GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu:
Yasama Yılı:4
Birleşim:27
Tarih:09.12.2025

YENİ YOL GRUBU ADINA CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Sayın Bakanlara ve Bakanlık bürokratlarına hoş geldiniz diyorum.

Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi, Dışişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı olmak üzere 3 kurumumuzun bütçesini birlikte görüşüyoruz. Ülkemiz hem iç hem dış siyasetimiz anlamında yoğun ve kritik bir dönemden geçmektedir. Bu anlamda, bu 3 kurumun bir arada olması güzel bir fırsat. Yapılacak konuşmaların bu minvalde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir yılı aşkın süredir barıştan bahsediyoruz, ülkemizde ve bölgemizde yaşanan tüm çatışmaların çözüm anahtarı olabilecek bir örnek sürecin içindeyiz. Şüphesiz Türkiye'nin iç barışı sağlaması, vatandaşlarına eşit, müreffeh ve özgür bir yaşam sunması bölge için eşine az rastlanacak bir modeldir. Bu yüzden, her fırsatta bu çalışmaların kıymetini takdir ediyoruz. Çatışmanın acısını yaşamış her insanımızın ve bölge halklarının merakla burada yaşanacak olumlu gelişmeleri takip ettiğini ifade etmek istiyorum.

Bu vizyonun en önemli aşaması, şüphesiz, ülkemizdeki sürecin ardından Suriye'de de kalıcı bir barışa ulaşılmasıdır. Suriye'de yaşanan devrimin ardından bir yılı geride bıraktık. Uluslararası arenada meşruiyetin tesisi açısından pek çok gelişmeye şahit olduk. Ülke ziyaretleri, kabuller, karşılıklı büyükelçilerin görevlendirilmesi gibi diplomatik adımlar atıldı. Ancak, Suriye, uzun yıllar süren iç savaşın dinamiklerini ortadan kaldırmadan tam bağımsızlığını kazanamayacaktır. Esed zulmünü sona erdiren devrim tam demokratik bir Suriye'yle taçlanmalı, baskı ve şiddetin yeniden doğmasına izin verilmemelidir. Suriye'nin bölgesel barışın yapıtaşı olması için güçlü bir toplumsal sözleşmeye, dolayısıyla her kesimi kapsayan bir anayasaya ama öncelikle SDG'yle varılan mutabakatın gerçekleştirilmesine ihtiyacı vardır. Şam ile SDG arasında güçlü temaslar olduğunu biliyoruz. Taraflar bu diyalog zemininin hiç kopmadığını, zaman zaman da yapıcı adımlar atıldığını ifade ediyorlar. Türkiye olarak biz de ezberleri bozduğumuz, tarihî eşitlikleri atladığımız bu dönemde entegrasyonunun tamamlanması için güvenilir ara bulucu safıyla sahada olmalıyız. Türkiye, aciz bir devlet değildir. Türkiye, sınırlarına veya bağımsızlığına karşı her türlü saldırıyı bertaraf edecek güçtedir. Dünya üzerinde bunu bilmeyen bir devlet olmadığı gibi, bunun aksini benimseyen hiçbir vatandaş da yoktur. Bu su götürmez gerçeği her gün dillendirmek, atılacak cesur diplomatik adımları bu çıplak gerçekliğe tehdit olarak nitelendirmek yaşanacak olası gelişmelerin önünü kapatmaktadır: Bugün, nasıl, içeride attığımız barış adımları münfesih terör örgütüyle mücadelede bir zafiyetin yansıması değilse sınır ötesinde varlığı inkâr edilemeyecek SDG'yle atacağımız yumuşama adımları da bir zafiyet değildir, bilakis bu yaklaşım, güçlü ve olgun devlet geleneğinin bir tezahürüdür: Bu uzun savaşın ardından gergin fay hatlarının soğuması için Suriye'nin ihtiyacı, her grubu kapsayan, onların farklılıklarına saygı gösteren demokratik, üniter bir yapıdır. İsminin şu ya da bu olmasına takılmadan, iller bazında yerel yönetimlerin güçlendirildiği, eğitim, sağlık ve yerel polisin seçilmiş yerel otoriteye bağlı olduğu bir model sadece Kamışlı ya da Haseke de değil, Lazkiye ve Süveyda'da da iç barışı temin edecektir. Tüm tarafların, üzerinde mutabık kalacağı bu yönetim modelini Türkiye kaleme almalı, kuruluş ve işleyiş aşamalarında destek olmalıdır. Bu sayede hem Suriye'nin toprak bütünlüğünü garanti altına alınacak hem de demokratik temsil hakkı tanınması halkın devlete olan aidiyet bilincini artıracaktır. Suriye'de kalıcı çözümün anahtarı kapsayıcı bir diplomasidir. Burada kısaca SDG'ye de bir tavsiyem olacak: Maksimalist yaklaşım makulün düşmanıdır ve barışa hizmet etmez hele de emperyalizmin bölgedeki ileri karakolu İsrail'e sinyal çakarsanız bölgede hiçbir saygınlığınız kalmaz. Gerçekçilikten sapmadan, bir an önce, altına imza attığınız mutabakatının uygulanması için adım atın. Özellikle askeri güçlerin entegrasyonu ve sınır kapılarının merkez yönetime devredilmesi SDG hakkındaki şüpheleri ortadan kaldıracak önemli adımlardır. Herkesin kazanacağı bir çözüm uzakta değildir.

