| Konu: | Cumhurbaşkanlığının, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki 2695 (2023) sayılı Kararı uyarınca; hudut, şümul ve miktarı Cumhurbaşkanınca belirlenecek Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının, 1701 (2006) sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı ve 880 sayılı Türkiye Büyük Millet Meclisi Kararı'yla tespit edilen ilkeler kapsamında; 31/10/2023 tarihinden itibaren bir yıl daha UNIFIL'e iştirak etmesi ve bununla ilgili gerekli düzenlemelerin Cumhurbaşkanınca yapılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca izin verilmesine dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi (3/763) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 6 |
| Tarih: | 11.10.2023 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA MUSTAFA KAYA (İstanbul) - Sayın Başkanım, saygıdeğer milletvekilleri; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin, UNIFIL'in görev süresinin uzatılması yönündeki Cumhurbaşkanlığı tezkeresiyle alakalı grubumuz adına söz almış bulunuyorum. Öncelikle Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, aslında bugün içinde bulunduğumuz Filistin-İsrail meselesinin gündemi şimdi tartışmaya başlayacağımız UNIFIL'in yani Türk Silahlı Kuvvetlerinin Lübnan'da konuşlandırılmasından farklı değil, aslında iç içe geçmiş bir gündemi konuşuyoruz. Yani "Bugün Lübnan'da, BM Barış Gücü neden orada bulunuyor?" sorusunun cevabı da yine Filistin-İsrail meselesinde gizli. Yani 1948 yılında İsrail'in o bölgede sınırları değiştirme çabalarıyla beraber ortaya çıkan görüntü bugün Lübnan'da Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nün bulunmasının ana sebebidir. Yani bizim, Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden çekilip Türkiye Cumhuriyeti devletimizin kurulmasının ardından Fransa'nın özellikle Lübnan'da devam eden gücünü tahkim etmek adına yaptığı adımlar belki bugün üzerinde konuşulması gereken ana konular içindedir. Bugün Lübnan'da istikrar yoksa, bugün Lübnan hâlâ mezhep savaşlarıyla birbirine girmiş durumdaysa ve bugün hâlâ Lübnan geleceğine güvenle bakamıyorsa bu, Fransa'nın 23 Mayıs 1926'da o bölgede dayattığı anayasanın sebebidir. O anayasa, aslında daha sonraları Büyük Orta Doğu Projesi'nin de bir başlığı olan mezhepler arasındaki ayrışmanın özellikle kurgulandığı, Fransa'nın bir anlamda kendisinden sonra o bölgeyi yönetmek adına bunu kurguladığı bir modeldir. Şöyle ki: Mezhep merkezli bu anlayışın aslında neye mal olduğunu ifade etmek adına şu vereceğim örnekler, şu vereceğim gerçekler belki daha açıklayıcı olabilir; bugün Lübnan'da Cumhurbaşkanı, Maruni Hristiyan; Başbakan, Sünni; Meclis Başkanı, Şii. Toplum içerisinde bu kimliklerden nüfus azalsa da eksilse de fark etmiyor, Fransa bu kurduğu anayasa çerçevesinde Lübnan'da sürekli etkili olmaya çalışıyor. Biliyorsunuz, Beyrut'ta bir patlama oldu, o patlama çok korkunç bir patlamaydı. Hemen ardından Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Lübnan'a geçti ve sanki bütün bu sorunların sebebi kendileri değilmiş gibi, sonrasında Lübnan'ın siyasi istikrarsızlığına çözüm bulacaklarını iddia etti.
