GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Ulusal Sürücü Belgelerinin/Sürüş Ehliyetlerinin Karşılıklı Olarak Tanınması ve Değişimi Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:11
Tarih:05.07.2023

CHP GRUBU ADINA NAMIK TAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Ulusal Sürücü Belgelerinin/Sürüş Ehliyetlerinin Karşılıklı Olarak Tanınması ve Değişimi Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi için Cumhuriyet Halk Partisi adına söz almış bulunuyorum.

Bugün oylayacağımız bu ve diğer uluslararası anlaşmaların parti gruplarının uzlaşmasıyla Komisyondan geçtiği hepimizin malumudur. Bu açıdan anlaşmanın içeriğine dair bir tartışmamız olmayacak. Ancak şahsıma verilen bu söz hakkını, Genel Kurulda bulunan siz saygıdeğer milletvekillerimiz ve televizyonlardan bizleri izleyen halkımızın önünde, partimizin genel dış politika anlayışına ve iktidarın bu çerçevedeki hatalı uygulamalarına dikkat çekmek amacıyla kullanacağım.

Öncelikle, partimizin dış politikaya dair söylemlerinin dayandığı temel ilkeleri vurgulamak ihtiyacını hissediyorum. Zira, bazı çevrelerde son zamanlarda zihinlerde istifham yaratacak görüşler ve yaklaşımlar bulunduğunu görüyorum. Değerli milletvekilleri, her şeyden önce şunu bilmenizi istiyorum: Cumhuriyet Halk Partisinin dış politika anlayışı, cumhuriyetimizin kurucusu Ebedî Liderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik, özgürlükçü, çoğulcu, sosyal adaleti ve refahı önceleyen, çağdaş bir hukuk devleti olarak kurulması hedefi üzerine bina edilmiştir. Atatürk'ün devrimlerini gerçekleştirerek Batılılaşma hareketine öncülük etmesinin temel sebebi de budur. Bu yüzden genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi esas itibarıyla Batılılaşma ya da çağdaşlaşma hedefine, millî değerlerinin korunup gözetilmesine özen gösterilmesi suretiyle belirlenecek özgün politikalara ulaşma anlayışına dayanıyordu. Nitekim Atatürk'ün Batılılaşma siyaseti, Batı medeniyetinin temelini oluşturan hak ve özgürlükleri, evrensel değerleri, bağımsızlığı eşitliği, hukuku ve adaleti, akılcılığı ve bilimi, çoğulculuğu, millî birliği ve beraberliği, halkın refah ve mutluluğunu, kısacası çağdaşlaşmayı, çağdaşlığı önceleyen bir özgünlüğe sahiptir. Atatürk bu çağdaş ilkelerden esinlenerek zamanın ruhunu yakalamayı ve bizzat geliştirdiği özgün değerler sistemiyle Türkiye'yi birçok alanda Batı medeniyetinin de önüne geçirebilmeyi başardı. Örneğin, Türk kadını bu sayede Batılı kadınlardan çok daha önce seçme ve seçilme hakkını elde edebildi. Türkiye bu sebepten, yakın çevresindeki ülkelerin birçoğundan daha önce laikliği ve demokrasiyi benimseyebildi. Türkiye bu sayede dünyanın 20 büyük ekonomisi arasına girebildi. Bugün uluslararası planda elde ettiğimiz her şeyi bizzat Atatürk'ün vazettiği bilim ve aklı önceleyen özgün Batılılaşma ilkelerine borçlu olduğumuzu asla unutmamalıyız.

Değerli milletvekilleri, Cumhuriyet Halk Partisinin kuruluş felsefesinin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesiyle tamamen örtüşmesinin esas sebebi budur. Partimiz cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik ve inkılapçılık ilkelerini de temsil eden "altı ok" kavramını bu yüzden benimsemiştir. Tabiatıyla bu ilkeler partimizin dış politika anlayışı bakımından da belirleyicidir. Yani bizim dış politikamız cumhuriyetçidir, milliyetçidir, halkçıdır, laiktir, müteşebbisliği de kapsayacak şekilde devletçidir ve inkılapçıdır.

