Konu: | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin Tümü münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 46 |
Tarih: | 25.12.2023 |
DEM PARTİ GRUBU ADINA HAKKI SARUHAN OLUÇ (Antalya) - Sayın Başkan, sayın vekiller; sizleri saygıyla selamlıyorum; ekranları başında bizleri izleyen değerli halklarımızı saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Şu anda cezaevlerinde haksız ve hukuksuz olarak tutulan ve bizleri izleyen Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel ve Selçuk Mızraklı şahsında cezaevlerindeki tüm arkadaşlarımızı sevgi ve saygıyla selamlıyorum; sizler insani ve siyasal duruşunuzla bizlerin onurusunuz.
Sayın vekiller, 2024 bütçesinin hem Plan ve Bütçe Komisyonu hem de Meclis Genel Kurulu görüşmeleri bir kere daha göstermiştir ki DEM PARTİ olarak bütçe görüşmelerinde önemli bir mücadele verdik. Bütçenin halkların bütçesi olması için sözümüzü en gür şekilde söyledik. 11.402 liralık sefalet ücretine mahkûm edilen asgari ücretlilerin, aylık 7.500 lira reva görülen emeklilerin, yoksullaştırılan kadınların, tarlasına gübre atamayan çiftçilerin, yok sayılan engellilerin, günü siftahsız kapatan esnafın, barınamayan ve KYK borçlarını ödeyemeyen öğrencilerin, ataması yapılmayan öğretmenlerin, ormanlarını ve yaşam alanlarını savunan köylülerin ve daha nicelerinin sesini ve taleplerini bütçe görüşmelerine taşıdık. Eksiklerimiz ve yetersizliklerimiz olsa da canla başla çalıştık ancak bu kadar emeğe, bu kadar mesaiye, bu kadar tartışmaya rağmen AKP-MHP ortaklığı 2024 bütçesinde bir virgül dahi değiştirmedi; tüm muhalefetimize rağmen halkların taleplerini 2024 bütçesine yansıtmadı. 2024 bütçesinin Plan ve Bütçe Komisyonunda yaklaşık dört buçuk hafta süren görüşmelerinde 50 tane önerge verdik, halkın sorunlarının çözülmesi için ödenek artırılmasını talep ettik ancak yine Cumhur İttifakı oylarıyla önergelerimizin hepsi reddedildi. Evlerin depreme dayanıklı hâle getirilmesine, deprem bölgesinde uygun eğitim şartlarının sağlanmasına, engellilerin kamudaki istihdam kotasının artırılmasına, en düşük emekli aylığının yoksulluk sınırının yarısına denk gelecek şekilde yeniden düzenlenmesine, kreş açılmasına, öğrenciler için yeni yurtlar yapılmasına kim karşı çıkabilir, kim "Hayır." diyebilir? Cumhur İttifakı bunlara bile "Hayır." dedi. Evet, yıllardır söylediğimiz gibi, bütçeler bir iktidarın vicdanıdır, 2024 bütçesi vicdansız bir bütçedir. Biz 2024 bütçesini görüşürken milyonlarca insanın gözü kulağı Asgari Ücret Tespit Komisyonunda, bu bir utançtır. Bir toplumun şayet en önemli gündemlerinden biri asgari ücret toplantılarıysa, vay o ülkenin hâline! Neden? Çünkü Türkiye'de çalışanların yarısından fazlası asgari ücret alıyor. Neden? Çünkü asgari ücret Türkiye'de temel ücret hâline gelmiş durumda, çünkü emeğiyle geçinen yurttaşlar enflasyona yem edilmiş durumda, çünkü herkes "Yeni yılda gelecek zam ve vergi yağmuruyla nasıl baş edeceğim?" diye hesap yapıyor. Maalesef asgari ücret bu ülkede artık ortalama ücret oldu, artık 10 milyonlarca işçi ve emekçi asgari ücretle hayatını sürdürmek zorunda kalıyor ve bu iktidar yanlış ekonomi politikaları ve tercihleriyle işçiyi, emekçiyi, dar gelirliyi, ücretli çalışanı perişan etmeye devam ediyor.
