GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2012 YILI MERKEZÎ YÖNETİM BÜTÇESİ VE 2010 YILI MERKEZÎ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI
Yasama Yılı:2
Birleşim:43
Tarih:20.12.2011

CHP GRUBU ADINA MUHARREM IŞIK (Erzincan) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına Kesin Hesap Kanunu'nun 8'inci maddesi üzerinde söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Ben çırak bir milletvekili olarak 2012 bütçesi hakkında konuşmalarımı yapacağım.

2012 bütçesi, ekonomistlerin açıkladığına göre beklenen krizin gölgesinde, daha önce hazırlanan bütçeler gibi uluslararası finans çevrelerinin beklentileri göz önüne alınarak hazırlanmış bir bütçedir.

Millî eğitim bütçesine en fazla pay ayrıldığı söylenmektedir ama ne yazık ki kesin hesap kanunlarının başlangıç ödemesi kıyasla yıl sonu ödenekleri bir önceki yıla göre hesaplandığında Millî Eğitim Bakanlığı bütçesinin hep eksi verdiği görülmektedir. Oysaki sosyal bir devlette Millî Eğitim Bakanlığının ilk görevi ve ilkesi, kendilerini sürekli olarak geliştiren, özgür insanların oluşturduğu eşit bir toplum düzeni yaratmak olmalıdır. 

Ayrıca, bütçede baktığımız zaman, OECD ülkeleri arasında millî eğitim bütçesinde en sonlarda yer aldığımız görülmektedir. Eğitim başarı göstergesi, artık ülkenin yaptığı binalarla veya yaptığı derslik sayılarıyla, öğretmen sayısıyla değil -ki öğretmen sayısında düşüklüğümüz belli- ölçülmüyor, tam tersine öğrenci başına ayrılan miktarlarla ölçülmektedir. Bizde de öğrenci başına ayrılan miktarlar, yine OECD ülkeleri sıralamasına baktığınız zaman en son ülkelerde gelmektedir.

Ülkemizin en büyük zenginliği, hiç kuşkusuz ki eğitilmiş insanların çok olmasıyla geçmektedir. Eğitim düzeyi, iş gücü niteliği, ekonomide gelişmişlik, ülkelerin refahı açısından birinci derecede önem taşımaktadır. Şu anda, dershaneye gitmeden üniversiteyi kazanan kaç öğrenci var, buna bir bakmak lazım. KPSS'ye giren, üstelik de eğitim fakültesini bitirmiş öğrenciler bile sınavı kazanamıyor, onlar bile dershaneye gitmektedirler. Dolayısıyla millî eğitimimizdeki ve üniversitedeki başarılarımızın durumu ortadadır.

2011 yılı Nisan ayında İstanbul Kültür Üniversitesinin yaptırmış olduğu bir ankette, yirmi beş - otuz yaş arası gençlere, "Hayata atılırken en çok neyi, nereden öğreniyorsunuz?" diye soru sorulmuş. Alınan cevaplarda, yüzde 67,8'i aileden, yüzde 9,1'i okuduklarımızdan, yüzde 8,8'i seyrettiklerimizden, yüzde 6,9'u öğretmenlerimizden -ki burası çok önemli- yüzde 6'sı arkadaşlarımızdan demektedir. Buradaki gördüğümüz bilgiye göre de öğretmenlerimiz maalesef şu anda, eğitimi tam kaliteli olarak sağlayamamaktadırlar.

Sayın Millî Eğitim Bakanımız, öğretmenlerimize iş olmadığını söylüyor. Seçimlerden önce 55 bin öğretmenimize "İşe alınacak." diye söz verdiniz ama 44 binini maalesef almadınız. Bu sözü verdiğiniz zaman oy düşünerek mi söz verdiniz acaba? Bu kadar işsiz öğretmenin ne yapacağını düşünmek lazım. Eğer iş bulamıyorsanız, benim bir teklifim, bütçeye, seyyar satıcı arabası almaları için, otuz altı ay vadeli, 1,44 faizle kredi vermeniz ve bu mağdur öğretmenlerimizin bununla seyyar satıcı arabası alarak satıcılık yapmalarıdır. Başka türlü, şu anda iş olmadığına göre, ne yapacaklar?

Üniversitelerimize her yıl on binlerce öğretmen adayı alınmaktadır. Şu anda 230 bin tane öğretmenimiz zaten açıkta, bir de bunların üzerine her yıl on binlerce öğretmen katmayın. Zaten aileler dar durumda olduğu için, gerekli karşılamayı yapamıyorlar.

