GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 4'üncü Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:36
Tarih:15.12.2023

İYİ PARTİ GRUBU ADINA ÜMİT ÖZLALE (İzmir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Gazi Meclisimizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce Saadet Partisi Kocaeli Milletvekili merhum Hasan Bitmez'e Allah'tan rahmet diliyorum; sevenlerinin başı sağ olsun, Saadet Partimizin başı sağ olsun diyorum.

Falih Rıfkı Atay "Çankaya" eserinde, 1836 yılında II. Mahmut'un "Türkiye'de durum nedir?" diye atadığı Prusyalı subay Moltke'nin bir gözlemini aktarır ve der ki Prusyalı subay Moltke 1836 yılında: "Türk, kendi toprağında yetişen 1 okka dokunmuş kumaşa 10 okka ham ipliğini verir." Tekrar söyleyeyim: 1836 yılında II.Mahmut Prusyalı bir subay Moltke'yi Türkiye'deki iktisadi durumu araştırması için görevlendirir ve bu subay -biraz önce dediğim gibi- şu hâlâ yenemediğimiz makûs talihimizi kendine has üslubuyla şöyle söyler: "Türk, kendi toprağında yetişen 1 okka dokunmuş kumaşa 10 okka ham ipliğini verir."

Bu ülkenin, bu ülke ekonomisinin kaderi maalesef yüzyıllardan beri aynı. Nedir? Üretime, ürüne hak ettiği değeri katamıyoruz ya da halkın artık aşina olduğu deyimle yüksek katma değerli ürünü bir türlü biz bu ülkede üretemiyoruz. Bugün iki tane çok önemli Bakanlığımızın bütçesini tartışırken bu gerçeği hiç unutmamamız lazım. Bizim iki yüz yıldan beri, üç yüz yıldan beri en temel problemimiz üretimine hak ettiği katma değeri verememek, "tasarım" gibi, "inovasyon" gibi kavramlarda maalesef istediğimiz noktaya gelememek.

Peki, biz bu gidişatı nasıl değiştirebiliriz? Ben izninizle bu bütçe konuşmasında biraz daha öneri odaklı gitmek istiyorum. İlk önce doğru bir yapılanma gerekiyor. Bakın, 1950'li yıllarda gelişmekte olan ülkeler daha sonra nasıl gelişmiş ülke olmuşlar ona biraz bakmak gerekiyor. "MİTİ" diye bir Bakanlık duymamışsınızdır ama Asya'da bu Ministry Of International Trade And Industry yani Uluslararası Ticaret ve Sanayi Bakanlığı var. Japonlarla, Japonya'yla beraber başlıyor, daha sonrasında Güney Kore'nin içinde olduğu birçok Asya ülkesi yapılanmayı böyle kuruyor. Bunun çok basit ve çok anlaşılır bir sebebi var. Eğer sizler sanayinizi geliştirmek istiyorsanız bunu ihracatla yaparsınız; ihracatınızın niteliğini artırmak istiyorsanız, ihracatta yüksek katma değerli bir üretimle daha fazla ihracat yapmak istiyorsanız, daha az kaynakla daha fazla ihracat yapmak istiyorsanız da o zaman sanayinizi geliştirirsiniz. Yani dış ticaret ve sanayi birbirinden kopmaz, birbirine mutlaka entegre olması gereken iki tane alan ve gelişmekte olan ülkelerin yapılanmasına baktığınız zaman bu iki bakanlık aynı yerde, beraber çalışıyor, oysa biz bugün belki kaderin bir cilvesi olarak iki tane farklı bakanlığın bütçesini konuşuyoruz. Şimdi, Ticaret Bakanlığı ihracattan ve ithalattan sorumlu, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı da sanayi ve teknoloji politikalarından sorumlu. Oysa bu ikisi tek bir bakanlığın içerisinde ve son derece entegre bir şekilde ele alınırsa ancak bizler o orta gelir tuzağından kurtuluruz, bizler ancak o zaman 50'li, 60'lı, 70'li yıllarda gelişmekte olan ülke ekonomilerinin gelişmiş ülke olmasına giden yolda bir yol alırız. O yüzden, benim ilk olarak önerim, bu iki tane bakanlığın yapısının bir daha düşünülüp, bu iki tane bakanlığın birleştirilmesi. Sanayi ve ihracatı birbirinden farklı düşünemezsiniz.