Sayın vekiller, bu bütçe hangi uluslararası koşullarda tartışılıyor, bu konuda birkaç belirleme yapmak istiyorum. 2023 yılı, küresel egemen güçlerin kıyasıya çarpıştığı, jeopolitik rekabetin korkunç derecede arttığı, toplumsallık adına somut ilerlemelerin yok hükmünde olduğu bir yıl olarak geride kalıyor. Bu yılı geride bırakırken içinden geçtiğimiz buhran tablosunu en iyi "belirsizlik" ve "polikriz" kavramları karşılamaktadır. Bu belirsizlik çağı, geride bıraktığımız bu yılı da doğrudan özetlemektedir.
Bakın, IMF'nin son küresel tahmininde yaklaşık 70 kez "belirsizlik" kavramı geçiyor, oysa 2022 raporlarında bunun yarısı kadardı. Aynı şekilde, çevresel, jeopolitik ve ekonomik krizlerin iç içe geçmesini anlatan "polikriz" kavramının da 2023'te Davos'a damga vurması tesadüf değildir. Savaş semptomlarının canlı kaldığı ve küresel alanın yumuşak karnı sayılan ekonominin iyice kırılganlaştığı bir aralıkta demokrasiye güvenin iyice azaldığına; faşizan, popülist, sağcı siyaset ve yapıların yükseldiğine küresel alanda tanık olmaktayız.
Sayın vekiller, şu an küresel siyasette iki temel süreç tüm alanlara şekil veriyor, merkezî güçlerin hegemonya savaşı bu iki hat üzerinden sürüyor; bunlar IMEC ve OBOR hatlarıdır. OBOR yani Çin'in 2013 yılında hayata geçirdiği, 150'den fazla ülke ve 30'dan fazla uluslararası kuruluşla anlaşmaları olan, 1 trilyon dolarlık yatırımı aşan Bir Kuşak, Bir Yol Girişimi; şu an Çin'in mega projesi olarak âdeta kıtayı etkilemektedir. Hindistan'da yapılan son G20 zirvesinde duyurulan IMEC'in ise yani Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru'nun Çin'in bu Kuşak Yol Projesi'ne karşı bir çerçeveleme konsepti olarak bu yıl ilanı yapılmıştır. Çin'in küresel ekonomi üzerinde artan etkisini bu şekilde kırmayı amaçlayan bu girişim, Hindistan'dan Avrupa'ya uzanan bir koridorla enerjiye dair yepyeni bir projeksiyon çiziyor. IMEC projesinde Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve Pasifik bölgesinin büyük ekonomileri yer alıyor. ABD öncülüğünde yürütülen bu projede İsrail'in Arap dünyasına entegrasyonu, Hindistan üzerinden Körfez ülkeleriyle iş birliği ve İran'ın izole edilmesi, Rus gazına bağımlılığı azaltmak, Çin'le rekabette Hindistan'ı yanına almak gibi pek çok amaç güdülüyor. İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün, Yunanistan gibi ülkeler bu projede en kazançlı ülkeler olarak görülürken Türkiye bilinçli bir şekilde dışarıda tutuluyor. Türkiye'nin güven vermeyen dış siyaseti ve tutarsızlığı, bölgesel Kürt düşmanlığı, sosyal çürüme yaratan baskıcı iç politikaları ve hukuk, adalet gibi evrensel normların bitirilmiş olması bu kararların alınmasında başat etkenlerdir. Çünkü her enerji yolu istikrar ve güven ortamı ister, AK PARTİ'nin 2023 Seçim Beyannamesi'nde vurguladığı "Türkiye Ekseni"ne kimse evrensel düzeyde güvenmemektedir çünkü ortada bir eksen yoktur, sadece hamaset vardır. İşte, önümüzdeki yılları derinden etkileyecek OBOR ve IMEC arası rekabet Orta Doğu'da da yaşanıyor, bildiğimiz İpek Yolu ortadan