Tabii, ülkemizde iş bulmak için çok kuvvetli referanslar olması gerekiyor. Kadrolaşmanın nasıl olduğunu, nasıl acımasızca yapıldığını herkes biliyor. Bu gerçeği sizler de biliyorsunuz. KPSS'de, ÖSS'de bile bir sürü hilenin döndüğünü, o kompüter içinde neler döndüğünü hiç kimse bilmeden sınavlara girmektedir. Tabii, son zamanlarda çıkan kanun hükmünde kararnamelerle nasıl kadrolaşmanın yapıldığı, kişilere özel nasıl işlerin açıldığı herkesin malumudur. Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı il müdürlüklerinde, alınacak personel için, Yıldırım Gençlik Kolları Başkanlığının referansı istenmektedir ve bu referansla iş başvuruları yapılmaktadır. Tabii, biz bunun takipçisi olacağız ama takipçisi olsak da ne olacak? Sonuçta sizin dediğiniz yine olmuş olacak.

Tarım sektöründe maalesef gerileme çok fazla. Her ne kadar övünsek de tarımda köylüler artık ekim yapmıyor, çünkü hiçbir şeyden kâr kazanamıyorlar. Özellikle şeker pancarı konusunda, 250 bin üreticinin ekim yaptığı, "beyaz altın" diye geçindiğimiz ve tarımda hayvancılık hariç ekonomiye 2,5-3 milyar dolar civarında katkı sağlayan -dolaylı dolaysız olarak taşımaya- artı 10 milyon insanın yaklaşık iş yaptığı bu sektörü maalesef özelleştirmeyle kapatmaya çalışıyoruz, 2015 yılında da maalesef büyük ihtimalle kapanmış olacaklar.

Sayın Tarım Bakanımız buradaki konuşmasında ekim yapıldığı zaman isteyen kişilerin birer traktör alabileceğini söylediler. Oysaki o eskiden olmaktaydı. Eskiden pancar ekicileri pancarını ektiği zaman traktör satıcıları pancar ekicilerinin peşinde koşar, "İstediğin zaman gel, al, götür." derlerdi, "Pancar parasını öde." derlerdi hem de senet sepet almadan. Şimdi, maalesef traktör satıcıları ekicileri gördüğü zaman kaçmakta, çünkü maalesef ödeyemiyorlar.

2002 yılında mazotun fiyatı 1,35 TL, şimdi 3,95 TL olmuş. Pancarda kullanılan DAP gübresinin fiyatı 2002'de 354 TL iken, şimdi 600 TL'ye çıkmış. Mazotun fiyatı, DAP fiyatı ve taban fiyata baktığımız zaman, maalesef ne kadar zararda oldukları görülmektedir.

Ayrıca, ülkemizde son zamanlarda "nişasta bazlı şekerdeki artışlar yüzde 15" denmesine rağmen, Bakanlar Kurulunun yüzde 50 artırma yetkisiyle birlikte ve ayrıca kaçak üretilenlerle birlikte korkunç rakamlarda olmaktadır. Tabii, bunun aynı zamanda sağlığa da büyük zararları olduğu bilinmektedir. ABD, Avrupa Birliği gibi ülkelerde nişasta bazlı şeker üretimi yasaklanmışken bizde böyle artırılması, tabii ki bunu üreten firmaların da tanıdık firmalar olması, ithal mısır getiren firmaların da tanıdık olması ayrı bir iş. Maalesef, fazla bir şekilde artmaktadır.

Sağlık Bakanlığımız son zamanlardaki kanun hükmünde kararnameler ile sağlığa büyük darbeler vurmuştur. Tam gün yasasıyla Danıştayın daha önceki verdiği kararlar maalesef hiçe sayılmıştır. Hastanelerimizde, özellikle tıp fakültelerimizde tam bir kaos yaşanmaktadır.

HÜSEYİN FİLİZ (Çankırı) - Kendin inanıyor musun?

MUHARREM IŞIK (Devamla) - İnanıyorum tabii. Ben inanıyorum. Evet, ben bir doktorum, her şeyin ne olduğunu biliyorum.

HÜSEYİN FİLİZ (Çankırı) - Vatandaş öyle demiyor. Hayret bir şey.

MUHARREM IŞIK (Devamla) - Vatandaşa da geleceğim. Ben inanıyorum.

Sağlık Bakanımız, 600 profesörün bu yaygarayı kopardığını söylüyor, muayenehanelerinde fazla para kazandığını, insanlarını sömürdüğünü söylüyor.Peki, Sağlık Bakanımıza sormazlar mı "Siz kaç yıl özel muayenecilik yaptınız? Mademki muayeneciliğe bu kadar karşıydınız neden yaptınız?" diye. Bunu herkes biliyor. "Dün dündür, bugün bugündür." demek olmaz. Her dönemde hekimlerimiz maalesef horlandılar.

