Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Senegal Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gelir Üzerinden Alınan Vergilerde Çifte Vergilendirmeyi Önleme ve Vergi Kaçakçılığına Engel Olma Anlaşması ve Eki Protokolün Anlaşmada Değişiklik Yapılmasına Dair Notalarla Birlikte Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 13 |
Tarih: | 26.10.2023 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA SELÇUK ÖZDAĞ (Muğla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti devletinin 100'üncü yılı kutlu olsun.
Türkiye Cumhuriyeti devleti hüdayinabit bir devlet değil. Devletlerimizin devamı ve adları farklı ama beş bin yıllık bir sürecin sonucu. İmparatorlukların ömrü genellikle üç yüzyıldır, istisnası Osmanlı İmparatorluğu'dur. Domaniç Yaylası'nda kurulan bu beylik, daha sonra devlet, ardından da imparatorluk hâline gelmiştir; altı yüzyıl yaşamıştır.
İbni Haldun'un, klasik sosyolojinin babasının çok güzel bir sözü vardır: "Devletlerin hayatı insanların hayatına benzer; doğarlar, büyürler ve ölürler." der. Her kemalin bir zevali olduğu gibi her zevalin de bir kemali vardır yani çıkışların inişi, inişlerin de mutlaka ki çıkışları vardır. İşte, Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken son iki yüzyıl içerisinde, büyük topraklar büyük acılarla kaybedildi. Ardından imparatorluğumuzun yıkılması üzerine Sevr Anlaşması'yla beraber, bizim Anadolu topraklarına 1071'lerde, hatta daha da önce Ebul Hasan Harakani'yle geldiğimiz yerden bize Batılılar, emperyalistler şunu söylediler: "Geldiğiniz yere geri dönün." dediler ve Sakarya önlerinde Türkiye'nin yeniden talih ve tarih sarkacını yazdılar.
Osmanlı İmparatorluğu'nun son bakiyesinin çocukları yani yıkılırken bile dehaları doğuran bir imparatorluğun çocukları Gazi Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak, ardından Ali Fuat Cebesoylar, Enver Paşalar, Esat Paşalar, Cevat Paşalarla beraber biz Çanakkale'den itibaren bir devlet kurma mücadelesi verdik. "Gitmiyoruz!" dedik bu topraklardan ve bu topraklarda bir devlet kurma iradesini ortaya koymak istedik. Koyduk; bir yandan bu paşalarla, bir diğer yandan insanlarımızla, imparatorluğun çeşitli yerlerinden gelen insanlarla, bir diğer yandan aydınlarımızla beraberce Anadolu coğrafyasında yeniden son kaleye, son sığınağa, son limana sahip çıktık. O devlet kurulduktan sonra Lozan'la tescillendi ve Lozan'la tescillendikten sonra da biz bu devlete hep beraber sahip çıkmaya çalıştık. 100'üncü yıldayız, nice yüz yılları yaşasın istiyoruz.
"Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış, büyük savaşın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi Birinci Dünya Savaşı'na sürükleyenler kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta. İtilaf Devletleri ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahaneyle itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş; Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri; Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurları ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilaf Devletleri'nin uygun bulmasıyla Yunan ordusu da İzmir'e çıkartılıyor." Bu sözler malum olduğu üzere Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Nutuk'a başlarken dile getirdiği tespitlerdir. Evet, bugünlerde cumhuriyetin yani ülkemizin kuruluşunun 1'inci asrını hitama erdirip 2'nci yüzyılına adım attığımız tarihî bir süreci yaşıyoruz. Türk milleti bunun gibi tarihî dönüm noktalarını defaatle yaşamıştır, milletler tarihinde var olduğu günden bu tarafa onlarca devlet, imparatorluk ve medeniyet tesis etmiş; bir milletin böylesi tarihî süreçleri yaşamaması da zaten mümkün değildi.
