| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Türk Silahlı Kuvvetleri deniz unsurlarının bölge ülkelerinin kara suları dışında olmak üzere Aden Körfezi, Somali açıkları, Arap Denizi ve mücavir bölgelerde deniz haydutluğu, silahlı soygun eylemleri ve denizde terörizmle mücadele amacıyla görevlendirilmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecek esaslara göre yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca 10/2/2024 tarihinden itibaren bir yıl süreyle izin verilmesine ilişkin tezkeresi (3/826) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 50 |
| Tarih: | 17.01.2024 |
CHP GRUBU ADINA NAMIK TAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Aden Körfezi, Arap Denizi, Somali kıyıları ve mücavir bölgelerde Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının görev süresini bir yıl daha uzatan tezkere konusunda partim adına söz almış bulunuyorum.
Mevzubahis tezkere, bildiğiniz üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine ilk olarak 2008'de gelmişti. Somali kara sularında, o yıllarda büyük bir güvenlik tehdidi hâline dönüşmeye başlayan korsanlık faaliyetlerine karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin kararıyla bir askerî güç oluşturulması planlanıyordu. Korsanlık faaliyetleri ülkelerin yalnızca ticari çıkarlarını tehdit etmekle kalmıyor, aynı zamanda Somali gibi bölge ülkelerinde yaşanan güvensizlik ortamında terör örgütlerinin ve organize suç çetelerinin de rahatça faaliyet gösterebileceği bir zemin doğuruyordu. Aslında ne korsanlık faaliyetlerinin dünyanın en geri kalmış ülkelerinde ortaya çıkması ne Afrika ülkelerindeki yoksul halkların arasında suç oranlarının bu kadar artması bir tesadüf. Bunun tarihsel ve sosyolojik sebepleri, özellikle Avrupa'nın kolonici devletlerinin Afrika'nın tamamında uyguladığı ve 19'uncu yüzyılda zirveye çıkan sömürgeci politikalarında aranabilir. Bu açıdan, bazı ülkeleri sadece korsanlarla ya da suç örgütleriyle anmaktan imtina etmek, küresel ve bölgesel sorunları ırkçı ya da ayrımcı dil konuşmadan ele almak gerekir. Öte yandan, 21'inci yüzyılda deniz korsanlığının hâlâ bu kadar yaygın olması da günümüz dünyasında görmezden gelinmesi imkânsız bir güvenlik tehdididir. Bu düşüncelerden hareketle, biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu tezkereye ilk gündeme gelişinden bu yana kabul oyu verdik. Uluslararası hukuka uygun gerçekleşen, dünyada barışı, huzuru ve istikrarı koruma amacı taşıyan, ülkemizin hem sert hem yumuşak gücünü perçinleyen girişimlerde bizim kararımız her zaman bu yönde olmuştur. Bu tezkere de tanımladığımız kapsamda olduğu için tavrımızı değiştirmiyoruz.
Öte yandan, üzülerek görüyoruz ki iktidarınızın askerimizi yurt dışına görevlendirmek istediği her girişim bu kriterleri kapsamıyor. Örneğin, daha önce Irak'ta terörle mücadeleyi amaçlayan tezkereye 2012 yılında "Suriye" ifadesini eklettiniz. O günlerde Türkiye'nin gündeminde PYD/YPG meselesi yoktu; Hükûmetinizin, PYD lideri Salih Müslim'i kırmızı halılarla devlet başkanı protokolüyle ağırladığı günlerdi. O tarihten itibaren, AKP tek parti Hükûmeti, sonraki dönemlerde de Cumhur İttifakı, Suriye'deki iç savaşın alevine benzin döken bir sürü girişime imza attı. Bugün Silahlı Kuvvetlerimizin unsurları hâlâ Suriye'de kimi zaman YPG, kimi zaman IŞİD, kimi zaman Rusya destekli Esad güçleri tarafından saldırıya maruz kalmakta. Arka arkaya şehitler veriyoruz. Birkaç yıl önce IŞİD'in 2 erimizi canlı canlı yakarken çektiği, tüm dünyaya servis ettiği, sizin saklama çabalarınıza rağmen herkesin gördüğü o canice video kaydı hâlâ canımızı yakıyor. Evlatlarımızın ve ailelerinin çektiği acılar bir yana, biz tarih boyunca Türk askerinin bu kadar âciz bir duruma düşürüldüğüne şahit olmadık. Buna gelene kadar diğer bir büyük skandal, askerimizin başına çuval geçirilmesi hadisesiydi; onu da sizin döneminizde yaşadık.
Dış politikanın ne kadar şuursuzca ve kontrolsüzce yönetildiği konusunda güncel bir örnek vermek istiyorum. Üstelik, bu konuştuğumuz tezkereye konu olan bölgeyle de doğrudan ilişkili bir örnek olacak. Yemen'de 2014'ten beri devam etmekte olan kanlı bir iç savaş var. Suudi Arabistan destekli Sünni hükûmet, bugün "Husiler" olarak bildiğimiz İran destekli Şiilerin kurduğu Ensarallah örgütüyle çarpışıyor. Bu iki tarafın haricinde ayrıca El Kaide ve IŞİD'e bağlı Selefilik yanlısı bazı terörist gruplar da güç boşluğundan yararlanarak mevzi kazanmaya çalışıyor.