Değerli milletvekilleri, 7 Ekimden sonra topyekûn bir katliama dönüşen İsrail saldırıları insanlık adına açık bir utanç tablosudur. Gazze'de on binlerce sivil canını yitirdi, yüz binlerce insan yaralandı, milyonlar yerinden edildi. Ekim ayının başında uluslararası ara buluculukların sonucunda bir ateşkes ilan edildi. Devamında 17 Kasım 2025'te Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Trump'ın sunduğu planı aynen onayladı. Bu karar Gazze'de insani yardımların yeniden ulaştırılmasını ve İsrail güçlerinin kademeli çekilmesini öngörmektedir. Ancak ne yazık ki ateşkes ilanından bu yana hava saldırıları, top atışları ve sivil hedeflere yönelik saldırılar devam etti. Sadece 10 Ekimden bugüne yüzlerce ihlal tespit edildiğine dair kayıtlar var. Bu durum Gazze'de insani koşulların hâlâ felç olduğunu göstermektedir. Hükûmetin ateşkes ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararının varlığına rağmen güçlü bir itirazını, kamuoyuna yansıyan bir tedbirini göremedik. Türkiye'nin kararlılığı açıkça ilan edilmeden ateşkesin tam anlamıyla hayata geçmesi mümkün değildir. Bakın, Refah Sınır Kapısı hâlâ tam olarak aktif değil. İnsani yardımlar Gazze'ye giremiyor, alınan karar uygulamaya sokularak insani ihtiyaçlar karşılanamıyor. İsrail'in kurulmak istenen istikrar gücünde Türkiye'yi görmek istemediğini biliyoruz. Biz de tam bu noktada İsrail'e yönelik caydırıcılığın artması amacıyla oluşacak bu görev gücünde Türkiye'nin karar alıcı bir biçimde yer almasını istiyoruz. Bunu sadece diplomatik veya askerî bir hamle gibi görmemeliyiz. Bu Türkiye'nin bölgesel sorumluluğudur. Bölgemizde devlet dışı aktörlerin tasfiye edildiği bu süreçte Gazze'nin ve Hamas'ın durumu ciddi şekilde ele alınmalıdır. Burada Türkiye'nin ve Müslüman ülkelerin varlığı İsrail'in süreci bozmak için sebep göstereceği Hamas'ı hem ikna edecek hem de Filistin Hükûmetiyle entegrasyonunu sağlayacaktır.

