| Konu: | Kuzey Atlantik Antlaşmasına İsveç Krallığının Katılımına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 51 |
| Tarih: | 23.01.2024 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA İSA MESİH ŞAHİN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
İsveç'in NATO üyeliğiyle ilgili Grubumuz Gelecek Partisi adına söz almış bulunuyor, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Konuşmamda Gelecek Partisinin dış siyaset, dış politika anlayışına değinmeye çalışacağım, aynı zamanda da İsveç'in NATO üyeliği konusunda paylaşımlarımı yapacağım.
Dünyamız karanlık bir dönemden geçiyor. Üçüncü dünya savaşı hayaleti hiç olmadığı kadar bütün dünyada dolaşıyor. Bütün sorunlu jeopolitik bölgelerde sıcak çatışmalar yaşanmaya başlanmışken bugünlerde yurtta sulh, cihanda sulh ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha anlıyoruz. Uluslararası düzen ve barış bağlamında büyük ümitler ve beklentiler doğuran ve sembolik olarak Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla bittiği varsayılan soğuk savaştan sonra geçen otuz beş yıl birçok önemli ve çelişkili faktörün devreye girmesine sebep olmuştur. Bu otuz beş yıl içinde uluslararası düzende yaşanan 4 büyük deprem soğuk savaşın hemen sonrasında ortaya atılan "tarihin sonu" tezinin dayandığı ütopik iyimserliği yok etmiş ve düzen fikrini temelinden sarsan nihilist bir karamsarlığın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu depremler: 1990-1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni devletler ve yaşanan kırılgan süreçler. 2001'de 11 Eylül saldırıları sonrasında oluşan hukuk ve özgürlüklerin askıya alınması süreci. 2008'de yaşanan küresel ekonomik buhranın ortaya çıkardığı reaktif tepkiler. 2011'de haklı taleplerle başlayan Arap Baharı'yla birlikte yaşanan yapısal depremler. Bu depremlerin biriken artçı şokları uluslararası düzenin bütün unsurlarını derinden etkileyen kapsamlı bir sistemik depreme yol açmıştır. Bu sistemik depremle birlikte, ulusal, bölgesel ve küresel düzen unsurlarının kültürel, ekonomik ve siyasal altyapıları sarsılmıştır.
Bu bağlamda uluslararası siyasal düzende statik çift kutuplu yapının yerini sorunların bölgesine ve konusuna göre değişen çoklu bir güçler dengesi yapılanması almış, uluslararası sorunların çözüm referansı olan Birleşmiş Milletler etkisini ve önemini kaybetmiş, Avrupa Birliği, NATO gibi bölgesel ölçekli iş birliği örgütlerinin etkinliği ve işlevselliği azalmış, İkinci Dünya Savaşı ve soğuk savaş sonrası ortaya çıkan ulus devletlerinin bir kısmı çözülme sürecine girerken köklü devlet geleneklerinde dahi kurumsal işleyişteki iç gerilimler artmış, her türlü siyasal düzen çabasını akim bırakan popülist ve otoriter eğilimler yaygınlaşmıştır.
Bütün bu gelişmelerle birlikte, Türkiye'nin 2000'li yılların başlarında soğuk savaş sonrası dönem için tanımladığı ve komşularla entegrasyon, bölgesel etkinlik, küresel güçler arasında denge, uluslararası örgütlere aktif katılım, yeni dış politika alanlarına açılım, bütüncül dış politika kurumsallaşması ilkelerine dayalı dış politika yaklaşımını yeniden değerlendirmeye ve dinamik uluslararası konjonktüre hitap edecek bir yenilenmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Dış politikamızda bütüncül stratejik bir yenilenmeye ihtiyaç duyulduğunu düşünüyoruz. Burada rasyonel diplomasi, tutarlı söylem ve etkin kurumsallaşma başlıklarını öne çıkarıyoruz. Son derece dinamik bir seyir içinde değişken bir nitelik kazanan uluslararası konjonktür, bütün ülkeleri ciddi sınamalarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu sınamalara verilen tepkiler bağlamında üç farklı dış politika yöntemi ortaya çıkmaktadır. Birincisi, dinamik konjonktüre tepkisel bir yaklaşımla stratejik iç bütünlükten yoksun bir şekilde günübirlik reflekslerle hareket etmek; ikincisi, dinamik konjonktürün getirebileceği risklerden kaçınarak statik bir durum sergilemek; üçüncüsü de bütüncül bir stratejik perspektifle rasyonel bir diplomasi söylemi ve tutumu benimsemek. Böylesi bir değişkenlik içinde stratejik önceliklerini doğru tespit etmiş, bunu rasyonel bir diplomasi söylemine oturtmuş ve etkin bir kurumsallaşma kabiliyeti gösterebilmiş ülkeler önemli kazanımlar elde ederken stratejik iç bütünlük olmaksızın, günübirlik reflekslerle hareket eden ya da statik bir tutum benimseyen ülkeler mevzi kaybetmektedir. Ülkemiz de stratejik bütünlük içinde rasyonel söylem ve tutum sergilediğinde önemli kazanımlar elde etmiş, statik bir tavır benimsediğinde ya da günübirlik söylemlere girdiğinde itibar ve güç kaybına uğramıştır.