kalkıyor. Orta Doğu tüm bunların merkezi olarak hayati konumunu korumaktadır. Çok uzağa gitmeden, Filistin ve Rojava'da, kuzey ve doğu Suriye'de devam eden savaşların da gösterdiği üzere, uluslararası hukuk, barış kurumları ve bilinen tüm teamüller yerle yeksan olurken 2024'te yeni arayışların burada daha sert cereyan edeceği görülmektedir. Bu iktidar bu gelişmeleri ne yazık ki öngörememiştir, yanlış okumuştur veya yanlış çözümlere kapılmıştır, dış politikada hem Orta Doğu'da hem de dünyanın diğer bölgelerinde yanlış üzerine yanlış yapmıştır, tüm uyarılara rağmen bunları yapmıştır. Şimdi, yanlışlardan uzaklaşmaya çalışılsa da güven kalmadığı için olması gerekenlerin hiçbirini yapamamaktadır bu iktidar. Ekonomide "Faiz sebep, enflasyon sonuç." safsatasıyla yaratılan felaket dış politikada ve diplomaside de "Bir gece ansızın gelebiliriz." tehditleriyle sürdürülmüştür. Uluslararası gelişmeler doğrudan bir şekilde ekonomimizi etkilemektedir ve 2024 bütçesi bu gelişmelere hazır değildir.
Sayın vekiller, konuşmamın bu bölümünde size bu çatı altındaki yani Meclisteki bir çalışmadan, bir çabadan, bir rapordan söz edeceğim: Şu kitap, bu belge Kasım 2013 yılında tamamlanmış. Yasama dönemi, 24; yasama yılı, 4; sıra sayısı 571; şu gördüğünüz rapor Meclisin belgeleri arasında ve arşivinde. Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu Raporu Kasım 2013'te yayınlanmış. Şimdi, 495 sayfa yaklaşık, tuğla gibi 12 bölümden oluşuyor ve dediğim gibi, Meclis belgeleri arasında; okumanızda fayda var bu belgeyi, okumanızda fayda var çünkü Kürt sorunu hakkında bütçe görüşmelerinde dinlediğimiz kimi konuşmalar bize gerçekten "eğitim şart" sözünü hatırlattı. Bu Komisyon, 43 kişiyi bu Meclisin içinde, 129 kişiyi ise çeşitli şehirlerde dinleyerek bu raporu oluşturdu. Bu raporda geçen bazı konulara, bazı başlıklara değinmek istiyorum sadece. "İçindekiler" bölümüne baktığımızda 12 bölümden oluşan bir rapor bu, gerçekten çok kapsamlı bir rapor ve birkaç başlığa değinerek nereden nereye geldiğimize dikkat çekmek istiyorum on sene içinde. Bu başlıklardan bazıları şöyle: Yeni anayasa, ana dil tartışmaları, özerklik tartışmaları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, koruculuk müessesesi, yerleşim yeri adları tartışmaları, şiddet kültürü, travma toplumu. Say say bitmez, gerçekten 495 sayfa.
Şimdi, bu konulardan herhangi birine dair bu çatı altında bir tartışma açalım, konuşalım, fikrimizi söyleyelim desek, iktidar ortağı ve bu konudaki gizli ortağı hep birlikte "terörö" diyerek bizi bastırmaya, sesimizi kısmaya çalışmaktadır. Şimdi bu Mecliste dile getirdiğimizde linç edileceğimiz kimi konular, o dönem hem tarihsel hem güncel boyutuyla tartışılmıştı bu Meclisin, bu çatının altında. O zaman ben de bu Komisyona gelmiştim ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'yla ilgili fikirlerimi anlatmıştım; bütün çağdaş demokrasilerde ve nüfusu ve coğrafi alanı büyük olan ülkelerde merkezî vesayet yerine "ademimerkezî" anlayışın gelişmesi büyük önem taşıyor demiştim.