Saygıdeğer milletvekilleri, biraz önce ifade ettiğim gibi, 1948'de İsrail'in Lübnan sınırında yapmaya çalıştığı değişimin yanıtı olarak UNIFIL şu anda orada ve 19 Mart 1978'de BM karar aldı ve Türkiye burada bir güç bulunduruyor. Yani bu, sadece Fransa'nın Lübnan'da uyguladığı değil, aslında küresel güçlerin Irak'ta yapmaya çalıştığı, 1995'te Bosna'da yapmaya çalıştığı şeylerin bir benzeri. Onlar bize baktıklarında sadece mezheplerimiz üzerinden, kimliklerimiz üzerinden bizleri nasıl ayrıştıracaklarına dair bir hesabın, bir planın içerisindeler. Irak'ta da bunu gördük; Cumhurbaşkanı Kürt olacak, Başbakan Şii olacak, Meclis Başkanı Sünni olacak gibi, toplumların kendi aralarındaki iletişim kanallarının tamamen ortadan kalktığı, toplumların birbirine nefretle baktığı sistemleri maalesef kurmaya çalışıyorlar. Ayrıca 1995 yılında Dayton Barış Anlaşması'yla beraber bugün Bosna Hersek'te bıçaksırtı devam eden barışın da ana müsebbibi yine küresel güçler. Onlar orada "Boşnak, Hırvat, Sırp" diye ayrım yaparken 3 Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi var ve onlara sekiz aylık görev süreleri biçerek aslında bir anlamda "Siz, burada istikrarsız bir şekilde yaşamaya devam edin." şeklindeki bir anlayışı hâkim kılmaya çalışıyorlar.
Saygıdeğer milletvekilleri, bilindiği üzere siyasi krizlere, birçok çatışmalara ve büyük göçlere tanıklık eden 87 kilometrelik Lübnan-İsrail sınırı dünyanın en kırılgan sınırlarından biri olarak kabul edilir, kara sınırının yanı sıra Lübnan ve İsrail arasındaki deniz sınırı da bir o kadar hassas noktadır. Silahlı Kuvvetlerimiz, BM Barış Gücü'nün ilk ve tek deniz kuvveti olan "deniz görev gücü" kapsamında burada görev yapmaktadır. "Mavi hat" olarak bilinen Lübnan-İsrail sınırı hem Türkiye hem Lübnan hem de bölgemiz için önemli, stratejik bir değere sahiptir; bu nedenle, şunun altını çizmek istiyorum: Filistin ve İsrail arasındaki çatışmalar İsrail'in çatışmayı bölgeye yaymak istediği Lübnan-İsrail sınırını daha da hassas hâle getirmektedir.
Yine, bilindiği gibi, İsrail'in Mescid-i Aksa'ya aralıksız saldırıları ardından Filistinli grupların bu saldırılara yanıt olarak Aksa Tufanı Operasyonu'nu başlatması Orta Doğu'da olayların seyrini şu anda çok tehlikeli bir noktaya getirmiş durumdadır. Gazze ve civarında başlayan çatışmalar maalesef bu bölgeye sıçrayabilir ve şu anda o bölgedeki hareketlilik kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Son dört gün içerisinde, Lübnan'ın güney sınırında Hizbullah ve İsrail askerlerinin yanı sıra Suriye'de de İsrail ve Suriye ordusu arasında işgal altındaki Golan Tepeleri bölgesinde çatışmalar devam etmektedir. Golan Tepeleri demişken, bir önceki Amerika Birleşik Devletleri Devlet Başkanı Trump'ın çok rahat bir şekilde uluslararası hukuku hiçe sayan, hiçbir şekilde dengeleri, bölgesel gerçekleri vesaireyi içermeyen açıklamasıyla beraber "Golan Tepeleri'ni İsrail'e verdim." açıklaması maalesef Türkiye tarafından da hak ettiği karşılığı bulmamıştır. İsrail, çatışmaları Lübnan ve Suriye'de yayarak Amerika Birleşik Devletleri'nin, diğer Batılı müttefiklerin daha da fazla desteğini almaya çalışmaktadır. Diğer yandan "İsrail, daha fazla sorunla karşılaştı." algısını yerleştirerek sivil katliamların üzerini kapatmaya çalışmaktadır.