Ayrıca, İsrail'in Gazze sahasında demografiyle oynama çabaları da kaygı vericidir. İsrail'in bazı bölgeleri boşaltmaya çalıştığı, nüfus hareketliliğini etkileyecek uygulamalar geliştirdiği haberleri ciddiye alınmalıdır. Buna mâni olmak zorundayız, aksi takdirde bölgenin demografik dokusu kalıcı bir şekilde değiştirilebilir. Gazze Filistin halkınındır. Hiçbir zaman asimilasyonun bir parçası olan yerinden edilmeye sessiz kalmamalıyız. Bu asimilasyonu masum gösterecek insani argümanlar kabul edilmemeli, komşu ülkelerin farkındalığı bu noktada artırılmalıdır.

Bölge barışından bahsediyorsak tüm sınırlarımızda aynı kararlılığı devam ettirmemiz elzemdir. Azerbaycan ile Ermenistan arasında uzun yıllardır devam eden Karabağ sorunu Türkiye'nin destekleriyle artık çözüldü. Aliyev ve Paşinyan arasında ABD'de yapılan görüşme ve alınan kararlar çok önemlidir. Tüm dünya doğumuzda ve güneyimizde yer alan uluslararası taşımacılık güzergâhlarına kilitlenmişken biz Ermenistan'la sınır kapımızı açmakta geç kalıyoruz. İki ülkenin de istifadesine olan bu gelişme için artık somut adımlar atılmalıdır. Türkiye bu bölgedeki hiçbir ülkeye sınırlarını kati bir şekilde kapatma lüksüne sahip değildir.

Ben burada yaptığım birçok konuşmada ifade ettim ve yine söylüyorum: Türkiye bölgede sınırlar değişmeden, sınırları anlamsız hâle getirecek ekonomi temelli yeni bir entegrasyona ve bölgesel birlik adımlarının atılmasına öncülük etmelidir. Bölge ülkeleriyle kurulacak Avrupa Birliği benzeri bir yapı dünyada kalıcı zannedilen statükoyu yenmenin yegâne yoludur. Bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisi gerek dostluk grupları gerekse de kuracağı özel komisyonlarla inisiyatif almalı, dünya dengelerini lehimize olacak şekilde değiştirmelidir. Bölgemizdeki ülkelerin katılımcı değil, kurucu olacağı organizasyonlar bölgemizi güçlendirecek ve barışa hizmet edecektir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Çin, Doğu Türkistan'da yaptığı zulümlere her gün bir yenisini eklemektedir. Toplama kampları, baskılar, ibadet özgürlüğünün engellenmesi, çocukların ailelerinden koparılmasına kadar türlü asimilasyon politikalarını uygulamaya devam ediyorlar. Çin'in dünya arenasında gücünün her geçen gün artması uluslararası toplumun Doğu Türkistan konusunda çıkardığı sesin kısılmasına sebep oluyor. Ülkemizin de bu konuda yaptığı kapsamlı çalışmalara maalesef şahit olamıyoruz, aksine Çin sermayesine kolaylık tanınıyor. Çin'in iktidar partisi teşkilatlarına ve iktidara yakın gazetecilere yönelik kültürel gezi kılıfına bürünmüş algı mühendisliği çalışmalarına da sessiz kalınıyor. Zulme karşı duruşumuz ile diplomatik temaslar arasındaki çizgiyi muhafaza etmeli, her gün millî nutuklar atarak değil, Doğu Türkistan'ın yanında durarak yapılan zulümlere en güçlü sesi çıkarmalıyız. Türki cumhuriyetlerle iletişim güçlendirilerek hem bu konuda kamuoyu oluşturulmalı hem de ileride yaşanacak benzer olaylara karşı güçlü bir duruş sergilenmelidir. Türki cumhuriyetlerle ekonomik, kültürel bağların güçlendirilmesi, çeşitli platformlarda ortaklıklar kurulması Türkiye'nin bölge vizyonuna önemli katkılar sağlayacaktır. Türkiye'nin bölgesel barış vizyonuyla başlattığı proaktif dış politika elbette yalnızca Orta Doğu ve Asya'ya şamil değildir. Kıtaları aşan bu politikanın odaklanması gereken ilk durak genç nüfusu, zengin kaynakları ve stratejik konumuyla 21'inci yüzyılın güç denklemlerini belirleyecek olan Afrika'dır. Bu nedenle, Afrika'da yaşanan her kriz, her çatışma sadece kıtanın değil, küresel düzenin de geleceğini şekillendirmektedir. Ancak Afrika'nın taşıdığı bu potansiyele rağmen kıta bugün derin acılarla yüz yüzedir. Bunların en dramatik olanı ise Sudan'daki iç savaştır. Sudan'da ordu ile hızlı destek kuvvetleri arasında başlayan çatışmalar kısa sürede bir iç savaşa dönüşmüş, ardından bölgesel ve küresel güçlerin dâhil olmasıyla bir vekâlet savaşı niteliği kazanmıştır. Bu savaş yüzünden on binlerce insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca masum yerinden edilmiştir, ülkenin şehirleri harabeye dönmüş, açlık ve salgın hastalıklar başlamıştır. Sudan'daki bu trajedi sadece bir ülkenin meselesi değildir, tüm Afrika Boynuzu'nu, Sahra hattını ve Kızıldeniz güvenliğini tehdit eden bir istikrarsızlık kaynağıdır. Bu istikrarsızlık göç akımlarından ticaret yollarına kadar Türkiye'yi doğrudan etkilemektedir. Tam da bu nedenle Türkiye'nin Afrika politikası sadece ticari fırsat arayışıyla sınırlı kalamaz. Biz kıtaya tarihimizin ve değerlerimizin gerektirdiği şekilde barışı, istikrarı ve insani dayanışmayı önceleyen bir perspektifle bakmalıyız. Sudan'da süren iç savaş artık sadece Sudanlıların savaşı olmaktan çıkmıştır, Birleşik Arap Emirliklerinin sağladığı finansal ve askerî destek ve farklı bölgesel aktörlerin müdahaleleriyle bir vekâlet savaşına dönüşmüştür. Bu güçlerin tamamı Afrika'da artan nüfuz mücadelesi nedeniyle Türkiye'nin doğrudan rakipleri hâline gelmiştir. Sudan halkının barışa kavuşması aynı zamanda Türkiye'nin Afrika'da adalet ve istikrar temelinde yürüttüğü politikanın da güç kazanması demektir.