Hekimlerimiz, yani tıbbiyelerimiz Anadolu'nun topraklarında sürekli aydınlanmanın ışığı olmuşlardır, antiemperyalist hareket içinde yer almışlar, Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın her gününde kanıyla, canıyla savaşmışlardır. Hekimlerimiz, modern Türkiye'nin aydınlık yüzü olmuşlardır. Bir yazar çıkıyor "Türk tıpçıları arasında kaba, materyalist, pozitivist, sopayla modernleşmeden yana ve dolayısıyla laikçi tipler çoktur." diyor ve ekliyor "İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin askerî tıp mektebinde kurulması tesadüf olmasa gerek." diyor. "Tıp fakültelerini diğerlerinden ayırmak, sürekli sorun çıkaran, olur olmaz yaygara koparan, darbecileri destekleyen bu zevatın etkisini de bir miktar olsun azaltacaktır." diyor. Vatanını sevmek de suç, demokratik, özgür bir ülke istemek de suç.

Tabii etkilerini azaltmak için son zamanlarda hem tıp fakültelerinin açılmasıyla hem de kadrolaşmanın hızla çoğalmasıyla birlikte etkileri azalmaya başladı. Kadrolar kişiye özel olarak çıkmaktadır. Kişinin özelliğine göre ilanlar verilmektedir. Örneğin, enfeksiyon hastalıklarına profesör alacaksın; şarbon hakkında, menenjit hakkında, Kırım Kongo kanamalı ateşi hakkında çalışma yapmış, deneyimi olan kişiler hakkında ilan verilir. Tabii ki önceden belirlendiği için, bu kişiler gelir burada kadroya girerler. Veya taşrada açılan tıp fakülteleriyle birlikte, fakültesi yok, maalesef öğrencisi de yok ama oraya bir dekan atandıktan sonra bölümlerin açılmasıyla birlikte, oradaki kadrolaşma da tamamlanıp kişiye özel olarak atanma oluyor. Biliyorsunuz, gazetelerde son zamanlarda çıkan haberlerle bunlara "uçan profesörler" diyoruz. İşin en ilginci, bu kişiler kadro aldığı yerde çalışmayıp tam tersine başhekim olarak, klinik şefi olarak eski yerlerine dönüyorlar ama bir farkla, profesör olarak çalışmaktadırlar. Tabii ki halkımız da "Profesörümüz geldi, hastanemiz açıldı." diye maalesef kandırılmaktadır.

Hastanelerin yüzde 30'unda bugün hastalarımız acillerde muayene oluyorlar, acile gidiyorlar. Niye diğer yerlerde muayene olmuyorlar? İlaç, muayene parasının da yüzde 50'den fazlasını cepten ödüyorlar. Bazı reçetelerde bir ilacın fiyatının kat kat fazlası ödenmektedir. Özel hastaneye gittiği zaman çıkan farkları hiçbirimiz görmüyoruz.

Performans sistemiyle birlikte koruyucu hekimlik, hekimin kendini geliştirmesi, ekip olarak çalışma yapması, hastanelerin kalitesinin artırılması ve topluma karşı olan sorumlulukları yok edilmiştir. Halka şirin görünmek, oy almak için "Yalnızca hasta muayene et yeter" denilmiştir.

Sayın milletvekilleri, mutfakta yangını görmezsek, sağlık personelini gözümüz hiç görmezse, çok iyi para kazanıyorlar diye yanlış yalan bilgiler halka verirsek, halkı doktorlara düşman edersek, vatandaş "Benim vergimle maaş alıyor" diye bir tek gelip doktorlara bunu söyleyebiliyor ve posta koyuyor. Bu gerçekler de maalesef uygulanan yanlış politikalar yüzünden olmaktadır.

Filmleri düşünün, filmlerde diğer meslek erbaplarının hepsine "Bey" diye hitap edilirken, yalnızca hekimlere "Doktor" diye aşağılanacak bir şekilde hitap edilmektedir. Filmlerde doktorlara dayak atılıyor, kötü adam oluyor, polis geliyor sırasında ezip geçiyor. Gerçek hayatta da maalesef doktorlarımız şu anda acilde her gün dayak yiyorlar, hiçbir önlem alamıyoruz.

Sonuç olarak, AKP'nin "İleri demokrasi" dediği -ki literatürde böyle bir demokrasi ben bulamadım- YÖK, RTÜK, HSYK, yüksek yargı ve diğer tüm kurum ve kuruluşlar AKP'leştirilmiştir. Kendi medyasını, polisini, yargısını yaratarak?

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MUHARREM IŞIK (Devamla) - Teşekkür ediyorum. (CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Işık.