Her ülke millî günlerine önem verir, hele kuruluş yıl dönümlerini daha da bir ciddiyet içerisinde kutlar, sahip çıkar, dosta düşmana bunu gösterir; hatta sınırları birileri tarafından çizilmiş karton devletler bile böylesi günlerini büyük bir coşku ve mutluluk içerisinde idrak ederler. Peki, sınırlarını kanını akıtarak çizmiş bir milletin ne yapması beklenir? O milleti yöneten devlet insanlarının nasıl davranması gerekir? Kartondan devletlerin bile büyük nümayişlerle kutladıkları millî günlerini böylesi bir milletin nasıl kutlaması gerekir? Hele bu millî gün yüz yıllık bir çınar olmuşsa buna gösterilecek saygı ve hassasiyet daha da özel ve farklı olmaz mı? "Kutlamak" deyince aklına eğlence geldiği için mevzuyu başka yere çekenlere de sözüm olacak birazdan.
Şimdi buradan sormak istiyorum: Mustafa Kemaller, Kâzım Karabekirler, Cevat Paşalar, Fevzi Çakmaklar, Enver ve Nuri Paşalar, Halil ve İsmet Paşalar, Albay Reşatlar, Şerife Bacılar, Gördesli Makbule ve adını sayamadığım niceleri sadece birer isimden mi ibarettirler? 30 Ağustoslar, 19 Mayıslar, 23 Nisanlar, 29 Ekimler sadece takvim sayfalarındaki tarihler midir? Malazgirtler, İstanbullar, Mohaçlar, Sakarya ve Dumlupınarlar birer şehir isimleri midir? Dumlupınar bir şehir ismi midir? Ağıtlar, türküler, ninniler, koçaklamalar, tatyanlar, zeybekler, halaylar laf olsun diye ortaya konmuş gereksiz birtakım işler midir? Mimar Sinanlar, Ahmet Hamdi Tanpınarlar, Yusuf Akçuralar, Ziya Gökalpler, Namık Kemaller, Nazım Hikmetler, Nurettin Topçular, Aziz Sancarlar öylesine işlerle vakit kaybetmiş kişiler midir? Mesela kahramanlar sadece ölmek için mi vardır? Onlar öldüğü için mi mesela birileri yaşama şansı bulmuştur? Onların hatırasına ve bıraktıklarına saygı yalnızca bürokratik birer anlam mı olmalıdır? Mesela şuursuz bir milletin herhangi bir birliğinden bahsetmek mümkün müdür?
Hep söyleyegeldiğim, belki de siyasette var olmama sebep bir konudur vatan hassasiyetim, vatan sevgim; bu konu, benim olmazsa olmazımdır. Bir toprak parçası, bir coğrafya, onun için canından, malından ve sevdiklerinden vazgeçenlerin fedakârlıklarıyla vatan olur. Lakin bir vatanın ülke ve devlet olması, millet olma şuuruna sahip toplumların o toprakları yurt bilmesi yanında örf, teamül, vicdan ve adil bir hukuk nizamını tesis etmesiyle mümkün olabilir. Peki, toplum ne zaman bu şuura ve bu bilince sahip olur diye sorulacak olursa, işte o zaman, milletlerin harsı yani kültürü, dili, örfü, acıları, sevinçleri millî, dinî toyları, bütün yaşanmışlıklarıyla özellikle tarihî dönüm noktaları ve şahsiyetleri akla gelmelidir. Tüm semboller işte bu yaşanmışlıkların ve hatıraların vücut bulmuş yansımalarıdır. Mutluluk ve hüzünlerimiz gibi, tarihî kahramanlarımız, tarihî anlarımız da bizi biz yapar, kenetler, bir ve beraber olma şuurunu besler. Son yıllarda bizi besleyen, canlı tutan bu damarların birbirinin rakibi gibi ortaya dökülmesi millet şuurunu örselemekten başka bir şey değildir. Böylesi bir gayretkeşliğin devlet imkânlarını eline geçirmiş kişilerce yapılması ise acınası bir durumdur. Sen bu devletin imkânlarıyla milletvekili ol, bakan ol, başbakan ol, cumhurbaşkanı ol, savcı ol, hâkim ol, akademisyen ol, bürokrat ol, asker