Komisyon raporunun sonuç bölümünde şöyle bir yer var, diyor ki: "Kürt kimliğinin ret, inkâr ve asimilasyonu, silahla bastırma ve polisiye tedbirlerle sorunu çözme yaklaşımı ile demokratik bakış, diyalog, görüşme ve görüşmeyle çözüm yaklaşımı arasındaki farkı iyi kavramak gerekmektedir." Devam ediyor: "Çözüm sürecinin başarıya ulaşarak akan kanın kalıcı bir şekilde durmasıyla elde edilecek ortamla ülkemizin yakalayacağı ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel gelişme ivmesi de orta ve uzun vadede çözümün hanesine yazılacak önemli kazanımlar olacaktır." Bunları biz söyleyince sizin öfkelendiğiniz fikirler ama bunlar, bu Meclis çatısı altında oluşturulmuş olan bu raporda açık ve net bir şekilde ifade ediliyor. Şimdi, bahsettiğimiz o günleri nostalji olarak anlatmıyorum sayın vekiller. Kürt sorununda gerçek bir çözüm için gerçek bir girişim olduğundan dolayı size bunları hatırlatıyorum. Çözümde şeffaflık, demokratik, hukuki, parlamenter zemin, siyaset zemini işler. Çözümsüzlükte ise tüm bu zeminler hasar alır; hukuk dışılık, gayrimeşruluk, karanlık politikalar devreye girer. Çözümde demokratik siyaset güçlüdür, her türlü karanlığı sona erdirir. Çözümsüzlükte ise karanlık güç kazanır, demokratik zemini ortadan kaldırır. Hukuksuzluk karanlığı her yeri, tüm toplumu sarar ve kuşatır. Şimdi, iktidar partisi "Biz Kürt sorununu çözdük, artık Kürtlerin hiçbir sorunu yoktur." kocaman yalanına bizi inandırmaya çalışıyor. Neden mi yalan? Bakın, bir yandan 2013-2015 arasında ülkede çözüm rüzgârları eserken Kamu Güvenliği Müsteşarlığında da 2014 sonunda "Çöktürme Planı" adlı bir plan tek tek, adım adım tartışılıyordu. Bu kapsamlı ve tamamen Kürt muhalefetini ve siyasetini, tüm kurum ve toplumsal alan örgütlenmeleriyle yok etmeye dönük plan, Dolmabahçe'deki mutabakat masasının 2015 Nisanında devrilmesiyle hayata geçirilmeye başlandı ve bu plan hâlâ devrededir. O yüzden "Kürt sorununu çözdük." sözünüze kimseyi inandıramazsınız. Sizin döneminizde arkadaşlarımız cezaevinde, sizin dönemizde partimize kapatma davası açıldı, sizin döneminizde yargı iktidarın aparatı ve Kürtlerin üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanmaya devam ediyor, sizin döneminizde halkın iradesi gasbedilerek kayyumlar atanıyor ve birçok Kürt düşmanı uygulama her gün devam ediyor, Kürt sorununa her gün yeni bir sorun ekliyor bu iktidar. Size sesleniyoruz, iktidara söylüyoruz, sizin "Verdik." dediğiniz tüm hakların arkasında muazzam bir demokratik mücadele, fazlasıyla ödenmiş bedeller var. Üstelik, hâlen bu bedeller ödenmeye devam ediyor Kürt halkı tarafından hem de. Yeter artık "..."(*) diyoruz; Türk, Kürt kimse bedel ödemesin istiyoruz. Çağrımız Meclisteki bütün partilere, gelin, bu sorunun çözümü için yeniden inisiyatif alalım. Çözüm sürecinin tıkanan yanları neydi? Sona ermesinin nedenleri neydi? Bu süreç nasıl ilerletilir? Bir araştırma komisyonu kuralım, hızlı bir biçimde çalışmalarına başlasın ve siyasetin, demokratik kamuoyunun, toplumun önüne bir yol haritası çıkarsın. Kürt sorununun doğrudan kaynaklık ettiği demokrasi, hukuk, adalet, toplumsal eşitsizlikler, ekonomik krizlerin çözüm yolları konusunda araştırma yapmak üzere bir Meclis komisyonu oluşturalım ve çalışmalarına başlasın. Parlamentoda grubu bulunan ve bulunmayan siyasi partiler olarak 2'nci yüzyılında cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak, eşit yurttaşlığın önünü açmak, toplumsal yaraları saracak onarıcı bir adaletin gerçekleşmesi için neler yapılabileceği konusunda ortak bir gündem oluşturalım ve tartışalım. Cumhuriyetin 2'nci yüzyılı tüm sorunlarımızın ortak akıl ve uzlaşıyla çözüme kavuşturulacağı bir çözüm yüzyılına dönüştürülsün, demokrasi yüzyılına dönüştürülsün ve nihayetinde demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir anayasayı hep birlikte yapalım. Açık ve net teklifimiz budur. Demokratik çözüm yeri Parlamentodur. Çözüm yolu, diyalog ve müzakeredir. Çözüm aracı demokratik siyasettir, demokratik siyasetin güç kazanmasıdır.
