GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Dünya Ticaret Örgütünü Kuran Marakeş Anlaşmasını Tadil Eden Protokol ve Protokolün Eki Balıkçılık Sübvansiyonları Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:3
Tarih:04.10.2023

SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün Dünya Ticaret Örgütünü Kuran Marakeş Anlaşmasını Tadil Eden Protokol ve Protokolün Eki Balıkçılık Sübvansiyonları Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi üzerine grubum adına söz almış bulunuyorum. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime başlarken geçen ay Fas'ta meydana gelen Marakeş merkezli depremde hayatını kaybeden Fas vatandaşlarına Allah'tan rahmet diliyorum. Allah, başta memleketimiz olmak üzere tüm ülkeleri bu tür felaketlerden korusun. Depremlerde can kaybının en aza indirilmesi için gerekli tedbirlerin alınması, başta ülkemiz olmak üzere her ülkede iktidarların öncelikli görevleri arasındadır. Bilindiği gibi yine bu depremde Fas, 5 ülkeden yardım teklifini reddetti. Bu ülkelerden biri Türkiye'dir. Bu teklifin reddedilme sebebini de bilmiyoruz. Bu konuda iktidar, özellikle Dışişleri Bakanlığı bizi aydınlatırsa memnun oluruz.

Bildiğiniz gibi bu anlaşmanın konusu olan balıkçılık Türkiye'nin önemli geçim kaynaklarından biridir. Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkedeyiz ama dünyadaki örneklerine bakarsak bu kadar denizle iç içe olan ülkemizin balık üretim ve tüketimi olması gerekenin altındadır. Balıkçılık sektörü özellikle büyük denizlere açılma konusunda zayıftır. Ben Somali'de büyükelçi olarak bulunduğum dönemde Somali açıklarına yani Hint Okyanusu'na gelen Japon ve Güney Kore balıkçılarının büyük gemilerle o bölgelerde avlanma yaptığını ve bu büyük gemilerin bu balıkları yerinde işleyerek hatta pisliklerini de o bölgeye bıraktığını biliyorum, hâlâ da bu durum devam etmekte. O bölgelerde balık avlanması için devletle anlaşma yaparak Türkiye'den balıkçılar getirmek istedik ancak bizim balıkçılarımızın o bölgelerde avlanabilecek kapasitesi yoktu, okyanusa uygun büyük gemilere sahip değillerdi. Bu konunun bence iktidar tarafından acilen ele alınıp Türkiye'nin balıkçılık kapasitesinin özellikle okyanuslarda avlanma konusunda geliştirilmesi elzemdir. Çünkü sadece bölgemizde yani Karadeniz ve Akdeniz'de avlanmaları değil, yapılan anlaşmalarla artık dünyanın her yerinde -elbette kaçak olarak değil- balıkçılık yapmaları ve ülkeye gelir kazandırmaları gerekmektedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin de kurucusu bulunduğu İslam İşbirliği Teşkilatının Kudüs Komisyonunun Başkanı Fas'tır. Bu vesileyle öncelikle bu konuya girmek istiyorum. Bildiğiniz gibi Türkiye 2010'daki Mavi Marmara hadisesinden sonra İsrail'le ilişkileri askıya almış ve uzun zaman karşılıklı büyükelçi gönderilmemişti. Sayın Cumhurbaşkanı her seferinde İsrail Başbakanı Netanyahu'ya "katil" demiş ve meydanlarda hem onu hem de İsrail hükûmetini yuhalatmıştı. Sonra bir baktık, Türkiye İsrail'le ilişkileri geliştiriyor. Elbette Türkiye'nin her ülkeyle ilişkileri geliştirmesinde fayda vardır ancak bunun, iç politika öncelikleri ele alınarak değil, kalıcı ve uzun vadeli çıkarlar göz önüne alınarak yapılması gerekmektedir. İsrail'le ilişkilerin nasıl bu kadar iyi hâle geldiğini, kravat renklerinin aynı olması dışında ne konuda aynı hâle geldiğimizi doğrusu merak ediyorum. Sayın Bakan ya da Bakanlık bu konuda bizi aydınlatırsa memnun oluruz. Ne oldu da "katil" dediğimiz adamla el sıkıştık ve büyükelçi ataması gerçekleştirdik? Evet, Türkiye'nin belli zamanlarda ilişkilerini geri çekme uygulaması vardır ancak İsrail aynı İsrail, değişen ne? Katil Netanyahu Filistinlileri öldürmekten vaz mı geçti? Hayır, televizyonları açın, orada her gün yapılan zulümleri açıkça görüyorsunuz. Hatta Netanyahu kendi ülkesinde bile yaptığı uygulamalar yüzünden milyonların protestosuna muhatap oluyor, Tel Aviv sokakları Netanyahu'nun özellikle anayasada yapmayı istediği değişikliklere karşı bir direnç göstermektedir. İktidarın bu U dönüşü konusunda bize bir açıklama borcu vardır.