Ayrıca, Doğu Akdeniz'de deniz gücü yığınağı yapan ABD'nin kendisi de Orta Doğu'ya tam olarak yerleşmek istemektedir. Amerika, müttefiki İsrail üzerinden Doğu Akdeniz'de, Lübnan ve Suriye kıyılarında kendi küresel gücünü tahkim etmenin hesaplarını yapmaktadır. Şunu çok açık bir şekilde görüyoruz: 1991 yılı, 2003 yılı ve son yaşanan Arap Baharı süreciyle beraber bölgede bir kuşatma harekâtı vardır. Bir önceki konuşmamda yine Genel Kurula hitap ederken ifade etmeye çalışmıştım, NATO şu anda, doğu sınırını Yunanistan olarak belirleyerek bir anlamda bölgede "Rusya'yı çevreleme" adı altında Türkiye'yi de tehdit eden, Türkiye'nin Akdeniz'deki çıkarlarını da tehdit eden bir anlayışı maalesef hâkim kılmaya çalışmaktadır.
Sayın Başkanım, saygıdeğer milletvekilleri; Türkiye'nin en önemli gücünün yumuşak güç olduğunu herkes bilir. Yumuşak güçten kastım şudur: Türkiye'nin herhangi bir coğrafyasında, herhangi bir ilinde etrafınızda 360 derece dönün, her döndüğünüz yere bir selam verin, her selam verdiğiniz yerde kalbiselimle sizin selamınızı alacak insanlar bulabilirsiniz; bu, Türkiye'nin gücüdür; bu, Türkiye'nin en önemli yumuşak gücüdür ama gel gör ki Beyrut patlaması gerçekleştiğinde, bir önceki Dışişleri Bakanı Sayın Çavuşoğlu oraya gittiğinde "Lübnan ya da dünyanın neresinde olursa olsun vatandaşlarımızın, soydaşlarımızın, Türkmenlerin sonuna kadar yanındayız." açıklamasını yaptıktan sonra "Onlara Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını vermeye hazırız." gibi bir açıklama yapmıştı. Ben bu açıklamayı talihsiz buldum. Niçin? Güçlü devlet, kendisine gönül bağıyla bağlı olan insanları bulundukları coğrafyalarda yaşatabilen devlettir. Türkiye'yle alakalı bütün o insanları alıp getirip burada yaşatmak tabii ki mümkün ama sizin sinir uçlarınızın ulaştığı noktalar sizi tarif eder. Eğer bugün Balkanlarda, Orta Doğu'da size yakın olduğunu bildiğiniz insanların varlığı size güç veriyorsa bunun sebebi, işte, bu yumuşak gücün sebebidir; ben bunu yadırgadığımı buradan ifade etmek istiyorum. Bu ilk bakışta olumlu gibi görünebilir, ilk bakışta Türkiye sahip çıkıyor gibi görünebilir ama maalesef bu açıdan bakıldığında bunu anlayabilmek, doğru yorumlamak mümkün değildir.
Sayın Başkanım, saygıdeğer milletvekilleri; Lübnan tezkeresinin aslında gündemle alakalı olduğunu biraz önce ifade etmeye çalışmıştım. Filistin mevzusuyla ilgili de bazı konuları dikkatlerinize arz etmek istiyorum. Şu anda Filistin topraklarında insani bir dram yaşanıyor. Kendisini dünyanın sahibi zanneden işgalci İsrail, Gazze'yi tamamen yok etmek üzere harekete geçmiş durumda.
Sayın milletvekilleri, şu gerçeği ifade etmeden geçemeyeceğim: Bazen sosyal medyada görüyorum ve buna gerçekten üzülüyorum. Tarihin bilinmediğini, gerçeklerin bilinmediğini, aslında bizim o coğrafyalarla olan ilişkimizin tamamen koparılmak üzere kurgulandığını hissediyorum ve bundan dolayı da endişeleniyorum. Niçin? 1948 yılında İsrail Devleti ilan edilirken Türkiye'deki şehir efsanesine göre "Oradaki Araplar kendi topraklarını Yahudilere, Filistinliler kendi topraklarını Yahudilere sattıkları için başlarına bunlar geldi." gibi iddialar vardı. Bu, tarihî bir yanılgıdır. 1948 yılında İsrail Devleti ilan edilirken oradaki Yahudi topraklarının oranı toplamda yüzde 6,2'dir. 4 tane harita gösterilir. Bu 4 tane haritada İsrail'in işgalle beraber genişlediği bütün coğrafya görülür. Bu haritalar da aslında bunu teyit eder. Böyle bir algı üzerinden o topraklara bakmak ve böylesine "Madem ettiniz, topraklarınızı sattınız, ne hâliniz varsa görün." şeklindeki bir algı, doğru bir algı değildir. Bu, Türkiye'nin o bölgeyle olan iletişimine zarar verir, yanlış bir bilgi üzerine fikir inşa etmek anlamına gelir ki bunu kabul etmek doğru olmaz; bunu ifade etmek istiyorum.
