GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin Kurulmasına İlişkin Nahçıvan Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Protokol'ün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:2
Tarih:03.10.2023

SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin Kurulmasına İlişkin Nahçıvan Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Protokol'ün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi hakkında grubum adına söz almış bulunuyorum. Yüce heyetinizi saygıyla selamlarım.

Öncelikle Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin öneminden bahsetmek istiyorum. Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi 1990'lı yıllarda özellikle Sovyetler Birliği'nden bağımsızlığını kazanan Orta Asya'daki Kazak, Özbek, Türkmen, Kırgız, Azeri gibi Türk soylu halkların kurduğu devletlerin ve Türkiye'nin katılımıyla oluşturuldu. Konsey belli bir plan dâhilinde Türk dünyasının meseleleriyle ilgili ortak hareket etme, ortak kültürel etkinlikler, Türkçenin ortak kullanımı gibi bu halkları birbirine yaklaştırmak konusunda faaliyetlerde bulundu. Bu açıdan bu Konseyde Türkiye'nin bulunması elbette ki çok önemlidir. Konseyin bu halklar arasında ortak bir iletişim dili olarak Türkçenin yaygınlaşması konusunda elinden geleni yapması gerektiğini düşünüyoruz. Sadece Azerbaycan değil Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi ülkelerle de Türkçenin ortak bir dil olması ortak kültürel kaynaşma açısından önemlidir. Maalesef toplantılarda görüldüğü gibi birçoğunun arasında Rusça anlaştığı toplulukların yeniden Türkçe anlaşır hâle gelmesi son derece önemlidir.

Türkiye'nin sadece Batı'ya değil, Doğu'ya da açılımı bu açıdan önemlidir. Nahçıvan Anlaşması'ndan bahsetmişken özellikle Dağlık Karabağ ve Ermenistan'la ilgili son gelişmelerden bahsetmek doğru olacaktır. Bildiğiniz gibi Azerbaycan işgal altında bulunan Dağlık Karabağ bölgesini işgalden kurtarmış ve Karabağ'daki Azeri kardeşlerimiz kendi topraklarında özgür bir şekilde yaşamaya başlamışlardır. Azerbaycan ana karası ile Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti arasındaki Zengezur Koridoru'nun bir an önce ulaşıma açılması, Türkiye'nin Türk dünyasıyla olan bağlantısının da en kısa zamanda kurulması elzemdir. Bu vesileyle bu savaşta hayatını kaybeden Azeri kardeşlerimize Allah'tan rahmet diliyorum.

Değerli arkadaşlar, Ermenistan'da bulunan ve Türkiye sınırına 15 kilometre uzaklıkta bulunan Metsamor Nükleer Santrali'nin bölgenin güvenliği açısından kapatılması gerekmektedir. 2'nci bir Çernobil vakasıyla karşı karşıya kalmamak için bu konuda Dışişleri Bakanlığının yaptığı girişimi destekliyoruz.

Kafkasya konusuna girmişken Türkiye'nin 2016 sonrasında Rusya'yla olan ilişkilerinden kısaca bahsetmek istiyorum. Türkiye, 2016 sonrasında geleneksel politikasından bir eksen kayması yaşadı. Şüphesiz bu eksen kaymasının en önemli sacayağı Türkiye'nin yaşamış olduğu Patriot krizidir. Bir NATO üyesi ülke olan Türkiye, haklı olarak Patriot sistemlerini edinmek için girişimlerde bulunmuş ve burada bir güçlükle karşılaşmıştır. Rusya'nın ürettiği S-400 hava savunma sistemlerini diplomatik bir koz olarak kullanan Hükûmet, ülkelerin en önemli meselesi olan millî savunmayı tabiri caizse bir anlamda inada bindirmiş ve iç politikada geri adım atmış görüntüsü vermemek adına S-400'leri satın almıştır ve henüz kullanmamıştır. O dönem yaşanan bunca tartışmaya ve bu savunma sisteminin kullanımında ortaya çıkacak problemlerin izah edilmesine ve bugüne kadar da akıbetiyle ilgili Hükûmetin net bir bilgisinin olmadığını düşündüğümüz bu sistem uğruna Amerika ve NATO'yla diplomatik ilişkiler bozulmuştur. Uzun yıllar boyunca hazırlık aşamasında bulunduğumuz, havacılık filomuzu yenilemeyi düşündüğümüz, 30'u sipariş edilmiş 100 adet teslimat planladığımız F-35 Müşterek Taarruz Uçağı Projesi'nden S-400 politikamız yüzünden mahrum kaldık ve sonrasında devam eden tutarsız politikalar yüzünden bir gelişme kaydedemedik. Yıllardır içinde bulunduğu önemli projeyi unutan ve unutturan Hükûmet, sonrasında F-16 konusunda arayış içine girmiştir. Sonrasında gündeme gelen CAATSA yaptırımları ise Türkiye'nin bu meseleden kaynaklı ekonomik olarak da yıpranmasına sebep olmuştur.

