GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 375 SAYILI KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUN TEKLİFİ
Yasama Yılı:2
Birleşim:47
Tarih:04.01.2012

BDP GRUBU ADINA ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Mersin) - Sayın Başkan, sevgili arkadaşlar; bu önümüze gelen 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi'nin, aslında bu kanunun gündeme alınıp alınmaması konusunda daha önce yapılan görüşme sırasında grup başkan vekilimizin yaptığı açıklamada olduğu gibi, onu aynen tekrar ederek söylemek istiyorum ki Türkiye'nin şimdi içinde yaşadığı günler ve gündemle bütünüyle ilgisiz, kendi sırasında görüşülse ilzam ettiği kesimlerin herhangi bir hak kaybına yol açmayacak olan bu içeriğin bugün gündeme getirilmiş olmasının, herhangi bir biçimde Türkiye siyasetinin doğru rayda sürdürülmesiyle, yurttaşların hak ve çıkarlarının korunmasıyla bir ilgisi olmadığı kanaatindeyiz, çünkü, bir kere, her şeyden önce Türkiye'nin bugün karşı karşıya kaldığı temelli meseleler bakımından bu kanunun taşıdığı bir aciliyet yoktur.

İkincisi, bu, bir kanun hükmünde kararnamenin çıkartıldığı sırada, telaşla çıkartılırken unutulmuş, akla getirilmemiş ya da ihmal edilmiş kimi bölümlerini şimdi onarmak, gidermek, bunlara Hükûmetin ve onun arkasındaki parti çoğunluğunun çıkarları ya da gerekçeleri istikametinde yeni bir karakter kazandırmayı öngören bir değişiklik önergesi fakat asıl büyük problem olduğu yerde durmaya devam ediyor, bu da: Gerçekte bir kanun hükmünde kararnamenin şimdi bir kanunla değiştirilmek isteniyor olmasıdır. Buradaki garabete dikkatinizi çekmek isterim.

Hükûmet henüz bu kanun hükmünde kararnameyi onaylanmak ve yürürlüğe kanun olarak sokulmak üzere Meclise getirmiş değildir ama oradaki değişikliği bir kanunla yapmak azmindedir. Bunu açıklamak, gerçekten bir yasama tutarlılığı açısından asla mümkün değildir. Daha önce de çeşitli defalar söylemiştik, Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihinde hiçbir zaman olmadığı şekilde yasama ile yürütme arasındaki bağların bir bütün olarak koptuğu, yürütmenin kendi başına buyruk bir biçimde hayatına devam ettiği, yasamanın yani buradaki vekillerin, halkın temsilcilerinin ise Meclis çoğunluğunun iradesi böyledir diye yürütmeyi herhangi bir biçimde denetleme kapasitesi gösteremediği, Türkiye'nin gündemini Meclise taşıyamadığı, önüne dizilmiş olan, Hükûmet için öncelikli meseleleri karara bağlayan bir noter konumundan uzaklaşarak, kendi iktidarına sahip, kendi gücüne sahip, kendi yönetme erkine sahip bir iktidar organı olarak asla hareket edememektedir. Ben, Meclisimizin bütün üyelerinin, hangi partiden olurlarsa olsunlar, milletin vekili olarak, bu Mecliste kendilerinin bir iktidar gücü olduğunu hatırlamaları gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Sizlersiniz, siz olmazsanız hükûmet olmaz. Millet bir hükûmet seçmiyor, millet bir Meclis seçiyor. Bu Meclis kendi işlerinin bazılarını görsün diye kendisine bir hükûmet tayin ediyor. Güya, kâğıt üzerinde, usulen böyle gibi ama hakikatte nasıl?

Hakikatte, işte hepimiz görüyoruz, usulen, başka türlü bu kanunlar görüşülemeyeceği için Hükûmet ya da ilgili komisyonlar buraya geliyor, onun dışında Mecliste asla görünmezler, yoklar, zaten Meclisin önüne getirdikleri meselelerin kendi çoğunlukları tarafından onaylanacağından emindirler. Bir tek gün olsun, çoğunluk partisinden bir üyenin de buraya gelen bir mesele hakkında aykırı bir görüş belirttiğine tanık olmayız. Böylelikle, otomatiğe bağlanmış bir biçimde hayat sürüp gider, biz de yasama görevimizi yaptığımızı düşünürüz. Hakikaten düşünüyor musunuz? Ben size sormak istiyorum. Kimileriniz dinleme zahmetinde bile değiller. Olur, dinlemeyin ama nihayet bu kayıtlar, bu zabıtlar bir gün yeniden gözden geçirilecek ve insanlar kendilerinin nasıl uyarılmış olduklarını, kendilerine bir ayna tutulduğunu görecekler.