Kıymetli hazırun, ülkemizin refahına ve demokrasi anlayışına katkı sağlayacağına inandığımız Avrupa Birliğiyle ilişkilerde maalesef yeni fasıllar açılmıyor. Özellikle vize konusunda bugün yaşanılan sorunlar, iş insanlarından akademisyenlere kadar birçok vatandaşımızın vize alamaması geçmişte atılmayan adımların ne kadar hayati olduğunu bize ispat ediyor. 2016'da dondurulan vize muafiyeti sürecini tekrar hızlandırmalıyız, onun şartlarından olan ve geçmişte siyasi hesaplarla çıkarılmayan siyasi ahlak yasasını bir an önce çıkarmalıyız. Her gün siyasetten kamu kurumlarına kadar yolsuzluk haberleriyle sarsılmamız gösteriyor ki yolsuzluk konusunda adım atılması sadece içeride değil, uluslararası anlamda da ülke vizyonunu olumlu etkileyecektir. Bunun yanında, Avrupa Konseyiyle olan ilişkilerde de son yıllarda kırılgan bir zeminde yürümekteyiz. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Adalet Bakanlığı yetkilileri buradalar. Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmıyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları uygulanmıyor. Tutuklu bir milletvekili Anayasa Mahkemesi kararına rağmen gelip burada yemin edemedi, Meclis bir üyesinin hukukunu bu noktada muhafaza edemedi. Bakın, ben Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyesiyim, dönem toplantılarına gittiğimizde ve yine, burada yapılan misafir kabullerinde konu AİHM kararlarına geliyor; insanlar Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala'nın neden serbest bırakılmadığını soruyorlar. İşin açıkçası, artık iktidar partisine mensup milletvekillerimiz de bu hususların tatmin edici bir açıklamasını yapamıyorlar. AİHM'in daha kaç karar alması gerekiyor; Anayasa Mahkemesinin kararları uygulansın diye ne demesi, nasıl bir çağrı yapması gerekiyor? Adalet Bakanımız bulduğu her fırsatta "Türkiye bir hukuk devletidir." mottosunu paylaşmayı ihmal etmiyor ancak bunun bir slogan olarak kalmamasını artık sağlamak zorundayız. Bakın, eve dönüş yasaları çıkarılmayı bekliyor, eline silah almamış insanlar örgüt farkı gözetilmeden evlerine dönmelidir. Bunun yanında, devlete karşı işlenen suçlara karşı geniş bir affı artık burada konuşmak zorundayız. Bu insanlarımızı kazanmalıyız, bir toplumsal kucaklaşma, bir barış süreci yaşıyorsak devlet de vatandaşıyla barışmalıdır.