Şimdi iki tane bakanlığa farklı farklı bakalım. Maalesef izlenen yanlış politikalarla beraber bizim zaman içerisinde ne dış ticaretimiz iyileşiyor ne de ihracatımızın teknoloji yoğunluğunda öyle hissedilir bir gelişme görüyoruz. Bakın, On İkinci Kalkınma Planı'nı burada hararetle tartıştık ve orada hep şunu söylüyordu: "2028 yılına geldiğimiz zaman bu ülkenin sıfır cari açığı olacak." Peki, biz bu sıfır cari açığı nasıl yaratacağız? İhracatımız ithalatımıza denk düşecek; öyle değil mi? Peki, bizler bu konuda doğru bir yolda mıyız, size birkaç tane şey söyleyeyim. İlk olarak, şu anda neredeyse rekor bir cari açık vermiş durumdayız yani 2011 yılını bir kenara atarsanız son birkaç yıl içerisinde bizim cari işlemler açığımız rekor seviyeye çıkmış durumda. Burada, bazı arkadaşlar, özellikle AK PARTİ'li arkadaşlar diyecek ki altın ve enerji ithalatını bir kenara atarsanız aslında biz cari fazla veriyoruz. Benim, buna çok temel bir cevabım var, çok temel bir tepkim var: Neden altın ve enerji ithalatını bir kenara atıyoruz? Türkiye neden bu kadar fazla altın ithal ediyor? Çünkü Türkiye'nin para politikasına güven olmadığı için yoksa Türkiye altını sanayide bir ham madde olarak kullanmak için ithal etmiyor ki. O yüzden, baktığınız zaman, neden altın ithalatını biz dış ticaretimizden çıkartalım, onun bize doğru bir açıklaması yok.

Enerji... Enerji ithalatı sadece Türkiye'nin yüz yüze kaldığı bir şey değil, gelişmekte olan ekonomilere baktığınız zaman, gelişmiş ülkelere baktığınız zaman benzer bir durum görürsünüz yani enerji ithal etmeniz sizin cari açık vermenizi yüzde yüz garanti etmez. Almanya enerji ithalatçısı, Japonya enerji ithalatçısı, Çin enerji ithalatçısı, Avrupa ülkelerinin birçoğu enerji ithalatçısı ama cari fazla veriyor. Dolayısıyla Türkiye'nin enerji ithalatı yapmasını da cari açığın bir sebebi olarak görmemek lazım çünkü doğru sanayi politikasını izleyen bütün ülkeler, doğru ticaret politikasını izleyen bütün ülkeler enerji ithalatı yapmalarına rağmen cari fazla verebiliyorlar, bu da bizi nereye getiriyor biliyor musunuz, ta baştaki noktaya. Sizler 1 birim iş gücüyle, 1 birim enerjiyle ürettiğiniz malı kaça satıyorsunuz? Plastik sektöründen bir örnek vereyim, hep aynı örneği veriyorum, Plan ve Bütçe Komisyonunda verdim çünkü insanların aklında kalıyor. Bizde sanayicilerimiz neden enerji maliyetlerinden şikâyetçiler? Çünkü 1 birim enerji kullandığınız zaman onunla 1 leğen üretiyorsanız eğer, onu en fazla 1 euroya satabilirsiniz ama Almanya 1 birim enerji kullandığı zaman ondan dayanıklı plastik ya da bir Tupperware ürettiği zaman onu 100 euroya satıyor. Dolayısıyla önemli olan nokta şu: Enerji maliyetlerinden ziyade, iş gücü maliyetlerinden ziyade -ki emeği baskılamak da yanlış bir politika- 1 birim enerjiyle, 1 birim iş gücüyle ne üretiyorsunuz ve kaça satıyorsunuz? Bu soruların cevabını aramadığımız sürece ya da bu soruya bir cevap bulmadığımız sürece bizim özel sektörümüz enerji maliyetlerinden, iş gücü maliyetlerinden devamlı şikâyet edecektir fakat şikâyette haksızlık var. Neden? Çünkü bu kadar sübvansiyonla beraber Türkiye'de enerji maliyeti o kadar yüksek değil, o kadar pahalı değil. İki sebepten dolayı pahalı geliyor, 1 birim enerjiyi kullandığınız zaman ürettiğiniz ürünün değeri yüksek değil; ikincisi, Türkiye fakirleştiği için sübvanse edilmesine rağmen enerji maliyetleri bize hâlâ çok yüksek geliyor.

Şimdi, altın ve enerji ithal etmemiz bizim illa cari açık vermemize sebep olmayabilir. İkinci nokta şu: Bizim teknoloji yoğunluğumuz artmış mı? Bakalım, burada istatistikler var, imalat sanayisi ihracatımızda yüksek teknoloji payımız 2013-2023 arası yani son on sene içerisinde ortalama 3,44. Bu, düşük bir oran; Sayın Bakanımızın bunu yükseltmek için doğru adımlar atmak istediğini biliyoruz. 2028 hedefi ne? 5,5. Peki, buraya nasıl geleceğiz? İşte onun cevabı yok. Yani son on sene içerisinde bizim ihracatımızın içerisinde yüksek teknoloji malın oranı 3,44 ve On İkinci Kalkınma Planı'nda bizim sıfır cari açık vermemiz için bu oranı 5,5'a çıkarmamız lazım ama nasıl çıkaracağımıza dair en ufak bir ipucu yok.