Sayın vekiller, Kürt sorununun demokratik müzakere yoluyla çözümünden korku duyulmaması gerekiyor. Barışçı ve demokratik bir çözüm toplumun yararına değil midir? Aksini kim iddia edebilir? Herkes şapkasını önüne koyup bunu iyi düşünmelidir. Güvenlikçi politikaların peşinden sürüklenip gidileceğine, bu ülkede toplumsal barışı yaratsak ve dünyaya örnek olsak ne kaybederiz? Hangi iktidar, hangi koltuk, hangi makam, hangi mevki toplumsal barıştan daha değerli olabilir, insan hayatından, gençlerin hayatından daha kıymetli olabilir? Bu Parlamento nasıl ki uluslararası meselelerde İsrail, Filistin, Ukrayna, Rusya gibi konularda barış ve müzakere çağrısı yapıyorsa, diplomasi öneriyorsa kendi meselemizde de demokratik müzakere sürecini işletebilmelidir. Terzi olarak kendi söküğümüzü neden dikemiyoruz? Biz bu meseleyi kendi içimizde, parlamenter zeminde, demokrasi yoluyla çözebilecek birikime, tecrübeye sahip değil miyiz? Sahibiz. Yeter ki siyasi irade ortaya konulsun, burada oturup cesaretle her şeyi tartışabilelim.
Sayın vekiller, bakın, günlerdir, aylardır, yıllardır bahsettiğimiz bir konu var; İmralı'daki tecrit. Sadece son bir yılda 169 kez başvuru yapıldı ama tek bir cevap yok. Son üç yıldır da hakeza bine yakın başvuru var, yine cevap yok. Peki, böyle nereye kadar? Bu bir çözüm mü? Bin günden fazla, otuz dört ay kadar bir süredir Abdullah Öcalan'a aile, avukat veya telefon görüşmesinin yaptırılmaması, mutlak iletişimsizlik uygulaması gerçekten çözüm mü sizce? Bu, insanlık dışı bir durum, hukuk dışı bir durum. Tecrit ve İmralı Adası bugün hukukun kara deliği hâline gelmiş. Tecrit uygulamasında hukuk nasıl oldu da kendini inkâr edecek hukuku oluşturmak durumunda kaldı? Hukuk nasıl oldu da şiddete dönüştü? Bu sorulara makul bir cevabınız yok. Dünyada bir örneği yok bunun, kimseye böyle bir tecrit yaşatılmadı, kimseye böyle yaklaşılmadı; bizler bu hukuksuzluğu anlatmaya devam edeceğiz. Tecrit durumunu, topluma dayatılan alışma hâlini kesin bir dille reddediyoruz; bu bilinmelidir, bunu söylemekten vazgeçmeyeceğiz ta ki bu hukuksuzluk sona erene kadar.