Kanlı bir ideoloji olan siyonizm, 19'uncu yüzyılın sonlarında Avusturya Yahudisi olan Theodor Herzl tarafından kurulduğu günden bu yana Filistin'i işgal etmek için uğraştı, çabaladı. İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği sonuçlarla birlikte Yahudi toplumunun orada yaşadığı işkence, baskı, soykırım, zulüm -adına ne derseniz deyin- neticesinde o coğrafyada sanki binlerce yıldan beri yaşıyorlarmış gibi ve "arzımevut" denilen vadedilmiş topraklar üzerinde kurgulanan böylesine bir devlet anlayışı bugünkü sorunların temelidir. Kudüs, dünya barışının kilit taşıdır. Kudüs'teki barış inşa olmadığı müddetçe, bütün dinler -Mescid-i Aksa- özgür bir şekilde hayatına devam edemediği müddetçe; Kudüs'te barış olmadığı müddetçe; dünya barışı, bölgesel barış, Orta Doğu'da barış inşa edilemeyecektir. O yüzden Kudüs'te mutlaka barışın ve adaletin hâkim olması gerekir. Bugün eğer Ürdün'de göçmenler varsa, bölgede farklı ülkelerden göçmenler varsa bunun sebebi 1948'de suni bir şekilde kurulan İsrail'dir. O kurulma neticesinde nüfus hareketliliğiyle birlikte bölgeyi tamamen tahkim etmeye çalışan bir İsrail ve tam anlamıyla kâğıt üzerinde elindeki cetvelle, işgalle, baskıyla, zulümle kendi topraklarını genişletmeye çalışan bir İsrail vardır.
Saygıdeğer milletvekilleri, bir gerçeği de ifade istiyorum: Bugün, BM kayıtlarında bile sınırları belli olmayan bir tane devlet vardır, o da İsrail'dir, sınırı belli değildir çünkü sınırını sürekli genişletiyor ve BM'nin hiçbir kararını dikkate almıyor. BM, hakkında kınama kararı alıyor; tanımıyor, üzerindeki hiçbir gücü tanımıyor. Dünyadaki diğer insanları ikinci sınıf, kendisini birinci sınıf gören bir siyonist anlayış var. Bu siyonist anlayış, dünyada sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın düşmanıdır. Hangi etnik kimlikten olursa olsun hangi mezhepten olursa olsun hangi dinden olursa olsun dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun bütün insanlığın aslında başdüşmanı siyonist ideolojidir. Siyonist ideolojiye karşı olmak Yahudi karşıtlığı değildir. Biz hiçbir zaman antisemitist bir anlayışla hareket etmedik. Bizi illa tarif etmek istiyorsanız biz "antisemitist" değil, "antisiyonist" olarak tarif edilmek isteriz. Çünkü biz insanların etnik kimliklerinin doğuştan gelen, Allah tarafından verilen etnik kimliklerin onlar üzerinde bir ayet olduğuna inanırız, ona göre hareket ederiz. Biz kurulduğumuz günden beri, 1969 yılından beri antisiyonist bir hareket olarak insanlığın başdüşmanı siyonizme karşı mücadele veren bir hareket olarak anılmak istiyor, buna göre hareket etmek istiyoruz.