Devam edelim: İmalat sanayi ihracatımız, orta yüksek teknoloji payı son on sene yüzde 34 yani orta yüksek teknolojili mallar imalat sanayisi ihracatımızda yüzde 34'lük bir pay kaplıyor. Hedefimiz ne? 2028 Kalkınma Planı'ndan yüzde 44 ama nasıl yapacağız? İşte, onun cevabı ne Bakanlığın strateji raporlarında ne de On İkinci Kalkınma Planı'nda yok. Peki, ne var, bunun yerine ne var, hem kalkınma planında hem bütçelerde neler görüyoruz? Mesela, şunu görüyoruz: AR-GE'nin yani sizin yüksek katma değerli üretim yapmanız için ve Türkiye'yi hak ettiği yere getirmeniz için hayati önem taşıyan AR-GE harcamalarının millî gelir içerisindeki payı 1,09 tekrarlıyorum, 1,09; Brezilya ile Mısır'ın arasındayız, dünya ortalaması 2,5; üst ve orta gelirli ülkelerin payı ise 1,8; bunun hayli gerisindeyiz. AR-GE harcamalarının toplam bütçe içerisindeki payına baktığınız zaman yıllar içerisinde bir artış görmüyorsunuz; tam tersine, yıllar içerisinde bir azalma görüyorsunuz. Peki, biz başka ne görüyoruz? Çok ciddi bir nitelikli iş gücü açığımız var bizim. Hep aynı şeyi söylüyorum: Bu kadar fazla üniversite açmak kent ekonomisi için talep yaratmaktan başka bir şey değil. Bugün, sayısı 200'e çıkmış üniversitelerden çıkan öğrencilerimiz maalesef işsiz kalıyorlar. Bugün, üniversitelerin çok önemli bir bölümü işsizliği dört seneliğine öteleyen kurumlar hâline gelmiş durumdalar, o yüzden de iş dünyamızın çok ciddi bir nitelikli iş gücü açığı var, bunu daha fazla üniversite kurarak gideremezsiniz. Burada yapmanız gereken şey şu: Burada doğru düzgün kampüsler var; gelin, oradaki iş dünyasıyla beraber birleşin, teknoloji kampüslerine çevirin bu kampüslerin bazılarını, oradaki iş dünyasının ihtiyacı olan 21'inci yüzyıl becerilerini biz kısa dönemli programlarla, oradaki lise mezunu çocuklara verelim ya da üniversiteden mezun olmuş ama işsiz kalmış öğrencilere verelim. Ve böylelikle bir, gençler kendi bölgelerinde kalsınlar; dolayısıyla büyük şehirlere olan göç artmasın; ikincisi, gerçekten, bu nitelikli iş gücü açığını biz kapatalım ve dolayısıyla ondan sonrasında da sanayimizin en temel problemi olan iş gücü ihtiyacını karşılamış olalım.

Küresel tedarik zincirlerinde -maalesef, oraya katılmamızla bir geriye düşme var- çevresel faktörler çok önemli ve ben, bütçe görüşmelerine baktığım zaman, kalkınma planına baktığım zaman birkaç iyi niyetli yazılmış cümleden başka bir şey göremiyorum. Bakın arkadaşlar, bizim ihracatımızın yaklaşık yarısı Avrupa Birliği ülkelerine; bu çok iyi bir şey, bunu daha da artırmamız lazım çünkü dış ticaretin kuralıdır, zengin ülkelere mal satarsan zenginleşirsin, fakir ülkelere mal satarsan da fakirleşirsin. Dolayısıyla bizim Avrupa Birliğine ihracatımızı artırmamız lazım.

Peki, karşımızda şimdi ne var? Yeşil Dönüşüm var, Yeşil Mutabakat var. Peki, bizim Avrupa Birliğine ihracatımızda ön plana çıkan sektörlerin arasında neler var? Demir çelik var, çimento var. Bu sektörler çok kısa bir dönemde çok ciddi problemlerle karşılaşacaklar, Yeşil Mutabakat'a uyum sağlayamadıkları için. Mutlaka ama mutlaka hem Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bütçesinde hem ilgili bakanlıkların bütçesinde bu Yeşil Dönüşüm'e daha fazla bütçe ayrılmalı çünkü eğer bu iş böyle giderse bizim Avrupa Birliğine o çok kritik sektörlerdeki ihracatımız sekteye uğrar ve bizler hedeflediğimiz ihracatın oldukça gerisinde kalırız.