ol, sonra devletin sana verdiği bu imkânları başkalarına haram et, yasakla ve yok say. Bu millet bunları görmüyor mu sanıyorsunuz? Maalesef bu çabalar, bütün bu şuur ve hassasiyetleri örseleyen gayretkeşlikten başka bir şey değildir. Bu millet Sakarya önlerinde tarih ve talih sarkacında var olma mücadelesi verirken kendisini Orta Asya bozkırlarına gönderme planları yapanlara da okkalı bir tokat atmıştı ve hiç şüphe yok ki istiklal mücadelesiyle başladığı var olma çabasını cumhuriyetle taçlandırmıştı. Bunca yıl geldi ve geçti ama yüksek yüksek laflarına rağmen birileri bu cumhuriyeti maalesef demokrasiyle taçlandıramadı. Cumhuriyete muarızlık yapma konusunda ellerine geçen her fırsatı bir ganimet bildiler; kimi zaman "hezimet" dedikleri Lozan'la, kimi zaman Montrö'yle, kimi zaman kurucu değerlerimizle hep bir mücadele içinde oldular. "Hezimet" dedikleri, zillet gördükleri Lozan'a çamur atmalarının altında yatan sebep esasen, ülkenin kurucu değerlerine ve onun liderine olan antipati ve hatta düşmanlıktır. Yoksa neredeyse çeyrek yüzyıldır iktidarda olmanıza rağmen mesela Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devletini bir tek ülkeye tanıtsaydınız; yahu, dost ve kardeş Azerbaycan'a bile tanıtamadınız. Bugün emperyalistlerin çizmesi altında ezilen mazlum Filistin halkının Birleşmiş Milletlerde tanınan yönetimine tanıtsaydınız; hiç değilse söz olarak söyleselerdi, onu bile yapamadınız ama Türkiye Cumhuriyeti'nin değerlerine muarızlık yapmaya gelince mangalda kül bırakmıyorsunuz. Kimisi çıkıyor, cumhuriyete "Doksan yıllık reklam arası." diyor, kimisi çıkıyor, burada başka şeyler söylüyor ama Cumhurbaşkanı veya iktidar yetkilileri "Bir dakika, ne diyorsun sen, ne reklam arası? Bizim devletlerimiz birbirini tamamlar, cumhuriyet ne kadar bizimse Osmanlı ve Selçuklu o kadar bizim, Selçuklu ve Osmanlı ne kadar bizimse cumhuriyet de o kadar bizim." diyerek cevap vermiyorlar, âdeta "reklam arası" olarak değerlendiriyorlar. Başkalarının "reklam arası" dediklerine biz "vatan" diyoruz; başkalarının "reklam arası" dediklerine biz "millet" diyoruz; başkalarının "reklam arası" dediklerine biz "devlet" diyoruz ve o devlet de kıyamete kadar yaşasın istiyoruz. Sınırları cetvelle çizilmiş karton devletlerin bile âlâyıvalayla kutladıkları millî günlerine inat, bizim, yıllara sâri ve altını tarihî ve ilmî sempozyumlarla ve sanat etkinlikleriyle, günün hatırasına uygun yeni bestelerle, ulusal ve uluslararası etkinliklerle kutlamamız gerekmez miydi? Efendim, Filistin bahane edilerek burada şarkılarla, türkülerle, eğlencelerle yapılan yerleri iptal etmek ne kadar doğru? Niye, orada ağıtlarımız yok muydu bizim? Bizim ağıtlarla mütenasip şarkılarımız yok muydu? Bizim kahramanlık türkülerimiz yok muydu? Bizim askerî marşlarımız yok muydu? Bizim hikâyelerimiz yok muydu? Tiyatrolarımız, piyeslerimiz yok muydu? Vardı. Niçin bunlar iptal ediliyor da bu şekilde kutlamalara tevessül edilmiyor? Acaba neden diye de sormadan edemiyorum. Yahu, günübirlik bir çalışmayı, çalıştayı geçtik, sıradan bir yıl dönümü olarak bile kutlamayı zül gördünüz bize. "Çünkü yasımız var." diyorlar. Bir yandan yas tutarız, bir diğer yandan da deriz ki biz bunu kutlarız, söyleriz.
