusu olmadıkça, isterse narenciye üretimi şu kadar artmış olsun, Türkiye'nin insani sermayesinde herhangi bir artış ve gelişme olmayacaktır. Kendi emekleri üzerinden karnımızı doyurduğumuz kadın ve erkek ve çocuk işçileri ve onların hayatlarını her zaman aklımızda tutmamızı tavsiye ediyorum. Öneriyi de destekliyorum.
Teşekkür ederim. (BDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Kürkcü.