Dış politika, şüphesiz, başta ülkelerin ve milletlerin menfaati, sonrasında tüm insanlığın ortak değerlerinin yaşanması amaçlarıyla yürütülen süreçler olmalıdır. Kimi zaman ters düştüğümüz ülkelerle sıcak temaslar kurarak kimi zaman ise sert mesajlar vererek bir denge siyaseti gütmek ancak ilkesel duruştan da asla taviz vermemek Türkiye gibi köklü ülkelerin değişmez şiarı olmalıdır. Ancak son yıllarda ülkemizin uygulamış olduğu dış politika iç siyasete malzeme yapılarak seçmenlerin konsolidasyonu için kullanılmış, seçim meydanlarında yapılan hamasetle yönetilmeye çalışılmıştır. Dış politika kurumsal kapasitenin kullanılamadığı, kurumsal kapasitenin göz ardı edildiği bir kişisel diplomasi hâline gelmiş ve o yüzden de biraz önce bahsettiğim İsrail'le olan ilişkiler gibi sık sık zikzaklar çizilmiştir.

Dış politikadaki bu dengesizlik bugün ülkemizin en önemli problemi olan göçmen meselesini de doğrudan etkilemiştir. 2016 sonrası ara buluculuk süreçlerinin ve Astana görüşmelerinin iç politikadan kaynaklı yanlış hamlelerle başarılı bir şekilde sürdürülememesi savaşın devam etmesine sebep olmuş, karşılığında hiçbir şey almadan Halep ve Guta'nın boşaltılması sonucu 1,5 milyon daha fazla sığınmacı ülkemize giriş yapmıştır. İmzalanan geri kabul anlaşmasında Türkiye'ye vadedilen maddi destek tam olarak yerine getirilmemiş, vize serbestisi ise asla gündeme gelmemiştir. Dış politikadaki bu başarısızlık Türkiye'yi Avrupa'nın göçmen deposu hâline getirmiştir.

Az önce bahsettiğim tutarsız dış politikayla ilgili birkaç örnek vermek istiyorum. Bildiğiniz gibi Suudi Arabistanlı, gazetecilik yapan Cemal Kaşıkçı yazmış olduğu muhalif yazılar sebebiyle ülkesinde baskıya uğramış ve ABD'ye yerleşmişti, burada da sosyal medyadan tacizlere uğramış ancak muhalif kimliğinden taviz vermemişti. Türk nişanlısıyla evlenme hazırlıkları yapan gazeteci Türkiye'de olduğu dönemde bazı belgelerin tamamlanması amacıyla Suudi Arabistan'ın İstanbul'da bulunan başkonsolosluğuna girmiş ancak buradan bir daha çıkamamıştır. İstanbul'un orta yerinde uluslararası bir gazeteci kendisi için gelen bir tim tarafından deyim yerindeyse yok edilmiştir, failler ise ellerini kollarını sallayarak ülkelerine dönmüşlerdir. O dönem "katil" dediği devlet yetkililerini hedef alarak Sayın Erdoğan'ın söylediği şu sözleri hatırlayalım: "Kaşıkçı başkonsoloslukta ne yazık ki alçakça bir operasyonla şehit edildi. Veliaht Prens dedi ki: 'Cemal Kaşıkçı başkonsolosluktan çıktı.' Ya, Cemal Kaşıkçı çocuk mu, dışarıda nişanlısı var, onu alıp ayrılamaz mıydı? Bunlar dünyayı enayi zannediyor. Bu millet enayi değil, hesabı sormasını bilir ve tabii, dedik ki: Biz herkese açığız. Suudi Arabistan kayıtları almak istedi. Kusura bakmayın, o kadar değil; dinletiriz, gösteririz ama vermeyiz. Verelim de ondan sonra bunları da mı yok edeceksiniz?" dedi ancak tüm bu sözlerin söylenmesinden sonra "katil" dediği devlet yetkililerine ve katilleri cezalandırmayan Suudi Arabistan mahkemelerine Cemal Kaşıkçı dosyasını iade ederek hem ülkemizi ciddi krizlere sokmuş hem de verilen insani sözlerden dönülerek ülkemizin uluslararası itibarı sarsılmıştır.