Bir başka nokta da şu: Verimlilik odaklı büyümüyoruz yani toplam faktör verimliliğine baktığınız zaman millî gelire katkısı çok küçük, Doğu Avrupa ülkelerinin çok gerisinde. Oysa, bundan çok önce Türkiye'de verimliliği arttırmak için, verimliliği tesis etmek için, bütün sektörlere verimliliği kazandırmak için çok önemli bir merkez var, maalesef kapattınız, adı Millî Prodüktivite Merkeziydi. Millî Prodüktivite Merkezi bu ülke için çok önemli şeyler yaptı. Sektörlerdeki iş gücü verimliliğinin, toplam faktör verimliliğinin nasıl sağlanabileceğine dair çok önemli raporlar yayınladı ama bizler bu Millî Prodüktivite Merkezinin gözümüzün önünde kapatıldığına şahit olduk, aynı Devlet Planlama Teşkilatı gibi. Bugün aranızda Devlet Planlama Teşkilatı terbiyesi almış, o okuldan geçmiş çok önemli milletvekilleri var. Bizler nedense bu cumhuriyetin çok önemli vazife görmüş kurumlarını kapatmakta mahiriz, Millî Prodüktivite Merkezi de bu. O yüzden de işte verimlilik odaklı büyümediğimiz için bizler maalesef emeği baskılayarak, Türk lirasını değersizleştirerek bir büyüme yoluna gittik ve bunun maalesef olumsuz sonuçlarını her seferinde görüyoruz. Dolayısıyla karşımızda neredeyse hayalperest bir ruh hâliyle konmuş hedefler var ama bunlara nasıl ulaşılacağına dair hiçbir şey yok.

Bütçedeki rakamların, kurumların işleyişine baktığınız zaman, ne On İkinci Kalkınma Planı'yla uyumlu olduğunu görüyorsunuz ne de bütçede onlara ayrılan paylar ile hedefler arasında aynı uyumu görüyorsunuz. Oysa, baktığınız zaman, bizim coğrafyamızın bize sunduğu çok ama çok önemli fırsatlar var. Bakın, bir gerçekliği sizle paylaşayım: Türkiye'nin 3 bin kilometre çapında küresel ithalatın, bütün dünyadaki ithalatın yüzde 42'si yapılıyor, müthiş bir oran bu. Tekrar söyleyeyim: Türkiye'yi merkeze koyduğunuz zaman, onun 3 bin kilometrelik çapında bütün dünya ithalatının yüzde 42'si yapılıyor ve bütün dünya millî gelirinin üretiminin de yüzde 28,6'sı yapılıyor. Müthiş bir coğrafya var ve hâlâ bu coğrafya bize çok önemli fırsatlar sunuyor; mesela, Çin'in Bir Kuşak Bir Yol Projesi. Şimdi, eğer biz bunu doğru değerlendirebilirsek o zaman, burada, istenilen hedeflere ulaşmakta, bu, bizim için bir avantaj olabilir mesela bu Orta Kuşak. Şimdi Orta Kuşak Türkiye'den geçecek. Baktığınız zaman, Yunanistan'daki Pire Limanı'nın kapasitesi dolmuş durumda; biz, Ege'deki limanların kapasitesini artırabilirsek, burada, müthiş bir ticaret potansiyeli var fakat ben strateji raporlarına baktığım zaman, bu potansiyeli anlamaktan uzak bir anlayış görüyorum. Oysa, burada çok önemli bir fırsat var, önümüzdeki dönem bu coğrafya bize daha fazla fırsat sunabilir.

Peki, bu Bir Kuşak Bir Yol ya da Orta Kuşak Projesi'nden bahsetmişken başka nelerden bahsetmemiz lazım? Bizim ihracatımızın hızlı olmamasından bahsetmemiz gerekiyor. Bakın, ihracatımız hızlı değil. Bugün, gemilerin limanlarda ortalama bekleme süresi yaklaşık 1,22 gün, bu yüksek bir oran, bunu mutlaka azaltmamız lazım. Başka ne? Konteyner Limanı Performans Endeksi, burada en iyi limanımız ancak 43'üncü sırada. Dolayısıyla orada bizim bir iyileştirme yapmamız lazım. Dünyada Konteyner Limanı Performans Endeksi'nde ilk 100'de sadece 3 tane limanımız var. Bakın, Türkiye gibi üç tarafı denizlerle çevrili ve fırsatlarımızın, ticaret fırsatlarımızın deniz yoluyla olması gereken bir yerde Liman Performans Endeksi'nde ilk 100'de Türkiye'nin ancak 3 tane limanı var, en iyi limanı da 43'üncü sırada. Mutlaka ama mutlaka bizim hem liman kapasitemizi iyileştirmemiz lazım hem ihracatımızı daha hızlı hâle getirmemiz lazım. Bunun bir nedeni de Sayın Bakanım -Plan ve Bütçe Komisyonu görüşmelerinde de ifade etmiştim- gümrük işlemlerinin yeterince hızlı olmaması. Yani eğer biz gümrük işlemlerinin etkinliğini artırırsak, bunu hızlı yaparsak, o zaman ihracatı daha hızlı hâle getirebiliriz ve çok önemli, mesafe katedebiliriz. Bakın, burada yapılması gereken şey de blok zinciri teknolojisi. Hepimiz ya da çoğumuz blok zinciri teknolojisini kripto varlık üzerinden okuyoruz. Değil. Oysa, bugün gümrük işleyişinin daha hızlanması için, daha güvenilir hâle getirilmesi için mutlaka ama mutlaka blok zinciri uygulamalarının gümrük mevzuatında kullanılması gerekiyor.