Sayın vekiller, "yönetim" dediğimiz şey, toplumsal ihtiyaçların düzenlenme alanıdır. Yerel yönetimler de bu ihtiyaçların toplumsal düzeyde sağlandığı alanlardır. Bu açıdan yerel seçimler, başta demokrasi olmak üzere yerel demokrasi açısından da hayati bir zemindir çünkü yerele bakılarak bir ülkenin demokratik siyaset kavrayışı anlaşılır. Yerel yönetim alanlarının özgürlüğü ile toplumsal özgürlükler paraleldir. Bu, bir tespitten öte yüzyılların somutlaştırdığı bir gerçektir. Bundan hareketle biz yerel yönetim anlayışımızı "demokratik yerel yönetimler" olarak tarif ediyoruz. Merkeze bağlı ama kendi öz gücüne yaslanan bu model, temel belediyecilik hizmetlerinin halkın yararına uygun bir şekilde planlanıp yaşamsallaştırılmasını savunur. Gerçekleştirilen her çalışmanın bütün süreçleri halkla birlikte planlanır, kararlaştırılır ve uygulanır yani katılımcı ve müzakereci bir demokrasi bizler için esastır. Geride kalan otuz yıllık deneyimde yani Halkın Emek Partisi (HEP), Demokrasi Partisi (DEP)'le başlayan, bugün Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM PARTİ)'yle süren siyasal gelenek ve yerel yönetim pratiğinde daima toplumsal inşayı hedefledik çünkü toplumsal inşa demek, devletçi zihniyete entegre olmadan demokratikleşme kültürü etrafında zihniyet sorunlarının, mülkiyet ilişkilerinin, cinsler arası ilişkilerin, etik, politik ve ekonomik sorunların çözüleceği alanları yaratmak ve son kertede halkın kendini ve kentini yönetebileceği bir zemini kurmak demektir. En önemlisi, demokratik bir yerel yönetimin, belediyeciliğin ölçütü kadın özgürlüğünde varılan düzeydir. Eş başkanlık, kadın kentleri, kadın belediyeciliği bu anlamda yerel yönetime evrensel düzeyde katkılarımızdır.
Şimdi, yerel yönetimlere bakışımızın en önemli tarafı ise şudur: Yerel yönetimler deneyimimiz boyunca bu alanı Kürt sorununun çözümünde de başat kıldık. Bundan ötürü 1999'dan 2019 seçimlerine kadar hepsinin taslaklarında, seçim bildirgelerinde yerel yönetimlere dair ortak vurguladığımız başlıklar vardı ve bunlar tesadüf değil, mücadelemiz ve siyasal okumamızın bize öğrettiği hakikatlerdi. İşte, böylesi bir tablo ve arayış içinde karşımıza baskı, inkâr ve kayyum rejimi tesis ediliyor. Daha 79'da kazandığımız Hilvan Belediyesinin Başkanı Nadir Temel ve Meclis üyelerinin görevden alınması ile Batman Belediyesi Başkanı Edip Solmaz'ın katledilerek yerine bir askerin kayyum olarak atanmasını hatırlatmak isterim. Sayın vekiller, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde kazandığımız 65 belediyenin 6'sına seçimlerin ertesi günü KHK'li adaylar bahane edilerek Yüksek Seçim Kurulu AKP'li kayyumları işbaşına getirdi. Seçildiklerinden kısa bir süre sonra ise 48 belediyemize İçişleri kayyumları atandı; vali ve kaymakamlar. Kayyum atamaları keyfî ve hukuksuzdur; bu, tartışmasız bir gerçektir. Bu kayyum atama politikası aslında bir atanmışlar rejimi oluşturmanın adımlarıdır. Bu dayatılan atanmışlar rejimi, sadece kürdistan coğrafyasının veya bizim seçmenlerimizin de sorunu değildir; kayyum çok açık ve net, halkın iradesinin, seçme ve seçilme hakkının gasbedilmesidir; Anayasa'nın, yasaların, Türkiye'nin imzaladığı uluslararası sözleşmelerin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın ihlal edilmesidir, tanınmamasıdır, yok sayılmasıdır, çiğnenmesidir; Kürtleri yerel demokratik siyasetten ve yerel yönetimlerden tasfiye etme adımlarıdır. Hukukun bittiği yerde gayrimeşruluk başlar. Kayyum atamaları halkın sandıkta iradesinin üzerine gayrimeşru çökülmesidir. Tabii, bunu hukuk yalanına, kılıfına uydurarak yapıyorsunuz ama işin özü değişmiyor. Konuşmaya gelince millet iradesinden bolca bahsedersiniz ama mesele Kürtler ve belediyeleri olduğunda ise neoşark ıslahatçısınız. Umumi müfettişlerin iktidar partisi olarak siyaset tarihine geçtiniz. Kayyum atanan tüm belediyelerimizde, halkımızın iradesinin gasbedildiği her yerde bu rejim, usulsüzlük, yolsuzluk ve borç batağına saplanmıştır.
