| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Senegal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel Olma Anlaşması ve Eki Protokolün Anlaşmada Değişiklik Yapılmasına Dair Notalarla Birlikte Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 13 |
| Tarih: | 26.10.2023 |
HEDEP GRUBU ADINA AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Şırnak) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Sayın milletvekilleri ve ekranları başında bizleri izleyen sevgili yurttaşlar; hepinizi ben de saygıyla selamlıyorum.
Konumuz uluslararası anlaşmalar. Türkiye'de milyonlarca insanın aklına "uluslararası anlaşmalar" ya da "uluslararası sözleşmeler" denilince ne yazık ki hak ihlalleri geliyor. Bunu örneklendirmek gerekirse tabii, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan hak ihlallerini anlatmak mümkün ama buna ne süremiz burada el verecek ne de bunu şu anda böyle bir zeminde tartışabilecek, maalesef, imkânlara sahibiz. Ama ben yakın zamanda çokça gündem olan, hepimizin gündemini meşgul eden ve uygulanmayan bazı uluslararası sözleşmeleri hatırlatmak istiyorum: Mesela kadına yönelik şiddetle ilgili uygulanmayan ya da yok sayılan sözleşmeler; mesela CEDAW, mesela İstanbul Sözleşmesi ama yalnızca bunlar mı? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi'ne "duyulmayan" diyelim ya da yükümlülüklerimize rağmen yerine getirilmeyen sorumluluklar ve yükümlülükler. Dolayısıyla sayarak bitmez; çocuk haklarını gözeten bazı sözleşmelerde çekincelerimiz var ya da imzalamış olmamıza rağmen uygulamıyoruz. Yine, mültecilerin haklarıyla ilgili durum böyle; az bırakılmış halklar, toplumlarla ilgili durum böyle veya yerel yönetimlerle ilgili mesela; bunlar da yıllarca Türkiye'nin gündemini meşgul eden konular oldu.
Ama ben bugün bunlardan bahsetmeyeceğim, mevzu uluslararası sözleşmeler iken benim bahsetmek istediğim şöyle bir sözleşme var: Birleşmiş Milletlerin Zorla Kayıp Edilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Bildiri'sinden bahsedeceğim. Şimdi, bu, bizi tabii biraz 1941'e falan götürüyor, ben bunu düşünürken de Almanya'ya gittim, Nazi uygulamalarına gittim, "Gece ve Sis" kararnamesine gittim. Ne yazık ki bizim tarihimizde, Türkiye'de, böyle bir kayıp olmak gerçeği var. Ve biz bu tarihle, burada, şu anki Cumhurbaşkanı Başbakanken neredeyse yüzleşiyorduk yani Başbakanken çok güzel konuşmalar yapmıştı, bazılarını hatırlatacağım o güzel konuşmaların.
Bir insanı kaybetmek, işkence tarihinde varılan son nokta, dünya işkence tarihinde de öyle çünkü yalnızca bir insanı kaybetmiyorsunuz, yakınlarını da kaybetmiş oluyorsunuz, umut kırıntılarını dahi ellerinden almış oluyorsunuz. "Mezarsız ölüler bırakmak." cümlesi, sanıldığı kadar hafif bir cümle değil, oldukça ağır bir cümle.
Yarın değil öbür gün cumartesi; cumartesi, artık bizim için hafta sonunun ilk günü değil "cumartesi" insan adı, cumartesi insanının adı. Cumartesi Anneleri, 1995 yılından bu yana sürdürdükleri hakikat ve adalet taleplerini Galatasaray Meydanı'na taşıyıp bir barışçı oturma eylemi yapıyorlar, Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen bu hakları her nedense haftalardır keyfî bir biçimde engelleniyor. Ve bakın, ne çıkıyor ortaya, ben buradan onu da göstermek istiyorum, görmeyenler vardır -medyanın durumu malum- ortaya çıkan tablo bu. Buradan sayılar azalıyor; bu meydanda oturan annelerin, babaların, kardeşlerin, eşlerin sayıları azalıyor. Niye azalıyor biliyor musunuz? Onu da hatırlatayım size çünkü artık yürekleri iflas edene kadar o meydanda oturdular.