Ben bu hâlde Türkiye'nin kaderi bakımından tayin edici bir rol oynayan bir organda çalıştığımızı kendi payıma hissedemiyorum. Hükûmetin hiçbir icraatını denetleyebilmek, Hükûmetin hiçbir icraatını onun istemediği tarzda dönüştürmek ve değiştirmek, Hükûmetin hesap verilebilirliğini sağlamak bakımından aslında etkisiz, yetkisiz, iktidarsız, güçsüz bir organ hâline gelmiştir Türkiye Büyük Millet Meclisi. Bence, her şeyden önce, bu yasa vesilesiyle bunu düşünmemiz yerli yerinde olur.

İkinci mesele: Meclisin gündemiyle memleketin gündemi arasında, eğer gündem dışı bir söz alınmazsa, hiçbir ilgi kurulamaması paradoksuyla karşı karşıyayız. Gerçekten burada söz alan bütün milletvekili arkadaşlarımız kaçınılmaz bir biçimde Meclisin gündemini Türkiye'nin gündemine yaklaştırmak için hileişeriyeye başvurmak zorundadırlar. Yani aslında yasanın aleyhinde söz alıp lehinde konuşmakta ya da lehinde söz alıp aleyhinde konuşmakta, yani bir etik kusur işlemeden siyasi bir doğru tavır ortaya koyamadıklarını görme çaresizliği içinde veya aslında gündem dışı konuşmalarla gündemi yakalamaya çalışmaktadırlar. Ne kadar tuhaf değil mi? Ne kadar paradoksal? Gündem dışı ile ancak gündem yakalanabiliyor ve Meclis, kendisi hakkında ve kendisine tevdi edilmiş Türkiye'yi yönetme görevi hakkında bazı sözler söyleyebiliyor eğer İktidarın yani Hükûmetin gücünü aşabilirse yani yürütmenin gücünü aşabilirse. Aslında öyle bir zaman hiç olmuyor.

Ben, o nedenle, bu kanun hükmündeki kararnamelerle Türkiye'yi yönetme alışkanlığına Hükûmetin, nasıl bir çare bulacağımızı hepinizin ve hepimizin düşünmesinin asıl mesele olduğu kanaatindeyim. Nasıl olabilir de nasıl yapabiliriz de halkın bize verdiği memleketi yönetme, onun adına bütün Türkiye'nin akıbeti hakkında karar verebilme ve bu kararı yürütmek için kimi insanları aramızdan görevlendirme işini layıkıyla yapabiliriz? Ben, muhalefet gruplarının, çoğu kez, büyük bir çaresizlik içinde kaldıklarını gözlüyorum çünkü ne yapsalar ne deseler, bir kulaktan girip öbüründen çıkıyor, bütün tasarılar geldiği gibi gidiyor; bir tek virgülü değişsin, göreyim. Bir tek konuda herhâlde bu oldu, emekli maaşlarına yüzde 40 değil de yüzde 60 oranının uygulanması bakımından. O zaman da zaten, muhalefet iktidar arasında bir fark da kalmamıştı, herkes iktidar gibi olmuştu. Hakikaten, o zaman, bir iktidar kullanmış olduk ama bunun da millet vicdanında bir karşılığı olmadığını hepimiz biliyoruz.

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI (İstanbul) - Siz de imzaladınız.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Efendim?

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI (İstanbul) - Sizin grup başkan vekilleriniz de imzaladı, idare amiriniz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Bu bir şeyi değiştirmez. Şimdi ben onun aksine?

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI (İstanbul) - Aynı eleştirileri kendi idare amirinize de yapın o zaman.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Şimdi ben onun aksine konuşuyorum, hiçbir şeyi değiştirmez.

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI (İstanbul) - Aynı eleştirileri idare amirinize söylerseniz daha samimi olursunuz.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Aynı eleştirileri, sırası geldiğinde yaparız hanımefendi, niye dertleniyorsunuz?

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI (İstanbul) - Tamam.

ERTUĞUL KÜRKCÜ (Devamla) - Onun da sırası gelir, onu da yaparız.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) - Sayın Başkan, lütfen uyarın. Laf atmasın Sayın Grup Başkan Vekili.