Peki, başka ne yapmamız gerekiyor? Biraz da teknoloji politikalarından bahsetmek istiyorum. Bakın arkadaşlar, dünyada hiçbir ülke temel bilimlere ağırlık vermeden kalkınamamış, temel bilimlere ağırlık vermeden kalkınabilen, gelişebilen, yüksek büyüme sağlayan hiçbir ülke yok. Bizimse bu konuda çok kötü bir ünümüz var: Mesela, temel bilimlerde akademik yayınlarda yapılan atıf sayısında ilk 20'de bizim hiçbir üniversitemiz yok, ilk 20'de değiliz, ülke olarak da değiliz. Ülke olarak da temel bilimler performansında ilk 50 arasında maalesef değiliz. Peki, temel bilimlere daha fazla yatırımı ne için yapmanız gerekiyor? Benim de mezunu olmaktan gurur duyduğum fen liseleri sayısını artırmanız ve oradaki müfredatı iyileştirmeniz gerekiyor. Ben 1983 yılında kurulan İzmir Fen Lisesinin 1990 mezunlarından biriyim. Biliyorsunuz, 63-64'te ilk olarak Fen Lisesi Ankara'da kuruldu, 1980'lerde, çok doğru bir politikayla beraber Türkiye'nin temel bilimlerinde yardımcı olmak için, Türkiye'de daha fazla bilim insanı yetiştirmek için fen liseleri kuruldu. Şimdi, TÜBİTAK Fen Lisesi gibi olumlu bir örneği bir kenara atarsak fen liselerinin durumuna baktığınız zaman, hakikaten içiniz acır. Ben, İzmir Fen Lisesinin okul açılışına gittiğim zaman peyzajından tutun kantinine kadar normal bir liseden çok daha kötü bir fen lisesi ile karşılaşmaktan dolayı çok büyük bir üzüntü duyuyorum. Yani bizler eğer, temel bilimlere ağırlık verecek olursak, ağırlık vermek istiyorsak ki yapmalıyız buna bir an önce fen liselerine daha fazla ödenek aktararak başlamamız lazım.

Bilimsel araştırmaları destekledikten sonra ticarileştirmeyi hızlandırmamız gerekiyor. Bu çok önemli. Bizim Türkiye'de, üniversitelerde hem devlet üniversitelerinde hem vakıf üniversitelerinde yapamadığınız şeylerden bir tanesi bilimsel araştırmayı ticarileştirmek. İlk başta bu size çok kapitalist bir söylemmiş gibi gelebilir ama bütün dünyada sosyal demokrasinin de hâkim olduğu ülkelere baktığınız zaman, serbest piyasa ekonomisiyle de yönetilen ülkelere baktığınız zaman tek bir şeyi görürsünüz: Oradaki bilim, bilimsel araştırmalar, bilimsel çıktılar ticarileştirilir ve toplumun hizmetine sunulur, toplumun hizmetine sunulduktan sonra da o ülke o bilimsel araştırmaları ticarileştirip toplumun hizmetine sunduktan sonra zenginleşir. O yüzden, bu işi üniversitelerdeki teknoloji transfer ofisleri ancak kısmen yapabiliyor mutlaka ama mutlaka burada daha fazla ve daha iddialı adımlar atılması gerekiyor.

Bir başka nokta da şu: Birçoğunuza garip gelebilir ama ben Varlık Fonunun mevcut durumuyla değil ama başka bir formatla teknoloji politikamıza yön vermesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ülkelere baktığınız zaman yani gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelere baktığınız zaman, başarılı ülkelere baktığınız zaman... Şunu yapmaya başladılar artık: Dışarıdaki teknolojileri görüp oradaki başarılı "start-up"ları, başarılı yeni girişimleri kendi ülkelerine katmaya başladılar. Varlık Fonu bunun için bulunmaz bir fırsat, böyle bir mevzuat var. Dolayısıyla bizler Varlık Fonunu dışarıdaki başarılı teknoloji "start-up"larını ülkemize katıp oradaki teknolojiyi ülkemizin buradaki özel sektörüne ve kamu kurumlarına sunmada neden kullanmıyoruz? Varlık Fonu ancak böyle kullanılırsa bence faydalı olabilir. Yani bizler eğer Varlık Fonunun içerisine dâhil olan bir ÇAYKUR'dan Lipton ya da bir PTT'den Deutsche Post yaratırsak Varlık Fonu amacına ulaşır. Ama bu hâliyle Varlık Fonu maalesef Türkiye'de kamu kaynaklarını direkt olarak teminat gösterip oradan borçlanmanın ve sadece bir kişinin borçlanmasının önünü açan bir fon olarak karşımıza çıkıyor.

