Konu: | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 6'ncı Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 38 |
Tarih: | 17.12.2023 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA SERAP YAZICI ÖZBUDUN (Antalya) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri ve bizleri ekranları başında izleyen sevgili yurttaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Konuşmama başlamadan önce, bu kürsüde yaptığı konuşma neticesinde kalp krizi geçirerek vefat etmiş olan değerli milletvekili arkadaşımız, Saadet Partisi Milletvekili Sayın Hasan Bitmez Bey'i rahmetle ve saygıyla anıyorum; ailesine ve sevenlerine tekrar sabırlar diliyorum.
Üniversiteler üzerine söz almış bulunuyorum sayın milletvekilleri.
Bütçe kanunu teklifini incelediğimiz zaman üniversitelerimize 345 milyar Türk lirası kadar bir payın ayrıldığını görüyoruz, bu pay fevkalade yetersiz. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri'nde sadece Stanford Üniversitesine ayrılan pay, bizim ülkemizdeki bütün üniversitelere tahsis edilen bütçe payına tekabül ediyor. Dolayısıyla bu rakamsal veriler Türkiye'de üniversitelerin ne kadar büyük bir yoksulluğa terk edildiğini, böylece bizi yönetenlerin aslında bilimsel araştırmalardan ne kadar çok vazgeçtiklerini ve ülkemizin gençlerinin gelişimini ne kadar göz ardı ettiklerini gösteriyor. Ne var ki üniversitelerimizin karşı karşıya kaldığı sorun sadece bu yoksul bütçe sorunundan ibaret değil. En az onun kadar, belki daha da önemli olan başka bir sorun var; o da üniversitelerimizin özerklikten yoksun olmaları, akademisyenlerimizin akademik hürriyetlerinden mahrum kılınmış olmaları. Bu yapı, aslında kökleri 12 Eylülde siyasete el koyan Millî Güvenlik Konseyi yöneticilerinin zihniyetlerinin ürünü yani kökleri yıllar öncesine dayanıyor. Neden mi dersiniz? Çünkü 12 Eylülde ülke yönetimine el koyan Millî Güvenlik Konseyi üyeleri -kimlerdi bunlar; dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları- o tarihlerde müdahaleyi teşvik eden en önemli sebebin terör ve şiddet olaylarının yaygınlaşması olduğunu teşhis etmişlerdi. Ha, buna belki itiraz etmeye imkân yok, gerçekten terör ve şiddet olayları yaygınlaşmıştı ama bu 5 general bu saptamayı yaptıktan sonra terör ve şiddet olaylarının asıl müsebbibi olarak üniversiteleri, akademisyenleri ve üniversite gençliğini gördüler. Böylece, bu tespitleri neticesinde üniversiteleri, akademisyenleri ve üniversite gençliğini yoğun bir merkezî denetime tabi kılmanın en hayati yöntem olacağına karar verdiler ve bunun sonucu olarak hâlen varlığını koruyan, giderek hantallaşan ve otoriterleşen, kısa adı "YÖK" olan Yükseköğretim Kurulunu kurdular. Böylece, bu Kurul vasıtasıyla Türkiye'deki bütün üniversiteleri tek tipleştirdiler, kendi geleneklerinden kopardılar. Burada ilginç bir noktaya işaret etmek istiyorum: Sivil yönetime geçişten sonra Parlamento çatısı altında yer alan çeşitli siyasi partiler YÖK'ten yakındılar, bu Kurulu ilga etmek gerektiğini, yahut hiç değilse çok radikal olarak reformize etmek gerektiğini savundular ama daha ilginç bir noktaya işaret edeyim mi? Belki bunu en hararetle savunanlardan biri Adalet ve Kalkınma Partisi oldu. Gerçekten -partinin 2002'deki seçim beyannamesini incelerseniz orada görürsünüz, keza, 2007'deki seçim beyannamesini incelediğinizde de aynı taahhütlerinin olduğuna rastlarsınız ama- ironik olan nokta şudur: Adalet ve Kalkınma Partisi hükûmet ettiği ilk yıllarda üniversiteleri özerk kılmaktan, akademisyenleri hürriyetlerine ulaştırmaktan söz ederken aslında 12 Eylül generallerinin yarattığı vesayet kurumlarını en aşkla ve en iştiyakla kullanan parti olmuştur.