AYŞE NUR BAHÇEKAPILI (İstanbul) - Siz cevap vermeyin, Başkan karar verir Sayın Önder.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (İstanbul) - Başkan bir türlü akıl edemiyor ama!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Evet.

Bunlar bir şeyi değiştirmez. Bunlar, yapılmış olan bir hatanın yapılmamış olduğu anlamına gelmez. Burada bir irade sahibi olmanız, hatada, onu hata olmaktan çıkartmaz. O nedenle, bunlar, benim söylediklerimi doğrulayan istisnalardır, bunun bir farkı yok.

Şimdi, sevgili arkadaşlar, gelelim memleketin gündemine. Memleketin gündeminde çok temelli bir mesele var. Memleket, esasen, Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı bir iç çatışma riskinin üstesinden nasıl gelebileceği hakkında düşünmeye çalışıyor. Türkiye'de fikir yapanlar, kanaat sahipleri, halk, çatışma bölgesinde yaşayanlar, siyasi parti temsilcileri, buradaki bütün partilerin bölgedeki temsilcileri, Türkiye'nin batısında yaşayan ve bu çatışmadan dolaylı olarak etkilenen herkesin gündeminde, aslında, Türkiye'de sürüp giden ve önlenemeyen, bir rotaya sokulamayan, bir çözüme kavuşturulamayan çatışma meselesi var ama bu çatışmanın nasıl çözümleneceğine dair, biz, karşımızda, bir Hükûmet önerisi, bugüne kadar göremedik, bir bastırma faaliyeti ötesinde.

Bir bastırma faaliyetinin sonuçlarının neye mal olabileceğini, çünkü sorun, aslında bastırmayla çözülemeyecek bir sorun olduğu için, sonuçlarının neye mal olabileceğini daha çok yakında gördük. Çok yakında hepimiz gözlerimizle gördük, kulaklarımızla duyduk ki bölgede yaşayan, kaçınılmaz bir biçimde başka hiçbir çareleri olmadığı ve hayatın doğal akışı öyle olduğu için, bölünmüş yurtlarının diğer tarafında kalan akrabaları, hemşehrileri, aşiret üyeleriyle alışveriş yapmak için katırlar üzerinde yolculuk yapan insanlar isyancı sanılarak bombalandılar, öldürüldüler ve bunun yarattığı vicdan yarası bugün Türkiye'nin tamamında gündem olarak konuşuluyor.

Herkes "Bu meselenin içinden nasıl çıkarız? Bu çatışma derinleşmeden, bu çatışma herkesi her yerde yarmadan, herkes komşusunun aslını faslını araştırarak onunla ilişkisini, geleceğini tayin edecek duruma düşmeden, Türkiye bir dizi iç çatışma geçirmiş komşularına benzemeden bu badireden nasıl çıkabilir?" diye düşünüyor. Fakat biz burada öncelikli mesele olarak aslında gündemin sonundaki maddeleri, orada görüşülse olacağı hâlde, öne alarak bu meseleden kaçmaya çalışıyoruz. Tabii ki kaçamıyoruz, kaçamayız, hiçbirimiz karşı karşıya kaldığımız bu vahametten kaçamayız, Başbakanın yaptığı gibi hiç kaçamayız. Bu meseleyi erbabına teslim etmek, aslında gerçekleşmiş olanın ne olduğunu anlamak için Mecliste bir araştırma komisyonu kurmak, bağımsız bir araştırma kurulu görevlendirmek, bu araştırmanın sonuçlarına bağlı olarak bir yargıya varmak yerine, Hükûmet çoktan karar verdi: "Bir kasıt yok. Bir kasıt yok, bir suç da yok ama biz tazminat öderiz." Bir kasıt olmadığını nereden biliyorsunuz, araştırdınız mı? Şimdi, mahkemeye sevk ettiğiniz dizi dizi albaylar, generaller, orgeneraller, onlar da bir kasıt olmadan bir şeyler yaptıklarını söylüyorlardı, şimdi onları suçluyorsunuz, suçlattırıyorsunuz "Kasıtları vardı, onu yapacaklardı, bunu yapacaklardı." diye.