Bir başka nokta da şu: Şirketlerimiz hangi teknolojileri kullanacaklarını maalesef bilmiyorlar. Yani benim daha öncesinde Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bünyesinde yaptığım bir çalışmada biz bunu görmüştük; gidiyorsunuz şirketlere, çok başarılı şirketler, paraya ihtiyaçları yok, tek ihtiyaçları olan şey "Benim bu operasyon bandındaki problemimi çözecek bir teknoloji danışmanına ihtiyacım var." diyor. Almanya mesela bunu Fraunhofer'la çözmüş, mesela Amerika bunu SBA'yle çözmüş, birçok ülke bunu çözmüş. Dolayısıyla bizim bir an önce Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı içerisinde teknoloji danışmanlığını verebilecek KOSGEB'in çok daha yetkin bir kurumuna ihtiyacımız var. İşte, bunu yaparsak o zaman bizim küçük ve orta ölçekli işletmelerimiz o teknoloji danışmanlığını kamu kurumlarından alabilir.

Teşviklerin değer zincirinin tamamını destekleyecek şekilde verilmesi gerekiyor. Bu çok önemli, mesela Gebze'deki çok başarılı, medarıiftiharımız Şişecam bunu yapıyor; hem Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsüyle çalışıyor hem oradaki cam teknolojisiyle ilgili "start-up"lara destek veriyor. Bunun sayısı artırılabilir, bizler bu büyük şirketlerin bir büyük abla, ağabey gibi davranmasına ve oradaki küçük "start-up"larla beraber ekosistem yaratmasına imkân vermeliyiz, o ekosistemin kendisine teşviki vermemiz gerekiyor.

Yeni nesil OSB'leri kurmalıyız. Bakın, burada belki çoğunuz daha önce duymamıştır ama "endüstriyel simbiyoz" diye bir yaklaşım var, o da şu: Bizim bu dönemimiz kaynakları en iyi kullanma dönemi, yapmamız gereken şey de şu: Bir fabrikanın çıktısı diğer yandaki fabrikanın girdisi olacak şekilde bir OSB tasarlayabilirseniz, işte, o zaman çok ciddi bir kaynak tasarrufu yapıp oradan çok önemli bir üretim yakalayabiliyorsunuz. Bu "endüstriyel simbiyoz" yaklaşımıyla, kendi enerjisini üretebilecek OSB'leri mutlaka kurmamız gerekiyor ve İstanbul ve çevresinin sanayideki ağırlığını hafifletecek bir mekânsal sanayi planlaması yapılması gerekiyor. Ben hem kalkınma planında hem de bakanlık bütçelerinde bu mekânsal sanayi planlamasının olmadığını üzülerek görüyorum.

Etkili bir diaspora politikası izlemeliyiz, "diaspora" lafı sizi tedirgin etmesin. Bakın, Türkiye'nin çok ciddi bir problemidir beyin göçü. Dışarıya birçok önemli ünlü bilim insanımız gidiyor ve bizler onların oradaki başarılarıyla gurur duyuyoruz. Ben yine farklı bir açıdan bakacağım: O bilim insanı buraya gelmeyecekse dünyaca ünlü Harvard Üniversitesinde, Princeton'da bu bilim insanı çalışmalarına devam edecekse bırakalım orada çalışsın fakat bizler onlarla bağımızı güçlendirelim; oraya her sene doktora öğrencisi gönderelim, onları her sene burada bir aylığına misafir edelim. Dolayısıyla bir diaspora politikası izleyelim. Bu çok önemli, mesela, bunu İtalya yapıyor, bunu İsrail yapıyor; bunu bizim de yapmamız lazım. Bizim şu soruyu kendimize sormamız lazım: Tamam, bu pırıl pırıl bilim insanları gittiler. Peki, bizler bu bilim insanlarından gittikleri yerlerde yararlanabiliyor muyuz? Yararlanabiliyorsak bu beyin göçünden çok da fazla korkmamak lazım. Bizim burada önümüzdeki dönem yapmamız gereken şeylerden bir tanesi bir an önce dışarıdaki başarılı bilim insanlarımızı, dışarıdaki başarılı iş insanlarımızı tespit edip, onlarla çok daha sıkı ilişkiler geçirip buradaki başarılı öğretim üyelerini, başarılı yüksek lisans öğrencilerini, doktora öğrencilerini oradaki o bilim insanlarıyla entegre etmek.