Bunu size iki örnekle açıklamak istiyorum. Hatırlarsanız, benim de öğretim üyeleri arasında yer aldığım İstanbul Şehir Üniversitesi bir siyasi öfkeye kurban edilmiştir. Nasıl mı? Önce Ekim 2019'da üniversitenin bütün banka hesaplarına el konmuştur. Böylece, üniversite, öğretim üyelerine ve diğer çalışanlarına ücret ödeyemez, öğrencilerinin de burslarını ödeyemez hâle getirilmiştir ve hemen ardından 19 Aralık 2019'da YÖK kararıyla üniversiteye bir kayyum atanmıştır. Kayyum atanmasının temelinde Vakıf Üniversiteleri Yönetmeliği'nin 25/(d)/(3) maddesi yer almaktadır. Bu yönetmeliğin hükümlerini incelediğimizde şunu görüyoruz: Yönetmelik, mali güçlük içine düşen üniversitelere kayyum atanabileceğini, böylece üç yıllık bir denetim sürecine tabi kılınacağını, eğer denetim süreci tamamlandığında mali koşullar düzelmişse kayyum yönetiminin sona ereceğini hükme bağlamıştır. Nitekim, Mayıs 2016'da kendisine kayyum atanan Haliç Üniversitesi aynı denetim sürecinden geçmiş, Mayıs 2019'da Haliç Üniversitesinin kayyum yönetimi sona ermiş; böylece, üniversite, yöneticilerine teslim edilmiştir. Peki, sayın milletvekilleri, İstanbul Şehir Üniversitesinin başına ne gelmiştir? Bu üç yılı beklemeye AKP kadrolarının sabrı yetmemiştir. O nedenle, özel bir mevzuat değişikliği yapmaya ihtiyaç duymuşlardır. Bu Parlamento çatısı altında, AKP çoğunluğunun oylarıyla 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'na çeşitli hükümler eklenmiştir, böylece üniversitenin kapatılması süreci hızlandırılmıştır. Burada, özellikle bu kanuna itiraz eden, bu kanunun kamu yararı için değil, sadece İstanbul Şehir Üniversitesini kapatmak için hazırlandığını cesaretle, vicdanla ve dürüstlükle vurgulayan CHP'li, İYİ Partili, HEDEP'li ve DEVA Partili milletvekillerine şükranlarımı sunuyorum. Ne yazık ki muhalefet partilerinin bu itirazları dikkate alınmamıştır, kanun 17 Nisan 2020'de yürürlüğe girmiştir ve 30 Haziran 2020'de Cumhurbaşkanı kararıyla İstanbul Şehir Üniversitesinin faaliyet izni kaldırılmış, 7 bin öğrenci ve 700 çalışan mahrum edilmiştir.
Değerli milletvekilleri, şimdi, bir başka örnek daha biliyoruz, o örneğe de geçelim. Bildiğiniz gibi, ülkemizin medarıiftiharı olarak ifade edebileceğimiz bir başka üniversitenin hazin hikâyesine de tanıklık ediyoruz; orası da Boğaziçi Üniversitesi. Boğaziçi Üniversitesi de gene 12 Eylül yöneticilerinin kabul ettikleri bir başka vesayet prosedürü işletilerek aslında belki kapatılmamış ama deyim yerindeyse yoğun bakım ünitesine alınmıştır. Nasıl mı? Bu Anayasa'nın yani hâlen yürürlükte olan Anayasa'mızın en güçlü vesayet organı Cumhurbaşkanlığı makamıdır. Dolayısıyla, devletin birçok kurumu Cumhurbaşkanının iradesine terk edilmiştir ve tabii, üniversiteler de bundan nasibini almıştır. Böylece, hiçbir demokratik, medeni ülkede görmeyeceğiniz şekilde üniversitelere rektör atama yetkisi Cumhurbaşkanına sunulmuştur ve Cumhurbaşkanı bu yetkisini kullanmak suretiyle üniversitelerde dilediği gibi bir tasarım yapabilmiştir. Neticede, biliyorsunuz, Boğaziçi Üniversitesine geleneklerine aykırı bir biçimde rektör ataması yapılmış; bu, hem üniversitede huzuru bozmuş hem kamuoyunda tepkilere yol açmış, sonuç olarak atanan rektör geri alınmış ama ardından benzer bir yöntemle gene aynı maksada matuf olarak başka bir rektör atanmıştır. Üniversitede bir yeniden yapılanma gerçekleştirilmesi için bu kez YÖK'ün de devreye girmesiyle, sanki Türkiye'nin en acil ihtiyacı yeni bir hukuk fakültesiymiş gibi, Boğaziçi Üniversitesinin tabiatıyla bağdaşmayacak biçimde üniversitede bir hukuk fakültesi açılmıştır. Bildiğiniz gibi, üniversite hâlen ciddi sıkıntılar yaşamaktadır, kamuoyunda tepkiler devam etmektedir. Şimdi, burada AKP sıralarında oturan milletvekili arkadaşlarımın vicdanına seslenmek istiyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın Özbudun.
SERAP YAZICI ÖZBUDUN (Devamla) - Eğer bu 12 Eylül yönetiminin yarattığı vesayet kurumlarını ortadan kaldırmak niyetiniz samimiyse bakın, çok basit bir yöntemle başlayabiliriz: Önce Boğaziçi Üniversitesinden elinizi çekin, idare hukukunun mekanizmalarını kullanarak bir geri alma işlemi yapın, atadığınız rektörü geri alın. Açtığınız hukuk fakültesini kapatın, oradaki kadroları mevcut başka hukuk fakültelerine nakledin ve ardından bu vesayet mekanizmalarını kullanmaktan topyekûn vazgeçin ki biz de sizlere inanalım, samimi olduğunuzu düşünelim.
Sabrınız için teşekkür ediyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi, CHP ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)