Kayyumla yönetilen şehirlerin Sayıştay raporları incelendiğinde çok vahim bir tablo söz konusudur ki Sayıştay raporları buz dağının görünen kısmı bile değildir. O kayyumlar şimdi giderayak belediyelerin bir bir içini boşaltıyor; yaptıkları yolsuzluklar, usulsüzlükler, talan, hırsızlıkların ötesinde, bir bir belediyelerin içini boşaltıyor; taşınmazları, arazileri, tesisleri hatta belediyelerin hisselerini bile devrediyor bu kayyumlar, peşkeş çekiyor. Kime? İktidar yandaşlarına. 31 Martta boş belediye binaları bırakıp kaçmak istiyorlar; amaçları bu, kara bir leke ve büyük bir utançtır bu. Bu gaspçı uygulamayla Kürt halkında nasıl bir kırılma yarattığınızın farkında mısınız? İnsanları duyguda, nasıl uzaklaştırdığınızın farkında mısınız? Kürt halkı demokratik siyasette ısrar ediyor, demokratik siyaseti çözüm yolu olarak görüyor, sandığa gidiyor. Ezici bir çoğunlukla belediye başkanını, belediye meclis üyelerini seçiyor, kentini kendi belediye başkanları yönetsin istiyor. Siz ise Kürt halkına hakaret ederek bu yolu kapatıyorsunuz, iradesini gasbediyorsunuz. Demokratik siyaset yolunu kapatmak hangi akla ve amaca hizmettir, hiç düşündünüz mü? İnsanlar belediyeleri kendi evi olarak görüyor, siz o eve kayyum olarak valiyi, kaymakamı gönderiyorsunuz. İnsanlar dilini, kültürünü reddeden, Kürtçe tabelaları dahi söken, hakaret eden vali ve kaymakamları kendi evinin içinde görmek istemiyor. Kayyum rejimi, demokratik yerel yönetimler ve yerel demokrasinin imha girişimidir. Yine, son yüzyıllık asimilasyon ve inkâr politikalarının devamı anlamına gelen kayyum rejimi, bizleri inandığımız bu yoldan ve kendimizi yönetme mücadelesinden asla ama asla alıkoyamaz. 31 Mart bu açıdan tarihî öneme sahiptir. 31 Mart zulme, inkâra ve hakarete karşı halkın topyekûn sandık yoluyla vereceği tarihî yanıta tanıklık edecektir, göreceksiniz. Kayyum politikanız sandıkta çöp olacaktır, halk sizin bu siyasi mühendislik projelerinizi un ufak edecektir, kayyumsuz bir demokrasiyi yaratacaktır. Kayyumların sandıkta kaybedecek olması, aynı zamanda Türkiye'nin her yerinde demokrasinin kazanması demektir çünkü kayyum Batı için de bir tehdittir. O yüzden, herkesin, Kürt halkının kayyumlara karşı yükselteceği yerel demokrasi mücadelesine destek olması gerekir, sahip çıkması gerekir. Boğaziçi Üniversitesinin kayyumdan kurtularak özgürleşmesi için Cizre'nin ve Amed'in kayyumlardan özgürleştirilmesi gerekiyor. Sayın vekiller, önümüzde bir yerel seçim var, o nedenle bu kayyumlar meselesini bu kadar yoğun olarak ele almak durumunda kaldım.
