Konu: | Sağlıkla İlgili Bazı Kanunlarda ve 663 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 3 |
Birleşim: | 113 |
Tarih: | 20.07.2025 |
DEM PARTİ GRUBU ADINA SÜMEYYE BOZ (Muş) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, kıymetli halklarımız; 20 Temmuz Suruç katliamının yıl dönümü vesilesiyle Suruç'ta düş yolcularından biri olan, o ailelerden biri olan Besra Erol'u saygıyla selamlamak istiyorum çünkü kendisi aynı zamanda bir Suruç annesi olmasının yanı sıra cezaevinde hasta olmasına rağmen defalarca idare gözlem kurulları tarafından tutsaklığı uzatılan bir hasta tutsak. Sağlığı konuştuğumuz bugünde ATK'nin ve emir ve talimat doğrultusunda hareket eden bazı hekimlerin vermiş olduğu "Cezaevinde kalabilir." raporları ve bazen de "Cezaevinde kalamaz." raporlarına rağmen cezaevinde tutukluluğu devam ettirilen tutsakları, bunun da yanı sıra sağlık raporları ortada iken, alenen var iken siyasi saiklerle hareket ederek hakkında tahlil ve tetkiklerinin tekrar edilmesine karar verilen Murat Çalık'ı, tutukluluk süresi sağlık sorunlarına rağmen kasıtlı, bilerek, isteyerek uzatılan tüm hasta tutsakları buradan saygıyla selamlıyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün burada görüştüğümüz, görüşmekte olduğumuz bu yasa teklifi, teknik maddelerinin ötesinde Türkiye sağlık sisteminin üzerine çöken piyasa zihniyetinin bir kez daha perdelerini aralıyor. DEM PARTİ olarak bu teklifin yalnızca içeriğine ve maddelerine değil, aynı zamanda taşımış olduğu ideolojik yüke, zihniyete, yarattığı eşitsizliklere ve halk sağlığını metalaştıran anlayışa itiraz ediyoruz. Sağlığı bir hak olmaktan çıkarıp bir sektöre, bir yatırım aracına dönüştüren yaklaşımların tamamını reddediyoruz çünkü biz biliyoruz ki sağlık sermayeye değil halka ait olmalıdır. Burada size çarpıcı bir olaydan, bir durumdan bahsetmek istiyorum. Şöyle ki siyasette hamasetin ve bununla birlikte hamasi nutukların giderek arttığı bir süreçte kendini çaresiz hisseden yoksul halk nasıl bir çözüm buluyor biliyor musunuz? Böbreklerini satmaya çalışıyor. Türk Böbrek Vakfının Google Maps'teki adresindeki yorumlara baktığınızda, ilgili kurumun hesaplarına gelen mesajlara baktığınızda durumun içler acısı olduğunu, insanların yasa dışı olmasına rağmen böbreklerini satmaya çalıştıklarını göreceksiniz. Yani elbette ki bu, iktidar tarafından bakıldığında çok normal karşılanacak bir şey olur, onlar bunu hiçbir şekilde çarpıcı bir durum olarak görmezler çünkü onlar için bir mesele var ki ortada, dolar ve sermaye meselesi. Onlar bu meseleyi nasıl okurlar biliyor musunuz? "Bir yandaş şirketin silinen vergi borcu acaba kaç yurttaşın böbreği eder?" hesabına girmekteler.
Bu anlamda sağlık; bir binaya, bir reçeteye, bir cihaz raporuna indirgenemez. Sağlık bir toplumun huzurudur, eşitliğidir, hakikatiyle barışıdır. Bu yasa teklifi ise toplumun değil sermayenin çıkarına hizmet eden, halkı müşteri, sağlık çalışanlarını ise performans puanı üreticisine dönüştüren piyasacı bir anlayışın ürünüdür. Yirmi yıldır "Sağlıkta Dönüşüm" adı altında yürüttüğü politikalarla halkın sağlığını değil sermayenin kazancını büyütmüştür bu iktidar. Şehir hastaneleri, "kamu-özel iş birliği ve ortaklığı" adı altında devlete ait olan kaynakların özel şirketlere nasıl aktarıldığını gördüğümüz devasa yapılar olarak karşımıza çıkmakta. Bu yapılar halkın cebinden çıkan milyarlarca lirayla yapılan ama halkın hiçbir şekilde faydalanamadığı, ulaşamadığı, hizmet göremediği bir yapı olmaktan öteye gidememiştir. Bugün kamu hastanelerinde randevu almak günler, bazı branşlarda ise aylar sürmekte hatta MR çekinemiyor yurttaşlar. Şöyle ifade edelim: MR randevusu geldiğinde hayatını çoktan kaybetmiş olan yurttaşlar var bu ülkede, bunu hatırlatalım bir kez daha. Birinci basamak hizmetleri çökme noktasında. Aile hekimleri artan bürokratik yük, kısa muayene süreleri, güvencesizlik ve performans baskısı altında eziliyor, yurttaşlar ise beş dakikaya sığdırılan muayenelerle niteliksiz hizmete mahkûm ediliyor. Bu sistem ne sağlık emekçisini koruyabilir ne de hastayı sağaltabilir.