Değerli milletvekilleri, bir diğer örnek, ABD'yle yaşanan ve Türkiye tarihinin en büyük geri dönüşlerinden biri olan Rahip Brunson hadisesidir. 2016 yılının sonlarında İzmir'de yakalanarak sınır dışı edilme kararı alınan Brunson bir FETÖ sanığının verdiği ifadeyle teröre destek veren bir casus olarak yargılanmıştır. Hükûmetin yapmış olduğu açıklamaya göre Türkiye'de bulunma sebebi FETÖ ve PKK'yle bağlantılı bir şekilde siyasi ve askeri bilgiler elde ederek bunları ülkesine iletmekti. Cumhurbaşkanı Erdoğan darbenin hemen arkasından yaşanan bu olayda Brunson'un iadesini isteyen Amerika'ya takas teklif etmiş, "Ver papazı, al papazı." diyerek Gülen'in iadesini istemiştir. Üst düzey casuslukla suçlanan Brunson, önce cezaevinden çıkarılarak ev hapsine alınmış, sonrasında ise Erdoğan'ın "Bu can bu bedende oldukça, bu fakir bu görevde kaldıkça o teröristi alamazsın." cümlelerine rağmen mahkeme esnasında hazır bulundurulan özel uçağıyla memleketinin yolunu tutmuştu. Türkiye'de yargının bağımsız olmadığını tescil edercesine bu iade sonrası ABD Başkanı Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür etmiştir.

Almanya'yla aramızda diplomatik bir krizin çıkmasına sebep olan Deniz Yücel olayında da Sayın Erdoğan'ın "Elimizde görüntüler var, bir teröristtir." demesine ve "Deniz Yücel ben bu makamda olduğum sürece asla iade edilmeyecektir." sözlerine rağmen çark edilmiş, birdenbire bağımsız olan mahkemelerce serbest bırakılarak iade edilmiştir. Bu tutarsız tavırların Türkiye'ye hiçbir fayda getirmediği aşikârken bozulan ekonomi ve itibar kaybının faturasını tüm ülke birlikte ödemiştir.

Değerli milletvekilleri, sizlere Hükûmetin dış politika U dönüşlerinden bir diğerini hatırlatayım. Biliyorsunuz 2011 yılında Mısır'da yaşanan sokak hareketleri sonrasında Hüsnü Mübarek devrilmiş ve yerine Müslüman Kardeşler çizgisindeki Özgürlük ve Adalet Partisi iktidara gelmiştir, Muhammed Mursi de Cumhurbaşkanı seçilmiştir. 2013 yılında başlayan olayların ardından General Sisi darbe yaparak yönetime el koymuş, sonrasında yapılan şaibeli seçimlerle Cumhurbaşkanı olmuştur. Mursi'nin devrilmesinden sonra Sisi hakkında "darbeci" ve "katil" sıfatlarını kullanan Sayın Erdoğan, bir toplantıda "Beni Sisi'yle çok barıştırmak isteyenler var, asla kabul etmiyorum, etmem de. Neden? İşte bunlardan dolayı. Neden? Halkının yüzde 52 oyunu almış bir Mursi'yi ve arkadaşlarını cezaevine mahkûm eden bir antidemokratla karşı karşıya gelmem, onunla aynı masada oturmam." diyerek ilişkilerin geri dönülmez bir hâl aldığını beyan etmiştir. 2013 yılından itibaren rabia işaretini kullanan Sayın Erdoğan, Mısır'la olan ilişkileri iç siyasette malzeme olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Hatta 2019 Yerel Seçimleri'nde hafızalara kazınan "Pazar günü Sisi mi yoksa Binali mi diyeceğiz?" sözleriyle Sisi'yle asla aynı çizgide bulunmayacaklarını açık ve kesin bir dille göstermiştir. Aradan geçen zamanda Hükûmet verdiği sözlerin hepsinden dönmüş, o dönem hainlik olarak gördüğü Mısır'la ilişki kurma süreçlerini bizzat başlatmıştır. Katar'da Sisi'yle el sıkışan Sayın Erdoğan "Sinyali verdik, hayırlısıyla bu adımları atarız." demiştir ve nitekim karşılıklı büyükelçi atamaları gerçekleşmiştir.