Ne garip bir tesadüftür ki kutsadığınız mevcut tek adam hükûmeti, cumhuriyetimizin dinler ve mezhepler arasında taraf tutmayan laik dış politika anlayışını terk ederek Arap Baharı'nın ilk günlerinden beri ana akım Sünni yönetimleri, özellikle de "İhvan-ı Müslimin" yani Müslüman Kardeşler örgütüne bağlı siyasi partileri destekledi. Örneğin, İhvancı Mursi devrildiğinde yerine gelen Sisi'nin darbeciliğini sürekli vurguladınız. Fakat yine İhvan'la büyük yakınlığı olan Sudan'ın darbeci eski devlet başkanı Ömer El-Beşir'le her zaman yakın ilişki sürdürdünüz. Suriye'de İhvancılar Esad'a karşı mücadele ettiği için Esad'ı düşman ilan ederken Libya'da meşru hükûmet İhvan'a yakın olduğu için onu desteklediniz. Görüyoruz ki sizin için bir hükûmetin meşru ya da gayrimeşru olması, demokratik yollarla seçilmesi ya da darbeci olması önemli değil; siz yalnızca İhvancı olan hükûmetlerle ve partilerle dış politika yürütmeye çalışıyorsunuz. Sizin için tutarlılık zerre kadar değer taşımıyor, rüzgârgülü gibi dönmekte hiçbir sakınca görmüyorsunuz. Böylece, Türkiye'nin Orta Doğu'da yıllarca biriktirdiği güven ve itibarı bozuk para gibi harcıyorsunuz.
Gelelim başta bahsettiğim şuursuzluk konusuna. Tek adam rejiminin mezhepçi dış politikası aynı zamanda Suudilerle yakın, İran'la mesafeli bir dış politika çizgisini de beraberinde getirdi. İş öyle bir noktaya geldi ki Hükûmetiniz Sünnilerin sözcülüğünü üstlenirken satır arasında Şiileri tekfir etmeye ve düşmanca açıklamalar yapmaya başladı. Irak'ta Bağdat'taki Merkezî Hükûmet yoğunlukla Şii Araplardan oluştuğu için bir dönem onlara mesafe koydunuz. Irak'ta göz bebeğimiz olan Türkmenler arasında bile Sünni-Şii çekişmesine ve ayrışmasına zemin hazırladınız. İran'ın desteklediği Lübnan Hizbullahına "hizbuşşeytan" diyecek kadar işi ileri götürdünüz. Fakat ne hikmetse, tek adam Erdoğan, Şii Husilerin ABD ve İngiltere'yle çatışmasına yönelik olarak övgü dolu sözler sarf etti ve "Husilerin çok başarılı savunmalarını izliyoruz." şeklinde ifadeler kullandı. Biz açıkçası buna anlam veremedik, aklımıza gelen tek şey, Husilerin son dönemde yoğunluk kazanan saldırılarının sebebi olarak İsrail'in Gazze'deki işgalini gerekçe göstermesiydi. Anlaşılan o ki tek adam Erdoğan, Husilerin Hamas tarafında, ABD'nin de İsrail tarafında olmasından ötürü sözüm ona siyaset yapıyor. Olaya suhuletle yaklaşmak yerine, sözde ümmet liderliği hayallerinin etkisiyle Yemen'deki çatışmada taraf olmayı ve Türkiye'yi riske atmayı kendine vazife sayıyor. Öncelikle, biz, Erdoğan'ın danışmanlarına bir hatırlatmada bulunalım: Kendisinin önüne not koymadan önce en azından basit bir ansiklopedik bilgiye başvursunlar ve velinimetlerini bu kadar açık şekilde boşa düşürmesinler. Zira tek adam Erdoğan yıllarca Şii hükûmetlere ve partilere karşı tavır takınırken, ilişkilerde İran'la mezhep temelli çekişme yaşayan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'ni öncelerken bugün onların en büyük düşmanlarından Husileri övmesi sadece bizim için değil, cümle âlem için hayret vericidir. Herhâlde farkındasınızdır; sırf Hamas'a destek açıkladıkları için Husilere sahip çıkmak sizin kendi dış politika çizginizle bile çelişmektedir. Cumhur İttifakı'nın en yakın müttefikleri Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri Erdoğan'ın Husilere yönelik bu sürpriz desteğine ne cevap vereceklerdir; doğrusu merak ediyoruz. Öte yandan, acaba tek adam Erdoğan, Türkiye için alınacak F-16'lar konusunda Beyaz Saray'a gerçekleştirdiği telefon konuşmalarında da Husilerle olan bu muhabbetinden söz etmiş midir? Tek adamın şahsi ufkuyla sınırlı bu sakat dış politika çizginizi ısrarla sürdürmeye devam ettikçe ülkemizi yeni maceralara ve sorunlara sürüklemenizin kaçınılmaz olduğunu görüyor ve sizleri aklıselime davet ediyoruz.
Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)