Diyarbakır'dan Van'a, Şırnak'tan Hakkâri'ye ve Muş'a kadar birçok bölgede uzman hekim yok. Yurttaşlar temel sağlık hizmetlerine erişemiyor, hatta erişmek için bazen yüzlerce kilometre yol gitmek zorunda kalıyor. Onkoloji, nöroloji, psikiyatri gibi branşlarda uzman bulunamıyor. Tanım ve tanılar gecikiyor, tedaviler ise aksıyor hatta bazen yollarda insanlar hayatlarını kaybediyor. Yani Muş'ta lösemi hastası olan küçük bir çocuğun Elâzığ yolunda hayatını kaybetmesi ve 2024'te Şırnak Beytüşşebap'ta kadın doğum uzmanı olmadığı için hayatını kaybeden Dilan Durmuş'un hikâyesi sistemin Kürt halkına nasıl ayrımcı davrandığını bir kez daha somut bir şekilde gösteriyor.
Sağlık sistemi çöktü dedik, evet, çöktü. Bu çöküş sadece teknik de değil üstelik, ideolojik bir tercihin, neoliberal politikaların da sonucu olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kamusal alanı ve kamusal olanı tasfiye eden, sosyal devleti dağıtan, hastaneleri şirket, hastayı müşteri gören bir anlayış halkı tedavi etmez ancak, aksine, onu sistemin nesnesine dönüştürür. Birinci basamak hizmetlerinin yıllardır tasfiye olduğunu zaten ifade etmiştik; koruyucu sağlık hizmetlerine ulaşım yok, unutturuldu, aşı, gebe takibi, kronik hastalıkların izlenmesi ise ikinci bir hâle getirildi çünkü bu sistem korumayı değil hastalığı, daha fazla hastalanmayı, çok daha hastalanmayı teşvik ediyor, sayıları arttırıyor. Yani şöyle ifade edelim: Muayene sayıları arttırılıyor, gereksiz tetkikler yapılıyor, reçeteler şişiriliyor ama amaç hastalığı tedavi etmek değil, puan ve kâr biriktirmek, rapor üretmek.
Ayrıca, bu kanun teklifiyle birlikte getirilen dijital onam uygulaması sağlık hizmetlerine erişimde de yine ciddi eşitsizlikler ortaya çıkarmakta. Türkiye'de milyonlarca yurttaş ne e-devlet uygulamalarını kullanabiliyor ne de dijital okuryazarlığa sahip. Yaşlılar, yoksullar, ana dili Türkçe olmayan yurttaşlarımız, örneğin Kürt halkı bu dijital bariyerlerle bir kez daha sağlık hakkından uzaklaştırılıyor. Bir Kürt yurttaşın kendi ana dilinde hekime derdini anlatmadan tedaviye onay vermesi demokratik ya da insani bir süreç değildir. Bu, hak değil dayatma, rıza değil biçimsel itaat üretmedir. Üstelik bu sistem sadece hizmeti değil, aynı zamanda eğitimi de ticarileştiriyor. Sağlık meslek liselerinden mezun olan 17-18 yaşlarındaki gençler hastanelerde "teknisyen" adıyla doğrudan hastalarla temasa geçiriliyor. Ancak şunu ifade etmek lazım: Bu, etik dışıdır ve çocuk haklarına aykırıdır. Bu hem çocuk emeğinin sömürülmesi hem de hasta güvenliğinin riske atılmasıdır. Sağlık hizmeti yetişmiş, deneyimli, güvence altında çalışan personel eliyle sunulmalıdır.
Aynı şekilde, akademik kadrolar da böyle bir kıskacın içerisinde. Akademik kadrolar da güvencesizleştiriliyor, bilimsel özerkliği ortadan kaldırılıyor, sağlık eğitiminin niteliğini düşürüyorlar. Üniversiteler bilim üretme yeri olmak yerine sözleşmeli ve geçici kadrolarla çalışmaya ve böyle yönetilmeye zorlanıyor. Bu tablo, hem sağlık emekçilerinin hem de halkın geleceğini tehdit ediyor. Tabii ki sistemin bu hâle gelmesinin asıl sebeplerini biliyoruz. Bu hâle gelmesindeki asıl neden, karar alma süreçlerinin demokratik olmaması en önemli etkenlerden biridir. Sağlık politikaları, meslek örgütleri, sendikalar, üniversiteler ve yurttaşlar olmadan dar siyasi kadrolarla belirleniyor, bugün konuştuğumuz bu yasa teklifi de aynı şekilde oradan besleniyor. Teklif halktan değil, danışmanlık şirketlerinden ilham alarak oluşturulmuş.
Tabii, bir de TÜSEB var. Bu yasa teklifiyle TÜSEB'e verilen yetkiler de gerçekten de çok dikkat çekici, bunu hatırlatalım. TÜSEB halk sağlığı adına kurulmuş bir kamu kurumu değil, kamusal kaynakları özel şirketlere yönlendiren aracı bir yapı. Şeffaf değildir, Sayıştay denetimine açık değildir, özerk değildir. Cumhurbaşkanı tarafından atanan yöneticiler eliyle özel hastaneleri akredite etmek ve kamu kaynaklarını "AR-GE" adı altında sermayeye aktarmaktır asıl maksadı. Yenidoğan servislerinde yaşanan çete skandalları işte, bu denetimsizliğin ve ticarileşmenin asıl sonucudur.
Ve son olarak yeşil alanlara değinmek istiyorum: Yeşil alanlara sağlık tesisinin yapılmasını düzenleyen madde şehirlerin afet direncini zayıflatmakta, yurttaşların nefes aldığı alanları betonlaştırmaktadır. Oysa kamusal alanlar, yeşil alanlar yalnızca dinlenme değil, aynı zamanda afet toplanma alanlarıdır. Bu alanların "sağlık tesisi" adı altında yapılaşmaya açılması kabul edilemez diyorum ve Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (DEM PARTİ sıralarından alkışlar)