Dış politikadaki bu dengesizlik bugün ülkemizin en önemli problemi olan göçmen meselesini de doğrudan etkilemiştir. Ara buluculuk süreçlerinin ve Astana görüşmelerinin iç politikadan kaynaklı yanlış hamlelerle başarılı bir şekilde sürdürülememesi savaşın devam etmesine sebep olmuş ve çok daha fazla göçmen ülkemize giriş yapmıştır. Hükûmet Suriye konusunda diplomatik bir yöntem kullanmak yerine yıllardan beri hamasetle beslenen hamleler yapmıştır. İmzalanan geri kabul anlaşmasında Türkiye'ye vadedilen maddi destek tam olarak yerine getirilememiş, vize serbestîsi ise asla gündeme gelmemiştir. Türkiye, dış politikada yaşamış olduğu bu başarısızlığı Avrupa'nın mülteci kampı olması değil, muhacir-ensar söylemiyle kapatmaya çalışmıştır. Türkiye, uluslararası anlaşmaların ve insancıl hukukun gereğini elbette yapmak zorundadır ve yapacaktır ancak bunun karşılığında verilen sözlerin tutulmaması kabul edilebilir bir durum değildir.

Türk dünyasıyla ilişkilere dönersek bizim için burada önemli bir konu daha var, o konu da bildiğiniz gibi Doğu Türkistan konusudur. Çin'in Türk dünyasının bir parçası olan Doğu Türkistan bölgesinde yaşayan Uygur Türklerine yönelik olumsuz uygulamalarının uzun süredir devam ettiğini biliyorsunuz. Resmî adıyla Sincan Uygur Özerk Bölgesi ancak kadim ismiyle Doğu Türkistan olarak andığımız bölge tarih boyunca savaşlar ve kanlı çatışmaların merkezinde yer almıştır. Çin devletinin Asya'ya açılan kapısı olan Doğu Türkistan coğrafyası birçok farklı ülke ve kültüre komşu olması ve tarihî İpek Yolu'nun üzerinde bulunması sebebiyle jeostratejik bir öneme sahiptir. Çin devleti yüzyıllarca süren çatışmaların ardından son olarak 1949 yılında Doğu Türkistan'ı işgal ederek bu tarihten itibaren bölgede yoğun bir asimilasyon ve soykırım politikası uygulamış, ülkenin sahip olduğu zenginlikleri sömürmeye başlamıştır. Geçmişten gelen korkularla Çin Halk Cumhuriyeti defalarca kendisine karşı kuvvetli bir direniş gösteren Uygur halkını bastırmak için insanlık dışı muamelelerde bulunmaktadır. 2009 yılının Temmuz ayında baskıcı politikaları protesto için yürüyüş yapan öğrenciler bahane edilerek binlerce Uygur kardeşimizin kaybedildiği Urumçi katliamı gibi nice katliamların faili Çin Halk Cumhuriyeti'dir. Bu vesileyle Urumçi katliamında şehit olan tüm Uygurları rahmetle anıyorum.

Uygulanan bu canice politikanın temel sebebi Uygur halkının kuvvet ve ümidini yok etmek ve kardeşlerimizi sindirerek sömürü imkânlarını genişletmektir. Uygur halkının kuvvetini aldığı manevi değerlerin farkında olan Çin, Müslümanlık ve Türklükle bağlarını kopararak Uygur kültürünün taşıyıcı kolonlarına darbe vurmak istemektedir; yapmış olduğu tüm sistemli zulmü bu esaslar üzerine kurmuştur.