Peki, sizler ne yapıyorsunuz bu konuda? Herhangi bir diplomatik adım mı attınız mesela Filistin'le ilgili "Orada insanlar ölüyor." derken? Yandaşlarınızın İsrail'e taşıdıkları petrole "Dur!" mu dediniz? Yıllardır "askerî ve güvenlik anlaşmaları" adı altında İsrail yönetimlerine verdiğiniz desteklerin bir tanesinden geri adım mı attınız? Yahu, elçilerini bile siz gönderemediniz, istenmeyen adam ilan edemediniz. Bir zamanlar hiçbir şey yokken "one minute" dediğiniz zaman istenmeyen adam ilan edip orada maslahatgüzarlıkla temsil edilmeyi karşılıklı olarak kabul etmiştiniz. Eğer Türkiye'de halk ayaklanıp İsrail Büyükelçiliğinin önüne gitmemiş olsaydı o İsrail Büyükelçisi de Türkiye'yi terk etmeyecekti. İyi ki terk etti Türkiye'yi, siz zaten göndermeyecektiniz. Hükûmet olarak bunların hiçbirini yapmadınız, yapmıyorsunuz. Miting yap, yas ilan et; ya, onu milletimiz zaten sana sormadan yapıyor, hatta yaptı bile, her yerde Fatihalar okunuyor, Kur'anlar okunuyor, Yasinler okunuyor, bir diğer yandan yardımlar toplanıyor oralara. "Gazze kapısı açılsın, Refah Kapısı açılsın, oradan gidelim; Ürdün kapısı açılsın, yardımlar götürelim, tıbbi cihazlar götürelim." diyerek zaten kendileri üzerine düşeni yapıyor. Depremde aynen yaptığı gibi, o büyük depremde yaptığı gibi; millet olma şuurunu size gösterdiği gibi.
Değerli milletvekilleri, şimdi, buradan şunu söylemek isterim: Sizin derdiniz burada bunlar değil, bunun farkındayız biz; elinize geçen bu fırsatı da ganimete çevirmek istiyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti'nin asırlık çınarına olan hazımsızlığınız burada da kendini gösteriyor. "Yas var." diye zaten sadra şifa olmayan bir iki etkinliği de iptal ederek rahatladınız. Grup Başkan Vekilimiz İsa Mesih Şahin bunu dile getirdi, tekrar dile getirmek istemiyorum.
Sizler bahanelerin ardına sığınarak cumhuriyete ve kazanımlarımıza sırtınızı dönebilirsiniz ama bu aziz millet sizin sahte ve günahsavar mahiyetinde yaptığınız kutlamalara zaten bel bağlayacak kadar da saf değildir. Bu milletin kökü çok derinlerdedir. Maden kazar gibi oralardan eksik gedik bir şeyler bulacağız diyerek bizi besleyen bu damarları kesme çabasında olanlara da diyorum ki: Bir damarı kesseniz elden ne gelir, elbet bir başkası alttan sürgün gelir.
Gazi Atatürk'ün "Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir." sözünün ne anlama geldiğini idrak etmekte zorlananların yönetimde olduğu günleri yaşıyoruz. Esasen, bu sözler, cumhuriyetin insan onurunu ve hürriyetini esas aldığını gören ve zamanın ruhunu yakalamış bir liderin tespitiydi, işte bu gerçekliğe imkân veren bir yönetim anlayışına işaret etmişti. Reaya olmaktan kurtulan bir halkın, mesela işçi olan, çiftçi olan ya da çoban olan birilerinin çocuklarının başbakan, cumhurbaşkanı, milletvekili ya da bakan olabildiği bir sistemin inşasıdır bu. Yoksa o çok öykündükleri veya cumhuriyetin karşısına diktikleri eski dönemlerde bu zevatın ne olabileceğini varın siz düşünün. Bugün "Türkiye Cumhuriyeti'nin 2'nci yüzyılı" demekten hicap duyup "Türkiye Yüzyılı" gibi kendinden menkul tanımlarla meseleyi sulandırmaya kalkanların karşısında bizler cumhuriyete sahip çıkacağız ve "Türkiye Cumhuriyeti'nin 2'nci yüzyılı" diyeceğiz. "Yas var." diyerek bu konuyu es geçenlere bir şey hatırlatmak isterim: Bir evde cenaze var diye düğünlerimizden, toylarımızdan mı vazgeçiyoruz Anadolu topraklarında? Anadolu'da "Cenazemiz var ağlarız, düğünümüz var oynarız." diye bir söz vardır, hiç duydunuz mu acaba bu sözleri? Yani bu durum ne yas tutmamıza engel ne de kutlamamıza mâni bir durumdur, sadece art niyetli olanların eline geçen kullanışlı bir bahanedir ve milletimiz, aziz milletimiz bunun farkındadır.