Bu noktada bir hususa önemle dikkat çekmek istiyorum. Atatürk'ün esaslarını belirlediği ve doğal olarak Cumhuriyet Halk Partisinin de bütünüyle benimsediği Batılılaşma çerçevesinde Batılı olmak, Batılı ülkelerin suyuna gitmek ve onlar ne istiyorsa yapmak değildir; onlara boyun eğmek, Türkiye'nin çıkarları aleyhine sergiledikleri politikalara göz yummak, tepki göstermemek hiç değildir. Atatürk'ün bizzat muharebede karşı karşıya geldiği Batı ülkeleriyle güven temelinde iş birliği kurmasının ve çağdaşlaşmayı Batı temelli gerçekleştirmesinin nedeni, bilim ve teknolojinin, akılcılığın ve ilerlemeci düşüncenin, toplumsal refahın o dönemde en üst düzeyde olduğu yerin Avrupa olmasıydı. Bugün de kusurları ve eksiklikleri olmakla birlikte mevcutların içinde en iyi yürüyen demokrasilerin, adalet anlayışının ve hukukun üstünlüğünün en çok gözetildiği ülkelerin Avrupa'da yer almakta oldukları malumlarıdır. Yarın dünyanın başka bir kıtasında bu konuda daha ön plana çıkacak ülkeler olursa tabiatıyla yönelimimizi uygun şekilde gözden geçireceğimiz tabiidir. Aslında gönül ister ki bu ilerlemelerde biz Türkiye olarak herkesten daha önde ve öncü olalım ve dünya yönünü bize çevirsin.

Değerli milletvekilleri, Cumhuriyet Halk Partisinin savunduğu Batılılık, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmanın vazgeçilmez şartlarından olan laikliğe, demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere, evrensel değerlere saygı gösteren ve bunları benimseyip özümseyen insan olmak demektir. (CHP sıralarından alkışlar) Zira, bu anlayışa sahip bir insan, hakkını ve hukukunu korumak bakımından çok daha donanımlı ve etkilidir. Şimdilerde yaklaşık üç yüz yıl önce başlatılan Batılılaşma sürecinden bilinçli şekilde uzaklaşılmakta olduğuna delalet eden iktidar kaynaklı birçok dayatmaya şahit olmaktayız. Bugün devletin kurumsal yapısı büyük ölçüde bozulmuş vaziyettedir. Hukuk ve adalet sistemi, laiklik ve demokratik kurumlar zafiyet içerisindedir. Temel hak ve özgürlükler alanında ciddi bir gerileme söz konusudur. Tabiatıyla bu durum uluslararası planda Batı aidiyetimizin sorgulanmasına ve giderek çağdaş dünyadan soyutlanmamıza yol açıyor. Üyesi olduğumuz uluslararası kuruluşlarda hak ve menfaatlerimizi etkin şekilde korumakta zorlanıyoruz. Güvenilirliğimiz, saygınlığımız, öngörülebilirliğimiz yara alıyor. En önemlisi, şu sırada ekonomimizin karşı karşıya bulunduğu çok ciddi sorunlara çare bulunmasına yardımcı olacak doğrudan dış yatırımların Türkiye'den uzaklaşmasına yol açıyor. Dolayısıyla özellikle iç siyasete dönük kısa vadeli hesaplarla epey bir süredir körüklenen Batı karşıtlığının başta ekonomimiz olmak üzere Türkiye'ye hemen her alanda ciddi maliyet oluşturmakta olduğunu görüyoruz. Ayrıca, bu durum güvenilirlik ve tutarlılık bakımından da zaten ciddi zafiyet içinde bulunan dış politikamıza ilave bir yük teşkil ediyor. Öte yandan, popülizm temelli Batı karşıtlığı, özellikle müttefiklerimizle ilişkilerde gereksiz sürtüşmeler ve gerginliklere sebep oluyor. Bu çerçevede, ani ve beklenmedik davranışlar sergilediğimiz için bütün muhataplarımız nezdinde inandırıcılık sorunu yaşıyoruz. Örneğin, bir iki yıl önce Türkiye'nin düşmanı olduğunu öne sürerek ölçüsüz tepkiler verdiğimiz ülkelerle birdenbire kucaklaşabiliyoruz. İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır'la ilişkilerimizin yakın geçmişine göz attığımızda bu çerçevedeki ibret verici tabloyu görmek mümkün ya da bir gün sıcak davrandığımız lidere ertesi gün küsebiliyoruz. Bakınız, Yunanistan'la ilişkilerimizde bunu sık sık yaşamaktayız. Bu tür duygusal çıkışlar güvenilirliğimiz ve öngörülebilirliğimiz üzerinde yıkıcı etkiler yapıyor.

Diğer taraftan, karşı olunan Batılılaşma olgusuna sözde alternatif oluşturmak üzere ortaya atılan yerlilik ve millîlik kavramının da gerçekçi ve inandırıcı bir tarifinin yapılmadığını görmekteyiz. Ülkenin ekonomisi ve sanayisi hemen hemen tamamen Batı malı makine ve teçhizatla üretim yaparken, insanlarımızın birçoğu Batı teknolojisiyle üretilmiş cihazlar kullanırken, Batı ürünü olan her şeye rağbet bu denli yüksek iken sokaktaki işletmelerin çoğu Batı isimleriyle faaliyet gösterirken yerlilik ve millîlik içi boş popülist bir söylem olmaktan öteye gidemiyor. Bu kavramın altını dolduramayan iktidar ve devlet destekçileri en kolay yolu seçerek Batı yanlısı kitleyi "vatan haini" ithamında bulunmak suretiyle sindirmek gibi sığ bir yola başvuruyor. Böylece ülke içinde zaten var olan kutuplaşma giderek derinleşiyor, nefret söylemi ve yabancı düşmanlığı zemin kazanıyor.