Bakın, bir örnek vereceğim; bu, yüreği iflas eden babalardan birinin hikâyesini paylaşacağım sizinle: 14 yaşındayken oğlu gözaltında kaybedilen Seyhan Doğan'ın babası Ramazan Doğan. Ramazan Doğan, 2010 yılı Ağustos ayına kadar gerçekten kalp krizi geçirdiği yani yüreği iflas edene kadar iki yüz seksen üç hafta her cumartesi o meydanda oturdu. O meydana eşi Asiye Hanım'la beraber gidiyorlardı, Asiye Hanım da evladının izinin peşindeydi, adını dilinden düşürmedi; ana inadıyla, vefat edene kadar da oradan ayrılmadı. Ramazan amca ölümünden bir ay önce o meydandan yani 2010 yılı Temmuz ayında Başbakana sesleniyor -dönemin Başbakanına- ve diyor ki: "Bizim bilgimiz dışında, nüfus kütüğümüze Seyhan'ın öldüğünü yazmışlar. Başbakan bizi suçlayacağına bu kaydı düşenleri araştırsın. Benim oğlum daha çocuktu, onu benim kucağımdan alıp götürdüler. Başbakan ne yaptığımı bilmiyorsa söyleyeyim: Ben oğlumun kemiklerini arıyorum." Bu aile kemiklerle birlikte anne-baba aynı yere defnedildi.
Yine, bu Mecliste Başbakanken -şu anda Cumhurbaşkanı Erdoğan- bakın, bu Meclisten bir görüntü: Berfo ana, hepimiz biliyoruz, Dolmabahçe'de kendisine çokça söz verildi Cemil Kırbayır'la ilgili, oğluyla ilgili. Berfo ana yıllarca evinin adresini değiştirmedi, tadilat yapmadı, yenilemedi olur ya bir gün Cemil'im gelirse diye beklediği için; yolu şaşırmasın, buluversin, kolay olsun, hatırlasın. Şimdi, Mikail Kırbayır sürdürüyor bu Berfo ananın hakikat ve adalet arayışını ama o meydanda her hafta sonu gözaltına alınıyor bu insanlar. Oysa Mikail Kırbayır da soruyor: "Bu Mecliste bir İnsan Hakları Komisyonu vardı bir zamanlar ve o Komisyon yüzlerce sayfalık bir raporla Cemil Kırbayır'ın işkenceyle darbedilerek öldürüldüğünü raporladı. Buna rağmen bu dosya nasıl zaman aşımına uğrayabilir? Peki, onlarca gün çalışılan yüzlerce sayfalık rapor niye yazıldı? Başbakan bu sözleri niye verdi?" Ama yine de vazgeçmiyor tabii bundan.
Elmas Eren, Hayrettin Eren'in annesi; yakın zamanda onu da kaybettik. Meydanda onların sayısı azalıyor ama bu direnişlerinin, nesilden nesile aktarılan direnişlerinin... Ki buna örneklerden biri de Fehmi Tosun'un kızı Besna Tosun'dur. Yıllarca annesi Hanım Tosun oturdu o meydanda, hâlâ o oturuyor ama Besna Tosun da oturuyor. Bir diğer kardeşi hukuki mücadeleyi sürdürüyor, Besna Tosun ters kelepçeyle gözaltına alınıyor.