Son yıllarda, ülkemiz, gerek küresel aktörlerle ilişkilerde gerekse bölgesel sorunların çözümünde stratejik bütünlükten kopmuş ve kişisel ilişkilerin iyiliğine ya da gerilimine ayarlı bir diplomasi yöntemsizliği ve son derece çelişkili bir söylem diliyle ciddi bir alan daralmasıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum dinamik uluslararası konjonktürde stratejik manevra alanımızı daraltmakta ve uluslararası itibarımızı noktasal tepkilere indirgemektedir.
Bugün her düzeyde bütüncül bir stratejik yenilenmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çerçevede, öncelikle dinamik uluslararası konjonktürün gereklilikleri doğru bir şekilde tanımlanarak çoklu güçler dengesinin dinamiklerini doğru okuyan, çok boyutlu, rasyonel ve esnek bir diplomasi stratejisi benimsenmelidir. Bu küresel dinamizm ile bölgesel dengeler arasındaki etkileşim doğru bir zeminde değerlendirilerek yakın çevremizde sarsılmakta olan bölgesel düzen unsurlarını destekleyen, risk unsurlarını ise asgariye indiren bir yaklaşım benimsenmelidir. Bölgesel sorunlarda barışçıl diplomasi araçları ve ara buluculuk mekanizmalarıyla istikrar ve düzen kurucu bir rol oynanmalıdır. Ülkemizin özgün bir şekilde geliştirdiği ancak son dönemlerde etkinliği ve kapsamı daralmış bulunan ikili yüksek düzeyli stratejik iş birliği mekanizmaları, üçlü bölgesel mekanizmalar, ara buluculuk girişimleri ve vize muafiyetinin yaygınlaştırılması gibi işlevsel politikaların etkinliği artırılmalıdır. Özellikle başta Rusya, İran, Irak, Yunanistan, Bulgaristan, Ukrayna ve Azerbaycan olmak üzere ikili üst düzey iş birliği mekanizmalarının derinleştirilerek geliştirilmesi komşu ülkelerle barışçıl ilişkiler geliştirmemize ve çevremize kalıcı bir istikrar alanı kurma çabalarımıza altyapı oluşturacaktır.
Gelecek Partisi olarak, dış politikanın, ülke içi siyasi rekabetin değil, Türkiye'nin çıkarlarının konusu olması gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye'nin 21'inci yüzyılda dünyadaki saygın yerini koruması ve daha da geliştirmesi için demokratik değerlere yaslanan, küresel kamplara sıkışmayan, dünyada yaşanan jeopolitik dönüşümü dikkate alan ve bölgesel kısır döngülere itibar etmeyen bir dış politika perspektifine sahip olması gerektiğini düşünüyoruz. Dış politikada günlük söylemlerin yerini akılcı ve uzun soluklu politikaların, büyük tutarsızlıklara yol açan "şahsım" ve "dostum" diplomasisinin yerini ortak akla, kurum kültürüne ve ulusal çıkarlara dayanan politikaların alması gerektiğini savunuyoruz. Bugün küresel kırılganlıkların ve bölgesel çatışmaların oluşturduğu bir jeopolitik ortamda bulunan ülkemizin bir istikrar adası olma hüviyetini korumanın en önemli vazifelerimizden biri olduğunu düşünüyoruz. Dış politikamızda tarihî derinliğimize dayalı olarak gerekli güvenlik altyapısından asla taviz verilmemesi gerektiğine inanıyoruz. Ülkemizin tarihinden güç alarak modern dünyanın saygın ve müreffeh bir üyesi olmasını arzuluyoruz. Bu hedeflere ulaşmak için dünyanın büyük bir kısmını etkileyen içe kapanmacı dalgayla mücadele etmek gerektiğini, bunun da demokrasimizin derinleştirilmesi, ekonomimizin güçlendirilmesi ve istikrarlı ve itibarlı bir dış politika izlenmesi yoluyla mümkün olacağını düşünüyoruz. 20'nci yüzyılın kampları arasına sıkışmayan, kısa vadeli taktiksel kazanımları uzun vadeli çıkarlarımıza tercih etmeyen, dış politika çıkarlarımızı iç politika tartışmalarından ayırt eden bir 21'inci yüzyıl vizyonuna yaslanmalıyız. Bu bakış açısı, ulusal güvenliğimizi kalıcı politikalarla teminat altına alırken ülkemizin küresel ve bölgesel düzlemlerde siyasi ve ekonomik ağırlığını muhafaza etmesini sağlayacaktır.