Şimdi, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz -burada değil herhâlde ama- bütçe görüşmelerinde, burada Millî Güvenlik Siyaset Belgesi'nin 2024'te yenileneceğini söyledi. Bunu söylüyorsunuz, sonra da çıkıp "Türkiye bu darbe anayasasından kurtulmalı." diyorsunuz. Bakın, darbe anayasasının dayanağı tam da sizin yenilemek istediğiniz kırmızı kitaptır; güvenlikçi, statükocu vesayet anlayışına sımsıkı sarılıyorsunuz.
Şimdi, bakıyoruz, Avrupa Birliğine üyelik müzakereleri için demokrasi alanında atılacak adımları içeren ev ödevlerini yerine getirmiyorsunuz, köprüleri atıyor ya da ayak sürüyorsunuz. Avrupa Birliği ilerleme raporları ortada, her yıl yayınlanıyor. Demokrasi ödevinde tembel öğrenci gibi sınıfta kalmaya devam ediyorsunuz. Her yıl açıklanan rapordan sonra Dışişleri Bakanlığının aynı kınama açıklamasını yapması sadece komedidir, gayriciddi bir tutumdur.
Türkiye hukukun üstünlüğü kategorisinde 173 ülke arasında 148'inci sıradadır. Türkiye sayenizde gri listededir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını tanımıyorsunuz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını tanımadığınız gibi, Anayasa Mahkemesinin kararlarını da tanımıyorsunuz, maddelerini de tanımıyorsunuz. Hukukun temel ve evrensel ilkeleriyle aranıza büyük bir mesafe koymuşsunuz, demokrasiyle aranıza büyük bir mesafe koymuşsunuz, demokratik siyaset alanını kumpas ve kapatma davalarıyla daraltmaya çalışıyorsunuz. Gazeteciler cezaevinde, demokratik siyaset yürüten siyasetçiler cezaevinde, seçilmişler cezaevinde, bu Parlamentonun bir üyesi Can Atalay cezaevinde, yerel yönetimler kayyum darbesi altında. İşte, tüm bunların dayanağı o kırmızı kitaptaki zihniyettir. Belli ki kırmızı kitabı iyi hatmetmişsiniz, harfi harfine uyguluyorsunuz. Yeni vesayet rejimini bizzat siz adım adım inşa ediyorsunuz ama yanlış yapıyorsunuz, yanlış yol izliyorsunuz. Türkiye'nin ihtiyacı kırmızı kitaplar değil, millî güvenlik siyaset belgeleri değil, güvenlikçi paradigma değil; Türkiye'nin ihtiyacı demokratik siyaset belgesidir, demokratik çözümdür, demokratik müzakeredir, demokrasi reformlarıdır. Gelin, Meclis Komisyonunun ortaya çıkardığı bu raporu güncelleyelim sayın vekiller, bu raporu güncelleyelim eğer illa bir şey güncellemek istiyorsanız.
Şimdi, konuşmamı bitirirken bir konuya daha değinmek istiyorum. Biliyorsunuz, beş yıl önce HDP Grup Başkan Vekili olarak göreve başlamıştım, ardından bu iktidarın yüzünden Yeşil Sol Parti Grup Başkan Vekili olarak devam ettim, sonra HEDEP Grup Başkan Vekili oldum, sonra yine iktidarın çabasıyla DEM PARTİ Grup Başkan Vekili olarak şimdi kürsüdeyim. Ben aynı benim, aynı fikirlere sahibim, aynı görüşlerimi anlatıyorum ama parti isimleri farklı. Nedeni ise bu iktidarın HDP'ye, Kürt siyasetine, Kürt demokratik muhalefetine yönelik açtırdığı siyasi kapatma davası ve demokratik tasfiye, demokratik siyasetten tasfiye çabalarıdır; demokratik siyasetten bizleri, Kürt halkının ve Türkiye demokrasi güçlerinin sesi, sözü ve siyasi temsilini tasfiye etme çabasıdır. Bu da demokrasi ve hukuk adına bu iktidarın ayıbı ve utancıdır. İktidara söyleyelim ki bu yol demokratik ve hukuki bir yol değildir. Yanlış yolda gidiyorsunuz, bir kez daha bunu vurgulamış olalım.
Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Saygıyla tekrar selamlıyorum.