Peki, bir yargı süreci olmadan bu kastın olup olmadığını anlayabilir miydik? Hâlâ anlayabilmiş değiliz. Belki de var, belki de yok. Peki, bu olayda olmadığını nereden biliyoruz? Nereden biliyoruz, o köylülerin kasıtlı bir biçimde ortadan kaldırılmaları için bütün birimlerin sevk ve idare edilmediğini nereden biliyoruz? O kadar bilebilecek durumdaysak niçin oluyor? O nedenle, bir kere, Hükûmetin bu meseleyi ele alması, yürütmesi, yönlendirmesi bütünüyle ve bütünüyle kendi iktidarıyla ilgilidir. Asla ve asla oradaki yurttaşların baktığı yerden hayata bakmamaktadır. "Buradan bizim Hükûmetimize bir zayiat gelir mi, gelmez mi?" 35 tane insanın hayatını kaybettiği bir yerde bir hükûmet zayiata uğrasa ne olur, uğramasa ne olur? Kendi yurttaşlarının, kendi halkının, kendi insanlarının uğradığı felaket karşısında bu kadar kendine, bu kadar kendi emrindekilere sahip çıkmayı anlamak mümkün değil. Bunu çözmek zorundayız, bunu anlamak zorundayız.

Ve bunu anlamak için kafa yoranlar, sadece muhalefetin üyeleri, o sıralarda oturanlar değil; bu sıralarda, bu sıralarda oturanlar değil. Bugüne kadar Hükûmeti desteklemekte asla şaşmış olmayan pek çok kanaat önderinin, köşe yazarının neler yazdığını görmek için Hükûmeti bugüne kadar destekleyegelmiş özellikle gazetelerin köşe yazarlarının yazdıklarına bakınız; Yeni Şafak'a bakınız, Taraf'a bakınız, Zaman'a bakınız, diğer gazetelere bakınız. Düşünen insanlar her tarafta "Bu işteki bit yeniği nedir?" diye çözmekle meşguldürler ama Hükûmet bize parmağını uzatmakta ve "Bit yeniği yok. Problem sizsiniz, bütün bunları siz çıkardınız." diyebilmektedir. Hakikaten içinizde buna inanan var mı? Hakikaten içinizde bizim iblis olduğumuz için bütün bunların ortaya çıkmış olduğunu düşünen var mı? Eğer varsa "iblisi evvel" kendisidir buna inananın. Yok, olamaz çünkü hakikat bu değil. O zaman bu hakikatten kaçmayın arkadaşlar. Gelin, bu işi çözmek için şiddetten başka bir çare bulalım, şiddetten başka bir çarenin nerede yattığına dair kafa yoranlara kulak kabartalım.

Kendi geleceğini, kendi istikbalini bir ayaklanmayı bastırma şerefinde gören zavallı güvenlik elemanlarının aklı bir hükûmetin aklı olabilir mi? Elindeki alet sadece çekiç olan, çekiçten başka hiçbir alet tanımayan gördüğü her sorunu çivi sanar ve onu çakarak çözebileceğini zanneder. Bir asker böyle düşünebilir, bir polis böyle düşünebilir, bir istihbaratçı böyle düşünebilir; peki, bir politik heyet, bir hükûmet, bir Meclis böyle düşünebilir mi, Meclis böyle bakabilir mi? Buradaki üyelerin buraya gelip gelmemelerini tayin eden, önlerine sandık koyduğunuz insanların davranışlarını çözebilmek bakımından, anlayabilmek bakımından onların kafasına çekiçle çivi çakma fikrini, onları bastırma, onları bastırarak yok etme fikrini, insanlara geleceklerini kurtarabilmeleri için oğulları ve kızlarını öldürmenin en iyi çare olduğunu anlatmanın yolunu arayanların aklı Hükûmet aklı olabilir mi? Ne yazık ki Başbakan ve onun yakın yardımcıları bir güvenlik kliğinin eline tutsak düşmüşlerdir. Onlarca yıl bunun karşısında söz söyleyip, bunun karşısında pozisyon almaya çalıştıktan sonra, şimdi nihayet bir güvenlik kliğinin elindedirler, onların gösterdiği yoldan ayrılamamaktadırlar. Genelkurmay Başkanını sorguya çekmek aklına gelmemektedir Başbakanın. Genelkurmay Başkanının yaptığı açıklamayı bize inandırmaya çalışmaktadır, inanmayana da hakaretin bini bir paradır. Bütün hakaretlerin hepsini iade ediyorum buradan, hepsini, hepsini, hepsini. (BDP sıralarından alkışlar) Biz hakaret edilecek hiçbir şey yapmadık, derdimizi edeplice söyledik. Yas içinde olan insanların dilini acılaştırmadan kullanmaya çalıştık, sorunu ortaya koymaya çalıştık ama karşı karşıya kaldığımız şey, ağzını açtığı zaman tuvaletten başlayan bir Başbakan suretidir. Buna layık mısınız arkadaşlar? Bu Meclis işini gördürmek için böyle bir heyet mi seçmiştir? Bu mudur Türkiye'ye layık olan? Bu mudur kendi geleceğimizi kurtaracağımız, kendi halkımıza hizmet edeceğimiz ekibin dili? Böyle mi konuşulacaktır, böyle mi dinleyecektir insanlar birbirlerini? Asıl meselemiz budur, yoksa TOKİ'nin şu yasası geçmiş, bu yasası geçmiş? Nasıl olsa geçer, nasıl olsa bunlar yapılır çünkü burası zaten hükûmetten gelen kanunların onaylandığı bir yer değil mi? Ama silkinip, kendimize gelip, bu memleketin geleceği bize emanet edildi, bize bırakıldı; bunun içerisinden çıkabilmek için bir anlaşma yolu, bir çözüm yolu bulabilir miyiz diye birbirimizi dinlemenin bir çaresi yok mu? Bunun yolu açılamaz mı? Partiler bu bakımdan birbirlerini dinleyemezler mi? Hakaret mi dinlemek zorundayız sabahtan akşama kadar ölen insanların hesabını sorduğumuz için sevgili arkadaşlar? 35 insan, asla orantılı olduğu söylenemeyecek bir biçimde? Bırakın köylü olmasını, kaçakçı olmasını ya da olmamasını, tutalım ki isyancı, tutalım ki gerilla, tutalım ki kalaşnikoflarıyla sınırı geçiyor, bunu yapmak için, onları önlemek için?