Bu bağlamda, diplomatik söylem ve iletişim dilinde değişime ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Diplomaside içeriği boşaltılmış popülist yüksek retorik ve iletişim dili hem rasyonel diplomasiyi engellemekte hem ülkemizi iletişim kazalarının yol açtığı suni krizlerle karşı karşıya bırakmakta hem de uluslararası itibarımıza zarar vermektedir. Diplomatik söylemde hiçbir uluslararası aktörü dışlamayan, insanlığa karşı terör ve kitle imha silahları suçu işlememiş herkesle ve her kesimle diyaloğa açık ve insanlık vicdanına hitap eden bir diplomatik söylem dili benimsenmelidir. Kurumsal yenilenme bağlamında ise dış politika yapım süreçlerinde demokratik katılımı artıran ve kurumsal akılları devreye sokan bir yaklaşım benimsenmelidir. Son dönemde kişiselleştirilen ve yetkisiz aktörlerin devreye girmesiyle kurumsal niteliği zaafa uğrayan diplomatik ilişkilerin köklü devlet tecrübemize dayalı bir şekilde yeni bir ahenge kavuşturulması zaruridir. Bu bağlamda, Parlamentomuzun, kurumlarımızın ve sivil toplumun dış politika yapım süreçlerine katkısını artırmasının dış politikamızın meşruiyet ve etkinlik zeminini güçlendireceğine inanıyoruz. Dış politika sadece iktidarın meselesi olarak görülmemelidir. Toplumun her siyasi kesimini bünyesinde barındıran Türkiye Büyük Millet Meclisinin rolü de dış politika belirlenmesine katkı sunmalıdır.
Biz, küresel diplomasi alanında çoklu güçler dengesine uyum bakış açısını önemsiyoruz. Türkiye'nin çıkarlarının çok boyutlu ve esnek dış ilişkilerle korunabileceğine inandığımız gibi özgül ağırlığımızı muhafaza edecek bir dış politika izlenmesi gerektiğine de inanıyoruz. Küresel ve bölgesel jeopolitik riskler karşısında ülkemizin ve milletimizin çıkarlarını koruyan, istikrarlı ve itibarlı bir dış politika izlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. 21'inci yüzyılın yeni tehdit ve fırsatlarını idrak eden, Türkiye'nin kazanımlarını geliştirirken yeni açılımları gözeten, geleneksel ittifaklarımızı güncellerken yeni dostlar kazanmayı öngören, tarihî ve kültürel coğrafyamızla ilişkilerimizi kökleştiren, soydaş ve akrabalarımızla bağlarımızı güçlendiren ve ekonomik çıkarlarımızı geliştiren bir perspektif ortaya koymalıyız.
Bugün küresel güç ilişkilerine hâkim olan ana özellik, konusuna ve ilişkilerin çıkar boyutlarına göre değişen bir çoklu güçler dengesinin varlığıdır. Günümüz çoklu güçler dengesinin 19'uncu yüzyıl güçler dengesinden farkı, aynı anda farklı alanlarda farklı geçici ittifak yapılanmalarının ve çıkar ortaklıklarının ortaya çıkabilmesidir. Türkiye'nin küresel aktörler arasında sadece bir aktöre bağlı kalma ya da sadece iki aktöre bağlı stratejik ilişkiler geliştirme lüksü yoktur. 1990'lı yıllarda Avrupa Birliği ve Rusya Federasyonu'yla sıkıntılar yaşandığı bir dönemde sadece ABD'yle yürütülen stratejik ilişkiler nasıl on yıllık dilimde alanımızı daraltan sonuçlar çıkarmışsa son yıllarda AB ve ABD'yle gerilimli ilişkiler yürütürken sadece Rusya'yla iyi ilişkiler içinde olmak da benzer sonuçlar doğurmaktadır.