Değerli milletvekilleri, iktidarın -manşetleri- yaşamakta olduğumuz derin ekonomik sorunlardan uzaklaştırmak ve milliyetçi muhafazakâr tabanı konsolide etmek amacıyla Batı karşıtlığını bir araç olarak kullanmakta olduğu aşikârdır. Ancak terör ve düzensiz göç gibi hassas konuların belirleyici rol oynadığı şu günlerde, bunun toplumsal barış ve iç huzur bakımından büyük riskler taşıdığının değerlendirilmesi icap eder. Bunun ayrıca demokrasi ve özgürlükler alanında büyük maliyet karşılığında elde ettiğimiz kazanımlara da ciddi tehdit oluşturduğunun görülmesi gerekir.

Öte yandan iktidar, kurucusu olduğumuz Batı kurumlarının Anayasa'mızla teminat altına alınmış temel ilkelerini pervasızca ihlal etmekten de geri kalmıyor. Bunun en somut örneği Osman Kavala davasıdır. Bu dava Türkiye'de yargının yürütmenin emrine, diğer bir deyişle tek adamın keyfine tabi kılındığının en güzel örneğidir. Kavala'nın işlediği öne sürülen suçta yalnız olmadığını ileri sürerek iddianameye inandırıcılık kazandırmak amacıyla uydurma suçlarla sanık yapılan Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi, Tayfun Kahraman'ın ve diğer nicelerinin maruz bırakıldıkları yargı süreci sadece iktidar için değil, buna alet olan yargı mensupları için de sadece bu iktidar döneminde değil, tüm hukuk tarihimizin kara bir sayfası olarak yer alacaktır.

Değerli milletvekilleri, çağdaş değerlerden söz ederken, anayasal bir organ olan Yüksek Seçim Kurulunun onayıyla son seçimlerde Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği için aday olan ve iktidarın dilinden düşürmediği millî iradenin tecellisiyle milletvekili seçilen Can Atalay'ın maruz kaldığı hukuksuzluğa değinmeden geçemeyiz. Yüce Meclis ve onun Başkanı tarafından Hatay halkının iradesinin hiçe sayılmasını görmezden gelemeyiz. Bu vesileyle, hakkında herhangi bir hüküm bulunmayan Can Atalay'ın vakit geçirilmeksizin serbest bırakılarak Türkiye Büyük Millet Meclisi sıralarındaki yerini bir an önce almasının sağlanması için iktidar ve emri altındaki yargıya şahsım ve partim adına çağrıda bulunuyorum.

Bugün değinmeden geçemeyeceğimiz bir diğer hukuksuz esaret ise gazeteci Merdan Yanardağ'ın bir haftadır Silivri'de tutuluyor olmasıdır. Yaptığı açıklama bağlamından kopartılarak hedef gösterilen Merdan Yanardağ'ın tutuklanması, demokrasilerin temeli olan basın özgürlüğüne ve halkın haber alma hakkına vurulmuş bir darbedir. İktidarın basın ahlakına ve meslek ilkelerine her zaman sahip çıkan onurlu gazetecileri susturma çabası, ülkemizin dünyadaki itibarını yerle bir etmektedir. Bir devletin meşruiyetinin temeli hukuk ve o devletin hukukunun çerçevesini çizen anayasasıdır. Kendi anayasasını çiğneyen bir anlayış, kendi devletinin ve iktidarının meşruiyetini de yok eder.