Sanayiden bahsetmişken savunma sanayisinden de biraz bahsetmek istiyorum, önemli. Ben savunma sanayisinin her zaman desteklenmesi gerektiğini savunurum. Dünya tarihine baktığınız zaman, iktisadi tarihe baktığınız zaman başarılı ülkeler savunma sanayisine yatırım yapmış ülkelerdir ama bir başka özelliği daha vardır, savunma sanayisinde ortaya çıkan teknolojik buluşları başka sektörlere aktarmanız gerekiyor sizin; net. Son üç yüz yıldır, dört yüz yıldır kalkınabilen, gelişebilen ülkelerin hepsi savunma sanayisine daha fazla yatırım yaparak yapmıştır bunu ama bir başka şey daha yapmışlardır, bizim onu yapmamız gerekiyor; savunma sanayisinde ortaya çıkan teknolojik gelişmeleri bizler başka sektörlere aktararak o sektörlerdeki katma değeri artırabiliyor muyuz?

Şimdi, savunma sanayisiyle ilgili bunları söyledikten sonra birkaç tane yanlış bilindiğini düşündüğüm konuyu da sizlere hatırlatmak istiyorum: İlk önce, savunma sanayisindeki yerlilik oranımız yüzde 30-35'ten fazla değil. Sayın Cumhurbaşkanı bilerek ya da bilmeyerek şundan bahsediyor: İhtiyaçların yurt içinden karşılanmasını yerlilik oranı olarak bize anlatıyor. Değil. Belki de savunma sanayisindeki ihtiyaçların yüzde 80'i yurt içinden karşılanıyor ama gerçekten ithal bağımlılık oranına baktığınız zaman Türkiye'nin yerliliği yüzde 30-35'ten fazla değil. Yüzde 80, ancak Kanada gibi, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerin ulaştığı bir yer. Yani 30-35 azımsanacak bir sayı değil bunu bizim arttırmamız gerekiyor. Peki nasıl artıracaksınız? İlk önce liyakatli bir atama getirmeniz gerekiyor. Bakın, bugün, bizim medarıiftiharımız dediğimiz ASELSAN'ın yıllık ihracatı ne kadar biliyor musunuz? 300 milyon dolar, büyük ölçekli bir tekstil şirketinin ihracatı kadar, fazla değil. "Neden ASELSAN bu kadar fazla yatırıma rağmen 300 milyon dolarlık bir ihracat yapıyor?" diye bunu bizim kendimize sormamız lazım. Daha sonra yapmamız gereken şey şu: Savunma sanayisinin ekosisteminde bizim, küçük ve orta ölçekli Türk şirketlerini mutlaka ama mutlaka desteklememiz gerekiyor. Onlar desteklenmediği sürece bizim savunma sanayimiz doğru bir ekosisteme kavuşmuş olamaz.

Şimdi, biraz da Ticaret Bakanlığı bünyesinde ne yapılabilir, onu konuşmak istiyorum. Enflasyonun da en temel sebeplerinden bir tanesi üretim zincirinin tekelleşmesidir; bakın, bu oldukça önemli bir şey. Aksaray'dan bir örnek vermek istiyorum burada, bu tekelleşme konusunda, Plan ve Bütçe Komisyonunda da bu örneği verdim üretim zincirinin tekelleşmesine. Mesela, Aksaray'daki bir süt üreticisi gidip sütünü süt işleme fabrikasına satıyor fakat süt işleme fabrikası yani süt üreticisinden o sütü alan fabrika aynı zamanda üreticiye yemi de satıyor. Dolayısıyla üretim zincirinin başını ve sonunu tekelleştirmiş durumda. Olan oradaki süt üreticisine oluyor çünkü sen sütünü daha pahalıya fabrikaya sattığın zaman fabrika da sana yemi daha pahalıya satıyor ve şöyle bir anlaşma var: "Benden yem almadığın sürece ben de senden süt almayacağım." diyor. Bu, rekabetin içeriğine, rekabetin kendisine tamamıyla aykırı bir durum ve enflasyona sebep oluyor yani sizler bugün enflasyonu düşürmek istiyorsanız doğru tarım politikasının yanında bir de doğru ticaret politikasını da izlemeniz lazım. Üretim zincirindeki tekelleşmeyi mutlaka doğru bir denetleme ve düzenlemeyle engellememiz gerekiyor.