Yine, ekonomik çıkarlarımızla güvenlik önceliklerimizin, kültürel ve tarihsel ilişkilerimizle evrensel değerlerin birbirini güçlendirdiği ve genişlettiği bir dış politika zemini inşa edilmelidir. Bu zemin, 20'nci yüzyılın kamplar anlayışından ve 21'inci yüzyılın hastalığı olan popülizmden de uzak olmalıdır. Gelecek Partisi olarak dış politika zeminimizi ülkemizin çıkarları, omurgasını ise güvenlik ve özgürlük dengesi oluşturmaktadır. Dış politikamızda tarihî derinliğimize dayalı olarak gerekli güvenlik altyapısından asla taviz verilmemesi gerektiğine inanıyoruz. Ülkemizin, tarihinden güç alarak modern dünyanın saygın ve müreffeh bir üyesi olmasını arzuluyoruz.
Değerli milletvekilleri, Gelecek Partisi olarak ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini ilgilendiren her konuda Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapıcı bir siyaset anlayışı ortaya koyuyoruz. Nitekim, ülkemizin menfaatine gördüğümüz önemli konulara bugüne kadar destek verdik ve destek vermeye de devam edeceğiz. İsveç'in NATO üyeliği konusunda ise İsveç'in üzerine düşen sorumluluklar olduğu kamuoyunun malumudur. Burada, evet, NATO bir güvenlik organizasyonu ve Türkiye olarak biz bu organizasyonun en güçlü ortaklarından biriyiz ancak bu güvenlik organizasyonu içinde ülkemizin millî güvenliğini tehdit edecek bir durum da olmamalıdır. Bu bağlamda, daha önce İsveç'e yüklenen sorumlulukların yerine getirilip getirilmemesi önem arz etmektedir. Türkiye, Finlandiya ve İsveç arasında geçtiğimiz aylarda imzalanan Üçlü Muhtıra'nın 3'üncü maddesindeki "...üye devletlerin millî güvenliğinin yanı sıra uluslararası barış ve istikrara doğrudan tehdit teşkil eden terörizmin tüm biçim ve tezahürleriyle mücadelede tam dayanışma ve iş birliğidir." ifadesi ülkelere sorumluluk yüklemektedir. Ankara'nın veto gerekçelerinden biri de İsveç'in özellikle başta YPG olmak üzere birtakım terör örgütlerine siyasi ve askerî destek vermeye devam etmesi, Türkiye'nin terör bağlantısı sebebiyle iadesini talep ettiği kişileri iade etmemesi ve 2019 yılında gerçekleştirilen Barış Pınarı Harekâtı sonrasında Türkiye'ye silah ambargosu uygulamasıydı. Bu konularda tatmin edici bir adım atılmış mıdır; iktidarın bunu kamuoyuna net bir şekilde izah etmesi gerekmektedir.
Ayrıca, şu soruları da özellikle sormak istiyoruz:
Birincisi, Üçlü Muhtıra metninde de ifade edildiği üzere, İsveç, Avrupa iade sözleşmesiyle uyumlu biçimde Türkiye tarafından sağlanan bilgi, delil ve istihbaratı dikkate alarak Türkiye'nin terör zanlılarına dair sınır dışı veya iade taleplerini ivedilikle yerine getirmiş midir ve Türkiye'yle iade ve güvenlik iş birliğini geliştirmek için gerekli ikili ahdî düzenlemeleri yapmış mıdır?
Yine, İsveç, PKK terör örgütü ve uzantılarının faaliyetlerine yönelik soruşturma başlatmış mıdır ya da bu faaliyetleri yasaklayacak mıdır?
Üçüncüsü, İsveç dezenformasyonla mücadele edeceklerini taahhüt edecek midir ve yasalarının Türkiye'ye yönelik şiddeti kışkırtan faaliyetler dâhil olmak üzere terör örgütlerinin propagandası amacıyla istismar edilmesini engelleyecek midir?