Saygıdeğer milletvekilleri, bazı gerçekleri de hatırlatmak istiyorum: Biraz önce ifade ettiğim gibi, BM nezdinde bile sınırları belli olmayan çünkü işgal ettiği toprakları sürekli genişleten bir İsrail var. Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa'ya saldırıp ibadet yapmalarını engelleyerek kutsalları hiçe sayan, orayı postallarıyla kirleten, bir ibadethanenin nezaketine olması gereken saygıyı göstermeyen bir İsrail var. Kudüs gibi dünya barışının kilit taşı olan kadim bir şehre, kültürlere, medeniyetlere beşiklik yapmış bir şehre, sadece İslam dünyasının değil, bütün dünyanın ortak değeri olan bir şehre saldıran ve o saldırı neticesinde Kudüs'ü altüst eden bir İsrail var. Ve düşünün, lütfen empati yapınız, binlerce yıldır atalarının, dedelerinin yaşadıkları evlere "Senin binlerce yıldır yaşadığın evin var ya, aslında burası beş bin yıl önce, dört bin yıl önce benim dedeme aitti." diyerek gelip o evleri elinden alarak oralara Yahudi yerleşimcileri yerleştiren bir İsrail var. Hukuk tanımayan uluslararası hukukun hiçbir boyutunu tanımayan, benmerkezci, bencil ve bu noktada kendisini her şeyin merkezine koyan bir İsrail var. Bayram demeden, kandil demeden her kutsal günü seçerek Gazze'ye bomba yağdıran, on yedi yıldır orayı açık hava cezaevine çeviren, en basit ihtiyacın bile karşılanmasına tahammül edemeyen, oraya ambargo ve abluka uygulamayı normalleştirmeye çalışan, Filistin halkının iradesini yok sayan bir İsrail var. İşgal edilmiş topraklarda yaşlı demeden, kadın, çoluk çocuk demeden herkese terörist yaftası vurarak insanları sokak ortasında katledip bunu da neredeyse ibadet aşkıyla yapan -tırnak içinde söylüyorum- bir İsrail var.
Bütün bunların karşısında, saygıdeğer milletvekilleri, katledilen, baskı, şiddet, zulüm altında direnen, en basit, çok basit, temel insan haklarından bile mahrum olan... Şöyle bir hayal ediniz: Bir hastanız var, bu hastanızla hastaneye gitmek durumundasınız, Batı Şeria'dasınız, Ramallah'tasınız, ambulansa hastanızı koydunuz, şurada bir "check point" var, oradan geçerken "Ben buradan geçip 300 metre ilerdeki hastaneye gideceğim." diye bir talebiniz var. Size diyorlar ki: "Buradan geçemezsin, 20 kilometrelik, 30 kilometrelik yolu dolaşıp oraya öyle geleceksin." En basit bir hastane mevzusunda bile gözlerini karartmış bir İsrail'in olduğu yerde, bir asra yaklaşan süreçte, yurtlarından edilen, yaşam hakları elinden alınan, mazlum Filistin halkı var.
Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri; bizim millî görüş hareketi olarak, Saadet Partisi olarak, Gelecek Partisi olarak yerimiz dün de bugün de dost ve kardeş Filistin halkının yanıydı, yarın da öyle olmaya devam edecek.
Son olarak, sözlerimi toparlarken şunları ifade etmek istiyorum: Türkiye'nin bir an önce askerî bir operasyona girişmesi falan böyle bir niyetle söylemiyorum ama bu Meclis, bu yüce Meclis 1997 yılında El Halil'e asker gönderme kararını aldı. O zaman Başbakan, 54'üncü Hükûmetin Başbakanı Profesör Doktor Necmettin Erbakan'dı. Bu Meclis ona o yetkiyi verdi; işte karar metni de burada. Dolayısıyla bunu örnek verirken şunu kastediyorum aslında: Türkiye'nin o bölgede olupbitenlere, oralarda olupbitenlere kayıtsız kalması gibi bir şey söz konusu olamaz.
Ben bir kere daha, hayatını kaybeden Filistinli kardeşlerimize Allah'tan rahmet diliyorum. Barışın, huzurun, sükûnetin bir an önce orada inşa edilebilmesi için Türkiye'nin üzerine düşen bütün çabayı azami şekilde yerine getirmesi dileklerimi ifade ediyorum.
Genel Kurulu, Sayın Başkanı saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)