Değerli milletvekilleri, Çin, Doğu Türkistan üzerinde kurduğu hâkimiyeti bir daha kaybetmemek için potansiyel birer düşman olarak gördüğü tüm erkekleri sözde eğitim kamplarında toplayarak aç ve susuz bırakmaktan tırnak çekmeye kadar her türlü işkence, ilaçlarla kobay yapılmaktan organ nakline kadar her türlü biyolojik deneyin öznesi hâline getirmektedir. Namaz kılmak, oruç tutmak, kitap okumak, eğitim ve hürriyet gibi insani talep ve ihtiyaçlar aşırılık görülerek kamplara götürülmek için sebep sayılmaktadır. Sayıları 1.200'ü geçen ve 3 milyondan fazla insanın tutulduğu toplama kamplarında fiziksel ve psikolojik şiddetin sınırları zorlanmaktadır. Hiçbir ulusal ve uluslararası standardın uygulanmadığı ve tanınmadığı bu kamplarda işkence esnasında hayatını kaybedenlerin yanı sıra kamp içinde veya sonrasında intihar ederek hayatına son veren binlerce Uygur bulunmaktadır.

Uygurların ana dillerinde konuşmaları, eğitim almaları Ramazan ve Kurban Bayramlarını kutlamaları, çocuklarına Kur'an okumayı öğretmeleri, birlikte hareket etmeleri yasaklanarak bu yasaklara direnenlere sert cezalar uygulanmaktadır. Çin Anayasası'nda mevcut olan hakların neredeyse hiçbiri Uygurlar için bir hak olarak görülmemekte, insan hakları Doğu Türkistan'a uğramamaktadır.

Doğu Türkistan'ın demografik yapısı iki yöntemle hızla bozulmaya çalışılmaktadır. Birincisi, Han Çinlilerin Uygur kentlerine yerleştirilmesiyle uygulanan iskân politikasıyla Çinli nüfusun artırılması; ikincisi ise Uygur kadınların doğum yapmadan veya ilk doğumları esnasında kısırlaştırılması, erkeklerin gözaltında tutulması ve türlü doğum kontrol yöntemleri kullanılarak Uygur nüfusun azaltılmasıdır. Eşleri ve oğulları toplama kamplarına götürülen Uygur kadınlarının evlerine Çinliler yerleştirilmekte, bu evlerden her geçen gün tecavüz ve ölüm haberleri gelmektedir. Kentler arasında yer değiştirmenin güç, bölge dışına çıkmanın ise neredeyse imkânsız olduğu Doğu Türkistan'da seyahat ve iltica hakları ihlal edilmektedir.

Sayın milletvekilleri, uluslararası kuruluşlar Doğu Türkistan konusunda mekanizmaları ağır işletmektedir. Çin, uluslararası örgütlerin ve sivil toplum kuruluşlarının göndermiş olduğu gözlemci heyetleri bölgeye sokmamakta veya belirli alanları açarak aldatıcı bir fotoğraf vermektedir. Doğu Türkistan konusunda çalışma yapan aktivistleri tehdit ederek yıldırmakta, nüfuzunu kullanarak çalışmaları engellemektedir. Uygur meselesinin en önemli savunucularından biri olan Rabia Kadir, Çin'in baskıları yüzünden Türkiye dâhil olmak üzere birçok ülkeye giriş yapamamakta; Dolkun İsa, Türkiye'den sınır dışı edilmiş ve tekrar alınmamaktadır. Doğu Türkistan soykırımının görüşülmesi için Birleşmiş Milletlerde yapılan oylamada hazırlanan rapora rağmen birçok Müslüman ve Türk devlet ret veya çekimser oy vermiştir. Dinî, etnik, coğrafi ve tarihî bağlarımız gereğince Uygur halkına en çok desteği vermesi gereken ülkelerin başında gelen Türkiye'nin son yıllarda Doğu Türkistan karnesi oldukça zayıf seyretmektedir. İç ve dış siyasette izlenen yanlış politikalarla ekonomik, politik bir çıkmaza giren Hükûmet, Doğu Türkistan davasında manidar bir sessizliğe bürünmüştür. İç siyasette kendisini kapana kıstıran ortakları yüzünden gerçekleşen dış siyasetteki eksen kayması bu sessizliğin ana sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda rasyonel bir ekonomi yönetiminin yoksunluğundan kaynaklanan krizler sebebiyle finansman arayışına giren Hükûmet, swap para karşılığında ilkelerinden tavizler vermiştir. Her fırsatta yerli ve millî olmaktan bahseden Cumhur İttifakı, Uygur meselesinde kınamanın ötesinde girişimlerde bulunarak 21'inci yüzyılda tüm ülkelerin gözleri önünde yaşanan bu katliam ve soykırımı durdurma noktasında başat bir rol üstlenmelidir. Doğu Türkistan meselesi swap anlaşmalarına kurban edilmemelidir. Türkiye'nin öncülüğünde bir gözlemci heyet, kararlılıkla tüm Uygur bölgesini ziyaret ederek insan hakları ihlallerini rapor etmeli, devletleri ve uluslararası kuruluşları bu noktada bir kamuoyu oluşturmaya davet ederek Çin karşısında sert bir tutum alınmalıdır. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri olarak görev yaptığı dönemde Michelle Bachelet'in Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun kabul ettiği Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nde yazılı tanım ve uygulamalara uymasına rağmen "soykırım" kelimesini kullanmadığı 46 sayfalık raporu tüm eksikliklerine rağmen bir aşama olarak kabul edilmelidir. Bu raporun takipçisi olarak uluslararası camiada Doğu Türkistan konusunu daima gündemde tutmalı ve bu zulmün bir an önce son bulması için çalışmalıyız.