Değerli milletvekilleri, İsveç'le ilişkilerimiz çok eskiye dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1737 yılında imzalanan ticaret anlaşmasıyla başlayan ilişkiler 31 Mayıs 1924 tarihinde imzalanan dostluk anlaşmasıyla gelişerek devam etmiş ve 2013 yılında imzalanan bir bildiriyle stratejik ortaklık düzeyine ulaşmıştır. Elbette tarihî ilişkilerimiz bu denli eskiye dayanan ve Osmanlı döneminde dahi Rusya'yla güvenlik sorunu yaşandığında yanında yer aldığımız İsveç'ten haklı beklentilerimiz vardır. Bunlar nelerdir? Birincisi, İsveç kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim'i yakma eylemlerine asla müsaade etmemeli, bu konuda ciddi, caydırıcı ve samimi adımlar atmalıdır. Avrupa Birliği üyeliği söz konusu olduğunda İsveç de mütekabiliyet ilkesi gereği ülkemizin tam üyelik sürecini desteklemelidir. İsveç, millî güvenliğimize yönelik tüm tehditlere karşı Türkiye'ye tam destek vermelidir. İsveç, PKK-PYD/YPG, DHKP-C, TİKKO, FETÖ olarak tanımlanan örgütlere destek sağlamamalı, terörizmi tüm biçim ve tezahürleriyle en kuvvetli şekilde reddetmeli ve kınamalıdır.
Yine İsveç, PKK ve diğer tüm terörist örgütlerin, bunların uzantılarının faaliyetleriyle iltisaklı kuruluşlar ve paravan örgütler içerisinde yer alan veya bu terör örgütleriyle bağlantısı bulunan şahısların faaliyetlerini engelleyeceklerini taahhüt etmelidir. İsveç, ülkemize karşı artık hiçbir millî silah ambargosu bulunmadığını teyit etmelidir. Dışişlerimizden bu konuda olumu adımlar atıldığı yönünde bilgiler aktarılmaktadır.
Türkiye, bunların dışında aynı zamanda üreticisi olduğu ve ödemelerini yaptığı F-35 programına tekrar dâhil edilmeli, F-16 satışı için ABD'den söz almalı ve S-400 yaptırımlarının kaldırılması gibi taleplerini de mahfuz olarak bulundurmalıdır.
Son olarak İsveç'in Gazze'de insanlık suçuna maruz kalan mazlum Filistinlilerin yanında yer alan tutumunu da olumlu bulduğumuzu ifade etmek istiyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sizlere ana hatlarıyla konuşmamda değindiğim gibi, ülkemizin dış politikadaki yalnızlığı ve dışlanmışlığı bütün başlıklar altında devam etmektedir. En başta terörle kararlı mücadelemizde ve içimizde kanayan bir yara olan Filistin konusunda da bu vahim tablo kendini göstermektedir. Bu çerçevede, İsveç'in Avrupa Birliği içinde Filistin'e destek anlamında en yapıcı ülkelerden biri olduğunu, Filistin devletini desteklediğini ve başkentinde Filistin Büyükelçiliğine de ev sahipliği yaptığını da hatırlatmak herhâlde önemli olacaktır.
Öte yandan, herhangi bir tercihin tek başına dış politikayı kökten düzeltici bir sonuç doğurmayacağı, her tercihin eleştirilebilecek yönleri olduğu da şüphesiz bir gerçekliktir, dolayısıyla şayet Türkiye Büyük Millet Meclisinin tercihi bugün artık neredeyse tam üye gibi kabul gören, NATO toplantılarına ev sahipliği yapan ve tatbikatlara katılan İsveç'in üyeliğinin onayı yönünde gerçekleşirse İsveç'in ülkemize yönelik taahhütlerini yerine getirmesi hususunun da yakından takipçisi olacağımızı paylaşmak istiyorum. Tüm bu söylediklerimizden, paylaştıklarımızdan hareketle oy tercihimiz iktidarın dış politikasındaki yanlış politikaları not ederek, bu yanlış politikaların her zaman karşısında olarak ancak Türkiye'nin önümüzdeki dönemde bölgede ve uluslararası arenada yalnızlaşmaması ve dışlanmaması adına yukarıda da saydığım gerekçelerle Gelecek Partisi olarak İsveç'in NATO üyeliğine karşı çıkmadığımızı beyan etmek istiyorum.
Sürecin ülkemiz için hayırlı olmasını temenni ediyor, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)