Ayrıca istiklal mücadelemiz ve ardından gösterdiğimiz olağanüstü başarılar zamanında Kuzey Afrika'dan Hindistan'a bağımsızlık özleminde olan milletlere büyük bir ilham kaynağı olmuş, bu halklara moral vermişti. Aradan yüz yıl geçti, sınırlar değişti, devletler kuruldu. İstiklal ve bağımsızlık mücadelemiz yüz yıl önce nasıl ki birçok millete ilham ve moral verdiyse bugün de 29 Ekimi öyle bir kutlamalıydık ki mesela özellikle büyük devletler tarafından ezilen, vatanlarından sürülen, katledilen Filistin halkı gibi sahipsiz milletlere yine moral ve ilham versin ama nerede... Sizlerden böyle bir hassasiyet ve şuur beklemek güneşin batıdan doğup doğudan batmasını beklemek gibidir yani dinî literatüre göre kıyamet alametidir. Hiç şüphe yok ki bu aziz millet kendisini var eden değerlerine siz istemeseniz de sahip çıkacaktır.
Bugün devlet ricali elinizde, sermaye elinizde, mühür de elinizde; bunun cakasını satıyorsunuz, satabilirsiniz. Bunlar sayesinde gayretkeşliklere soyunuyorsunuz ama halkımız kendisini kaderine terk edenlere inat, hep olduğu gibi, küllerinden doğmasını bilecektir. Civanmert ve diğerkâmlığı tartışılmaz milletimiz sizin bu ergen tavırlarınıza ve yönetim anlayışınıza mutlaka "Dur!" diyecektir; her şeyin bir zamanı vardır, tarih özellikle de cumhuriyet tarihimiz ve istiklal mücadelemiz bunun en büyük ispatıdır.
Mustafa Kemal Atatürk'ün tespitleriyle başlamıştım konuşmama, Falih Rıfkı Atay'ın yürekleri dağlayan hikâyesinden bir bölümle bitireyim. Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun "Cumhuriyet devri edebiyatımızın en büyük hadiselerinden biridir." dediği "Zeytindağı" adlı eserinde geçen bir hatıradan bahsetmek istiyorum: Cihan Harbi sırasında savaşmadığı cephe kalmayan, 9 cephede dövüşen Mehmetçik ve onları umutsuz gözlerle bekleyen anneler, babalar, yavuklular... "Tren istasyonunda bir kadın gelene geçene 'Benim Ahmed'imi gördünüz mü, benim Ahmed'imi gördünüz mü?' diye sesleniyordu. 'Hangi Ahmed'i? Yüz binlerce Ahmed'ten hangisini soruyorsun?' dedi askerler oradan. Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor 'Bu tarafa gitmişti.' diyor. O tarafa; Aden'e mi, Sarıkamış'a mı, Yemen'e mi, Kanal'a mı, Çanakkale'ye mi, nereye? Oraya mı, Bağdat'a mı gitti? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen ona da soracaksın 'Ahmed'imi gördün mü?' 'Hayır, hiçbirimiz Ahmed'i görmedik fakat Ahmed'in her şeyi gördü.' diye cevap veriyordu. Şimdi Anadolu'ya batıdan, doğudan, sağdan, soldan bütün rüzgârlar bozgun haykırışarak esiyor. Anadolu demir yoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş oğlunu arıyor. Vagonlar, arabalar, kamyonlar hepsi ondan, Anadolu'dan utanır gibi, hepsi İstanbul'a doğru, perdelerini kapamış, muşambalarını indirmiş, lambalarını söndürmüş gizli ve çabuk geçiyor. Anadolu Ahmed'ini soruyor. Ahmed, o daha dün bir kurşun istifinden daha ucuzlaşan Ahmed, şimdi onun pahasını, kanadını kısmış, tırnaklarını büzmüş, bize dimdik bakan ana kartalın gözlerinde okuyoruz. Ahmed'i ne için harcadığımızı bir söyleyebilsek, onunla ne kazandığımızı bu anaya anlatabilsek, onu övündürecek bir haber verebilsek... Fakat biz Ahmed'i kumarda kaybettik."