Biz hiç mi sorumluluk hissetmiyoruz bunlara karşı? Niye hissetmiyoruz? Eğer, bu Meclisin çatısının altında bir sorumluluk hissettiren görüntüler değilse bu, biz bu anaların feryadını, bu eşlerin çığlığını, bu çocukların, bu kardeşlerin, bunca kayıp insanın yakınlarının hakikat arayışını nerede konuşacağız? Hele bir de cumhuriyetin 2'nci yüzyılına girerken bununla gerçekten yüzleşmeyecek miyiz? Bunu görmeyecek miyiz? Bunu hatırlayamayacak mıyız? Nasıl bir demokratik cumhuriyetten bahsederiz bunca acı orta yerde dururken? Ya da biz, bize oy veren insanlara karşı nasıl bir sorumluluk hissederiz, onların gözlerinin içine nasıl bakarız, ne deriz? Biz burada ne yapıyoruz? Eğer hakikat, demokrasi, özgürlük, barış değilse derdimiz... Bakın, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'ndan bir gün önce, 28 Ekimde Cumartesi İnsanları yeniden oturma eylemi için oraya gidecekler. Ne yapıyorlar, biliyor musunuz? Ben onu buraya getirdim, o meydana bir karanfil -ben bir kırmızı gül getirdim- götürüyorlar, Cumartesi İnsanları bunu götürüyor. İstiklal'de kuş uçurmuyorlar, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen. Bu gülü onlar adına buraya koyuyorum hepimiz sorumluluk hissedelim diye, unutmayalım, unutturmayalım diye 2'nci yüzyılına girerken cumhuriyetin.
Bununla yüzleşmek mümkün. Mesela, bakın, araştırırken ne buldum? Türkiye, Birleşmiş Milletlere üye bir ülke, taraf bir ülke ve Birleşmiş Milletlerdeki Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme'yi imzalamıyor çünkü imzalamayınca işler kolay oluyor, zaman aşımı ve dolayısıyla kapanıyor sanılıyor bu olaylar. Bu sözleşmeyi imzalamayan iktidar, İsral'i uluslararası hukuk üzerinden yerden yere vuruyor. Peki, İsrail bu sözleşmeyi imzalamış mı? Hayır, İsrail de imzalamamış.
Şimdi, ben -sürem azalıyor- Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan iki alıntıyla toparlamak istiyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Devamla) - Sayın Başkan, toparlıyorum.
BAŞKAN - Buyurun.
AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Devamla) - Çok teşekkür ederim.
Kendisine olduğu gibi katılıyorum; Cumhurbaşkanı Ordu mitinginde, Cumhuriyet Meydanı'nda, 4 Mayısta, seçimlerden hemen önce şöyle diyor: "Türkiye Yüzyılı'yla ülkemizi daha yukarıya taşımak için çalışıyoruz." Şimdi, ben de demek istiyorum ki kendisine: Cumhuriyetin 2'nci yüzyılında Türkiye'yi yukarıya taşıyacak tek şey adalet, özgürlük, hukuk, demokrasi ve barıştır. "Tek şey" diyorum, bakın, dikkat edin lütfen; daha çok adalet, daha çok özgürlük, daha çok demokrasi, daha çok barış diyemiyorum; zaten yoktu, ne yazık ki hiç kalmadı. Dolayısıyla daha yukarıya çıkabileceğimiz tek çıta tutunabileceğimiz bu evrensel değerler çıtası; başka türlü yukarıya çıkamayız.
Sayın Başkan, hemen bitiriyorum.
Kendisine tamamen katıldığım bir başka konu da şu: Yıllar önce Yazar Yıldırım Türker Radikal'de bu hikâyeyi yazmıştı, Ramazan Doğan...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Devamla) - Hemen bitiriyorum, izin verirseniz hemen toparlayacağım.
BAŞKAN - Sesiniz duyuluyor, zapta geçer.
AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Devamla) - Başka hiç kimseye söz vermediniz mi? Takip edemedim.
BAŞKAN - Buyurun.
AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Devamla) - Peki, sağ olun, teşekkürler.
Söz verdiniz mi?
BAŞKAN - Verdim.
AYŞEGÜL DOĞAN DAĞLI (Devamla) - Çok teşekkür ediyorum, sağ olun.
Şöyle diyor yazısını bitirirken: "Devlet önce kaybettiklerini bulmalıdır, hiç değilse kendi meşruiyetine sahip çıkmak için." Şimdinin Cumhurbaşkanı, bir zamanların güzel konuşmalar yapan Başbakanı 2011 yılında aynen şöyle diyor: "Halkını katleden meşruiyetini kaybeder." Haksız mı? Bence değil.
Teşekkür ederim, sağ olun.
Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Teşekkürler Başkan, sağ olun. (HEDEP sıralarından alkışlar)