Hükûmetin dış politika tutarsızlıklarından bir diğeri ise Birleşik Arap Emirlikleri'yle olan ilişkilerdir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin terörün finansörü olduğu televizyon yayınlarında açıklanmıştır. Aynı anlarda Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, Amerikalı yetkililerle el sıkışmış ve kameralara poz vermiştir. Bu sözleri söyleyen Süleyman Soylu ise daha sonra yaşanan ekonomik krizin etkilerini hafifletecek swap anlaşmaları için Birleşik Arap Emirlikleri'ni ziyaret ederek pasta kesmiş, sanki söylenen sözler kendisinin değilmiş gibi sıcak görüntüler vermiştir; şehitlerimizin kanlarının elinde olduğu iddiasının sahibi o elle gülümseyerek tokalaşmış ve ciddiyetsiz bir dış politika nasıl olur tüm dünyaya göstermiştir. Kapalı kapılar ardında hâlledilebilecek birtakım konular iç politikada kullanılmış, bilahare U dönüşü yapılarak ülkenin itibarı zedelenmiştir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bildiğiniz gibi bu dönemde yine Türkiye, hukukta, kendi iç hukukunda özellikle yürütmenin adalet sistemini tamamen kontrol altına alması, yargı bağımsızlığının ortadan kalkması sonucunda kendi kurucusu olduğu Avrupa Konseyinden dışlanma noktasına gelmiş ve maalesef bu konuda Avrupa Konseyinin ve onun organlarının dışladığı bir ülke durumuna gelmesi nedeniyle de ekonomik anlamda da Türkiye negatif etkilenmiştir. Hukukun güçlü olmadığı ülkelere yatırım yapmaya özellikle büyük fonların yönelmemesi sebebiyle Türkiye, dış fon bulma noktasında ciddi sıkıntıya düşmüştür; bu nedenle de maalesef tamamen pragmatik sebeplerle Arap ülkelerine yönelmiş ve buralardan fon bulmaya yönelmiştir. Yanlış ekonomik politikalar sonucu oluşan sıkışıklığı aşmak için Arap ülkelerine yönelen iktidar, daha önce söylediği her şeyi yutmak zorunda kalmış, olan Türkiye'nin itibarına olmuştur. Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerine çok olumlu mesajlar verilmiş olmasına rağmen maalesef fiilî olarak hiçbir adım atılmadığı için, özellikle de demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü konularında yapılan yanlış uygulamalar konusunda en ufak bir olumlu adım atılmadığı için Avrupa Birliğiyle ilişkiler tıkanmış, açılmıyor. Burada Avrupa Birliğini suçlayabiliriz, evet ancak onlar, Türkiye'deki sığınmacıların Avrupa Birliğine gelmesi korkusundan dolayı onları Türkiye'de tutabilmek amacıyla ara ara elma şekerleri veriyor, özellikle sığınmacılar için bir miktar para yardımı yapıyor ama asla Türkiye'nin tam üyeliğinin gerçekleşme sürecini yeniden başlatmak istemiyor. Aslında bugünkü durum maalesef Avrupa Birliğinin lehinedir. Biz hakkımız olan vize serbestiyetini alamamış durumdayız. Türkiye'yi bir mülteci ambarı hâline getiren Avrupa Birliği ise bu politikadan faydalanmaktadır. Türkiye çok taraflı dış politika uygulamak zorundadır.

Evet, Rusya'yla ilişkileri sürdüreceğiz, Rusya'yla ilişkiler önemlidir ancak Türkiye, aynen Ukrayna savaşında olduğu gibi Rusya ile Ukrayna arasında bir denge politikası gütmeli. Burada Hükûmetin tutumu doğrudur. Bu dengeli politikanın diğer bölgelerde de olması gerekir.

Dış politika bir ülkenin dünyaya açılan penceresidir. 21'inci yüzyılda etrafımızdaki gelişmelere kayıtsız kalarak, tutarsız hamleler yaparak, milletin ali menfaatini gündelik şahsi menfaatlere kurban ederek büyük devlet olma şansını kaybederiz. Gelin, yapıcı, barışçıl, uzun vadeli hedefleri ve hamleleri olan bir dış politikayı, bu çatı altında hep beraber canlandıralım; kurumsal kapasiteyi kullanan, gündelik zikzaklar çizmeyen ciddi bir dış politika uygulayalım. Biz Saadet-Gelecek grubu olarak bu konuda Hükûmete her türlü desteği vermeye hazırız, yeter ki şahsi kaygılar değil milletin menfaati temel alınsın.

Sözlerime son verirken Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)