Değerli arkadaşlar, unutmayınız ki bir taraftan ümmetin sorunlarıyla ilgilendiğinizi söylüyorsunuz, Genel Başkanınıza "ümmetin lideri" diyorsunuz ama Doğu Türkistan gibi ümmetin bir parçası hakkında bu kadar sessiz kalıyorsunuz. Aynı şekilde, Türk dünyası konusunda hassas olduğunu bildiğimiz Milliyetçi Hareket Partisinin de bu konuda sessiz kalması kabul edilebilir değil.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dış politika şüphesiz başta ülkelerin ve milletlerin menfaati, sonrasında tüm insanlığın ortak değerlerinin yaşatılması amaçlarıyla yürütülen süreçler olmalıdır. Kimi zaman ters düştüğümüz ülkelerle sıcak temaslar kurarak kimi zaman ise sert mesajlar vererek bir denge siyaseti gütmek ancak ilkesel duruştan da asla taviz vermemek Türkiye gibi köklü ülkelerin değişmez şiarı olmalıdır. Ülkelerin iç politika ve dış politika okuma ve uygulamalarının birbirinden tamamen bağımsız olabileceğini talep ve iddia etmek elbette yanlıştır. Ancak üzülerek söylemem gerekiyor ki son yıllarda ülkemizin uygulamış olduğu dış politikanın amacı, iç siyasete malzeme yapılarak seçmen konsolidasyonu, rasyonaliteden uzak ekonomi politikalarına kapı arkası diplomasiyle çözüm yollarının aranması ve millî ve manevi değerlerin istismarı olmuştur. Dış politika kurumsal kapasitenin kullanılmadığı, kurumsal kapasitenin göz ardı edildiği bir kişisel diplomasi hâline gelmiş ve o yüzden de sık sık zikzaklar çizilmiştir.

Diğer konularda da Türkiye Batı ile Doğu arasında, Güney ile Kuzey arasında bir denge politikası gütmeli ve her konuda sözü dinlenen, Cumhurbaşkanının kızması ya da sevmesiyle politika değiştiren bir ülke değil, kalıcı politikalar üreten, kalıcı stratejileri olan ancak gündelik değişimlere de pragmatik çözümlerle hazır olan bir ülke olmalıdır. Bu anlamda yeni dönemde Türkiye'nin menfaatlerinin ve kurumsal kapasitesinin gözetildiği, kurumsal stratejilerin uygulandığı, kişilerin duygu durumlarına göre değil, Türkiye'nin genel menfaatlerine göre yürütülen ve iç politikaya alet edilmeyen, iç politikanın konsolidasyonu için değil, ülke menfaatleri için kullanılan ve millî olan bir dış politikanın devam ettirilmesini istiyoruz. Sayın Dışişleri Bakanından da bu konuda umutluyuz. İnşallah, önümüzdeki dönemde Türkiye'nin millî bir dış politika uygulama konusunda, kurumsal kapasitenin kullanılması ve kişisel politikalardan kurumsala geçiş konusunda adım atacağından umutluyuz.

Bu duygularla yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)