Türkiye'deki zayi oranları yüzde 25, yüzde 30 civarında -bizzat Bakanlığın raporlarından aldığımız bir orandır- kayıt dışılık oranı da yüzde 40. Bakın, bu zayi oranlarını çok daha aza indirmemiz lazım. Bu konuda atılan bazı olumlu adımlar var ama hâlâ zayi oranlarının yüzde 25, yüzde 30 olması hem enflasyonun çok yüksek olmasına yol açıyor hem de aynı zamanda küçük ve orta ölçekli üreticilerin istediği kârlara ulaşamamasına yol açıyor.

Üretici örgütleri, kooperatifler... Çok kötü bir ünümüz var maalesef. Bakın, yine size bir istatistik vereyim: Sebze ve meyve ticaretinde üretici örgütlerin yani kooperatiflerin Avrupa Birliğindeki pazar payı yüzde 46. Bizim kaç sizce? Yüzde 2. Tekrar edeyim: Üretici örgütlerinin yani kooperatiflerin Avrupa Birliğinde sebze ve meyve pazarındaki payı yüzde 46, yaklaşık yarısı yani Avrupa Birliğindeki vatandaşların yarısı sebze ve meyveyi tüketirken -bunlar kooperatiften geliyor- bizdeki bu oran sadece yüzde 2 ve yıllardan beri biz bunu yüzde 2'nin üstüne çıkartamamışız. Bununla ilgili Ticaret Bakanlığının çok daha iddialı projeleri hayata geçirmesi lazım. Toptancı halleri modern bir altyapıya kavuşturulmalı, dünyada bunun birçok örneği var; gidin Londra'ya, New York'a, Madrid'e orada çok iyi çalışan toptancı halleri görürsünüz. Bizim toptancı hallerinin modernleşmesiyle ilgili bir kanun teklifimiz var ama kaç yıldan beri bir türlü -sayısını da hatırlamıyorum- hayata geçmedi. Oysa bizim mutlaka ve mutlaka bu problemi de çözmemiz lazım.

Halk dilinde bilinen 3 harfliler yani market zincirleri, bunlara bir denetleme getirilmesi lazım, çok daha sıkı bir denetleme getirilmesi lazım.

Benim bir başka önerim de şu: Bu "3 harfli" dediğimiz market zincirlerinin kendi raflarında mutlaka o bölgenin yerel üreticilerine raflar bedava ayrılmalı. Birçoğuna baktığınız zaman, bizler Anadolu ziyaretimizde, bu seçim zamanında gittiğimiz zaman, bu market zincirlerinin ürünlerine baktığımız zaman bunların çoğunun Ankara, İstanbul, Kayseri gibi yerlerde üretildiğini ama mesela Bingöl'deki, Bitlis'teki ya da Aydın'daki bir market zincirinde herhangi bir şekilde oradaki yerel üreticinin oradaki rafı kullanamadığını görüyoruz. En azından Ticaret Bakanlığı bununla ilgili bir düzenleme getirebilir.

Esnaf ve sanatkârlar... Bu yapılanma kötü; esnaf başka bir şey, sanatkâr başka bir şey. Bugün bir şirketi açtığınız zaman aynı zamanda kaderiniz de belli olabiliyor. Bir cadde üstünde bir kasap ticaret odasına üyeyken, öbür kasap esnaf odasına üye olabiliyor. Bu kafa karışıklığını mutlaka gidermek lazım.

Çok az zamanım kaldı ama çok önemli bir konuyu sona sakladım, o da bu Rekabet Kurumunun üst yönetiminde bile bürokratların belli şirketlerin yönetim kurulunda yer alması.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun.

ÜMİT ÖZLALE (Devamla) - Bitiriyorum Sayın Başkan.

Arkadaşlar, rekabetin doğasına aykırı. Bakın, bugün baktığınız zaman, EPDK'de çalışan üst düzey bürokratlar görevden ayrıldıktan kısa bir süre, birkaç ay sonra gidiyorlar, bir ay önce, iki ay önce denetledikleri, düzenledikleri kurumda yönetici oluyorlar. Size bence çok önemli ve çok fahiş bir örnek vermek istiyorum, o da BDDK'yle ilgili. Yıllar yılı BDDK Başkanlığını yapan Sayın Akben görevi bıraktıktan birkaç ay sonra gitti, bir katılım bankasının başına geçti. Bu, hiçbir şekilde rekabetin doğasıyla uyuşan bir şey değildir. Dolayısıyla, bizim en fazla dikkat etmemiz gereken şeylerden bir tanesi, kamu kurumunda üst düzey bürokratlık yapan insanların o görevden ayrıldıktan sonra bizzat denetledikleri, düzenledikleri sektörlerde üst düzey yönetici olmasıdır. Bunun ticaretle, rekabetle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur diyorum, Gazi Meclisimizi saygılarımla selamlarım. (İYİ Parti ve CHP sıralarından alkışlar)