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) - "Terörist" bile diyemiyorsun!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Ben "terörist" demiyorum, demek zorunda da değilim. Mecbur muyum sizin dilinizle konuşmaya?

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) - İşte, nereden emir, nereden talimat aldığın ortaya çıkıyor.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Ben senin dilini dinliyorum, sen de benim dilimi dinleyeceksin, burada herkes aynı lisanı konuşmayacak.

HASİP KAPLAN (Şırnak) - Tuvalet ağzını bırakın.

BAŞKAN - Lütfen karşılıklı konuşmayalım. Lütfen?

Meclise hitap edin siz de.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Herkesin aynı lisanı konuştuğu yerde demokrasiden söz edemezsin. Benim dilimi de öğreneceksin. Ben "terörist" demiyorum?

MUHYETTİN AKSAK (Erzurum) - Senin dilini ne öğreneceğim ben!

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Sen öğreneceksin. Her şeyi öğreneceksiniz, herkes herkesten öğrenecek. Öğreneceksin.

BAŞKAN - Lütfen karşılıklı konuşmayalım.

HASİP KAPLAN (Şırnak) - Sayın Başkan, müdahale etsenize. 

BAŞKAN - Ediyorum iki tarafa da, siz de susun, onlar da sussun lütfen.

Sayın Kürkcü, devam edin efendim.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Bir şeyi anlamanın ilk yolu onu adlandırmaktır, nasıl adlandırırsan öyle anlarsın. "Terörist" dediğin için anlamıyorsun ne olduğunu, "isyancı" dediğin zaman ne olduğunu anlayabilirsin. (BDP sıralarından alkışlar) Türkiye'yi yönetenler, zamanında bu kadar güvenlik doktrinlerine saplanmadıkları zaman aslında bunun bir isyan olduğunu kaç kere söylediler. Ne oldu da, son beş yılda mı "terörizm" oldu bunun adı? Türkiye'de hepimizin anlayarak çözmek zorunda olduğumuz bir sosyal, iktisadi, kültürel, hatta diplomatik bir mesele var.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Kürkcü.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Osmanlı topraklarında yaşarken kendi ülkelerinde bir arada yaşayan insanlar bir anda dörde bölününce şimdi kaçakçı oldular öyle mi? Onlar ne kaçakçı ne isyancı.

BAŞKAN - Sayın Kürkçü, teşekkür ederim. Süreniz doldu efendim.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Süremin dolduğunu biliyorum.

BAŞKAN - Lütfen? Lütfen?

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Benim süremin laf atılarak çalındığını sizin görmeniz gerekirdi Başkan.

BAŞKAN - Karşılıklı oldu o.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (Devamla) - Karşılıklı! Ben onun süresini mi çaldım?

Evet, arkadaşlar, sizleri düşünmeye davet ediyorum. Boş verin, bu yasada bir şey yok, onaylasanız da olur, onaylamasanız da. (BDP sıralarından alkışlar)