Burada KHK mağduriyetlerine de değinmeden geçemeyeceğim. 2016'dan bu yana neredeyse on yıldır haksız yere işini, ailesini, itibarını, hürriyetini kaybeden insanlar var. Bu alanla yüzleşmek zorundayız. Bu konuda da devlet şefkat elini uzatmak zorundadır. Ben, Türkiye'nin 2'inci yüzyılında insanların söz söylediği için, siyaset yaptığı için, gazetecilik yaptığı için, hasılı meşru demokratik haklarını barışçı yöntemlerle kullandığı için yargılandığını, hüküm giydiğini, özgürlüğünün elinden alındığını görmek istemiyorum. Haksız olarak, özgürlüğün bir an dahi kişinin elinden alınması geri dönüşü olmayan bir hatadır, bu yüzden hukuk sistemimiz tutuksuz yargılamanın bir esas olduğunu düzenlenmiştir ancak bırakın tutuklu yargılanmayı vatandaşlarımız iddianame olmadan cezaevlerinde yıllarca kalıyor; artık bu işe bir son vermenin zamanı gelmedi mi?

Son olarak, belediyelerde yaşanan yolsuzluk iddiaları üzerine başlatılan yargılamalara değinmek istiyorum: Değerli arkadaşlar, yolsuzlukla mücadele devletin tüm erklerinin en önemli vazifelerinden biridir, bu vazifenin yapılmasına kimsenin itirazı olmadığı gibi, bununla mücadeleye destek olmak da vatandaşlarımızın bizim üzerimizdeki hakkıdır ancak bizim burada itiraz ettiğimiz iki nokta var: Bir, bu mücadelenin evrensel hukuka uygun yöntemlerle yapılması; iki, yolsuzluğu yapan kim olursa olsun üstüne gidilmesi. Adalet, yargılama yaparken yargıladığı kişinin kimliği, konumu ve siyasette işgal ettiği yerle ilgilenmez, sadece delillerle yargılamasını yapar ve kararını verir. Eğer niyetiniz yolsuzlukla mücadeleyse, gelin, son yirmi yılda görev alan tüm siyasilerin, bürokratların ve birinci derece yakınlarının mal varlığı araştırılsın, izah edilemeyen artışlar hazineye irat kaydedilsin; var mısınız? Hukuk, siyasi mühendislik aracı olmaktan kurtarılmadan, hâkim ve savcıların talimatla değil, vicdani kanaatleriyle karar vermesinin önü açılmadan adalete olan güven tekrar tamir ve tesis edilmeden ne uluslararası arenada sağlam adımlar atabiliriz ne de ekonomik anlamda bahsedilen hedeflere ulaşabiliriz.

Sözlerime son verirken, eş güdüm içinde ilerlemesi gereken bu Bakanlıkların ve özellikle bu dönemde vatandaşlarımızın önemli adımlar beklediği Türkiye Büyük Millet Meclisi bütçelerinin hayırlara vesile olmasını diliyor, heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (YENİ YOL ve CHP sıralarından alkışlar)