Evet, bu millet küllerinden yeniden doğdu ama o külleri harlayan bir grup vatanseverin hakkını asla gasbettirmeyeceğiz. Onların kurduğu cumhuriyete sahip çıkacağız. Bu milleti geçmişte kumar masalarında heba edenleri unutmayacağımız gibi, bugün de pazarlık masalarında harcamak isteyenlerin karşısında duracağız. Bu asla koltuk ve makam kavgası değildir. Bu bir vatan savunmasıdır ve herkes bunun farkında olmalıdır.
Değerli milletvekilleri, cumhuriyet fazilettir ama demokrasiyle taçlandıracağız; cumhuriyet istiklaldir ama asla o istiklalden vazgeçmeyeceğiz; cumhuriyet haysiyet ve onurdur ve bundan kesinlikle taviz vermeyeceğiz. Cumhuriyet -tekrar ediyorum- Türkiye Yüzyılı değil, Türkiye Cumhuriyeti'dir; birileri "reklam arası" diyebilir, "narkoz verilen bir zaman dilimi" diyebilir ama bizim için vatandır, namustur, güvenli bir sığınak, son karakol, son liman ve son devlettir. Birileri eline geçirdikleri güç ve imkânlara güvenerek "Türkiye Yüzyılı" diyebilir, cumhuriyetimize yeni bir libas giydirmek isteyebilir. Bakınız, buradan milletimiz adına haykırarak ifade ediyorum, giydirmeye çalıştığınız o elbise bu civan, mert bedene dar gelir.
Son söz olarak şunları söylemek isterim: İmparatorlukların ömrü üç yüz yıldır demiştim. Bu topraklarda tutunmak çok zordur değerli milletvekilleri. İmparatorluklar döneminde iki şeyle ayakta kaldık; bir, büyük ordularla, iki, büyük ekonomilerle ayakta kaldık. Eğer ekonominizi kaybederseniz ordunuzu, ordunuzu kaybederseniz ekonominizi kaybedersiniz. Roma buradan geldi, geçti; Bizans buradan geçti; Likya, Lidya buradan geldi, geçti; Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu buradan geldi, geçti; Osmanlı buradan geldi, geçti ve imparatorluklar böylece yıkıldı. Sonra ulus devletler kuruldu, aynen Almanya, Macaristan İmparatorluğu gibi, aynen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin kurulması gibi, çarlığın yıkılması gibi, aynen Osmanlı'nın yıkılması gibi. Şimdi, burada da bir yandan büyük ordularla ayakta kalacağız ama bu ordu sâri bir hastalık gibi her on yılda bir darbe yapmayacak, demokrasiye ram olacak. Aynı zamanda büyük ekonomilerle ayakta duracağız ama bu ekonomiyi eğitimde fırsat eşitliği ve de aynı zamanda gelir dağılımında bir adaletle taçlandıracağız; bunu yapacağız. Üçüncü olarak da demokrasiyle, büyük demokrasiyle ayakta kalırsınız. Büyük demokrasi, eğitimde fırsat eşitliği olduğu kadar, aynı zamanda gelir dağılımında adalet olduğu kadar, insan hakları demektir, hukukun üstünlüğü demektir, üstünlerin hukukuna karşı hukukun üstünlüğünü savunmak ve aynı zamanda adaletli bir sistem kurabilmek demektir. Biz cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmak istiyoruz, biz aynı zamanda devletimizi liyakat, ehliyet ve ahlakla buluşturmak istiyoruz; biz aynı zamanda hukukumuzu, bir daha söylüyorum, hukukumuzu adaletle şahikalaştırmak istiyoruz.
Hazreti Ali'nin sözleriyle bitirmek istiyorum; Hazreti Ali şöyle haykırıyordu: "Devletlerin dini adalettir." Ben de buradan haykırıyorum: Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti devleti, yaşasın ay yıldızlı bayrak, yaşasın Arnavut Akif'in yazmış olduğu İstiklâl Marşı, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti'nin aziz milleti.
Nice yüzyıllara, nice bin yıllara, nice on bin yıllara... Üç bin yıl sonra doğacak çocuklarımıza selam olsun.
Saygılar sunuyorum. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)