Bu konuda iktidara bir ciddi çağrıda daha bulunarak kendilerini Anayasa'mızın başta 13'üncü maddesi olmak üzere birçok maddesini çiğnemek suretiyle iptal edilen İstanbul Sözleşmesi kararından dönmeye çağırıyorum. Anayasa'mızın 13'üncü maddesi şöyle diyor değerli milletvekilleri: "Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul'da imzaya açılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi, kısa adıyla "İstanbul Sözleşmesi" 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu sözleşmenin adını İstanbul'dan alması bile bizim için bir gurur vesilesi idi. 2012 yılında Meclisimiz bu sözleşmeyi partilerin uzlaşmasıyla onaylayarak yürürlüğe soktu. Avrupa'da kendi alanında bir ilk olan bu sözleşme, kadınları sadece ev içindeki değil, aslında her alandaki şiddete karşı korumayı, kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmayı, kadınları güçlendirerek onların erkeklerle fiilî eşitliğini sağlamayı, şiddet mağdurlarını korumayı amaçlıyor. Bildiğiniz üzere, dünyada ayrımcılığa ve zulme uğrayan en kalabalık nüfus topluluğunu insanlığın yarısı anlamına gelen kadınlar oluşturuyor. Biz bu sözleşmenin oluşturulması ve hayata geçirilmesi sürecinde Türkiye olarak öncü rol oynamıştık ve bu, ülkemiz için, hepimiz için bir gurur vesilesi olmuştu. İstanbul Sözleşmesi, erken Cumhuriyet Dönemi'nde kadın hakları konusunda birçok Batı ülkesinden daha önce adım atan ülkemizin aradan geçen zaman içerisinde bu konudaki tutarlılığının değişmediğini dünyaya iftiharla anlatabildiğimiz bir vesikaydı. Şimdi ise kendi emeğimizle hazırlanan bu sözleşmeden kendi Anayasa'mızı ihlal ederek Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle çıktığımızı iddia ediyorsunuz. Sizleri ne temel hukukla ne demokrasinin insan haklarının ruhuyla bağdaşabilen bu ayıptan bir an önce dönmeye çağırıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, İstanbul Sözleşmesi vesilesiyle değindiğim bu tarihsel tutarlılık konusu üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Dış politikada etkin ve saygın bir konuma gelmenin en önemli gereklerinden biri, o ülkenin kendi tarihsel değerleriyle tutarlı bir politikayı istikrarlı olarak takip etmesidir. Bu yüzden Türkiye'nin Batılılaşma sürecinin özgün bir anlayışla geliştirilerek devam ettirilmesi zaruridir. İktidar, bu sürecin önünün kesilmesine sebep olabilecek popülizm temelli girişimlerden vazgeçmelidir. Aksi takdirde önümüzdeki dönemde Türkiye'nin dış politikada yeni bir yalnızlık dönemine girmesi kaçınılmaz hâle gelir. Bu yüzden çağdaşlaşma alanında dünyada öncü rol oynama Türkiye'nin en öncelikli hedefi olmalıdır. İçinde bulunduğumuz siyasi ve ekonomik sıkışmışlıktan çıkmak için başkaca bir seçeneğimiz yoktur. Aksi takdirde Türkiye, ecdadının üç yüz yıllık çabasını yok saymış ve bir anlamda kendi kendini inkâr etmiş olacaktır.

Bu konuşma vesilesiyle, mensubu olmaktan onur duyduğum ve kırk yıla yakın hizmet ettiğim Dışişleri Bakanlığımızın ideolojik amaçlar uğruna hoyratça kullanılmakta olduğunu görmekten derin üzüntü duyduğumu da kayda geçirmek istiyorum. Hariciyemizde "meslek memurluğu" kavramı giderek yok oluyor. Usta-çırak ilişkisi yoluyla yürütülen geleneksel eğitim neredeyse sona ermiş durumda. Bakanlığa daha yeni alınan memurların tecrübe kazanma imkânları giderek daralıyor. Mevcut nitelikli meslek memurlarından da etkin bir şekilde yararlanılamıyor. Profesyonel kadroların yerine sistemli şekilde eski siyasetçiler atanıyor. Makul ölçülerin dışına taşmış bulunan bu atamaların yanlışlığına ve ileride dış politikamıza ağır maliyet yaratacağına dair uyarılara kulak asılmıyor. Dışişleri Bakanlığı dış politikamızın oluşturulması sürecinden tamamen, uygulamasından da büyük ölçüde dışlanmış durumda. Bütün kararlar kişisel zeminde alınıyor ve liyakatsiz kadrolar tarafından uygulanıyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sözlerinizi tamamlayın Sayın Tan.

NAMIK TAN (Devamla) - Dış politikamızın oluşturulmasında artık kurumların herhangi bir rolü kalmadı. Dışişleri Bakanlığının profesyonel kadrolarının öngörülerine, telkinlerine ve değerlendirmelerine epey uzun bir süredir kulak verilmiyor. Dış politikamız siyasi liderlerimizin kişisel heyecanları çerçevesinde belirleniyor, bütün bu kararlar kişisel zeminde alınıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan yaşamın her alanında olduğu gibi dış politikanın belirlenmesinde de tek söz sahibi; kimseyi dinlemiyor, kimseye itimat etmiyor. Oysa kişisel akılla belirlenen ve yürütülen dış politika öngörülebilir değildir, risk ve güvensizlik barındırır. Gerçek müttefiklerinizin ve gerçek dostlarınızın yanınızdan giderek uzaklaşmasına sebep olur, yalnızlıktan kurtulamazsınız. Bu, sadece şahsi yalnızlık anlamına gelmez, ülkenin bütününü de etkiler. Tarih boyunca hayranlık uyandırıcı sayısız başarılara imza atmış olan diplomatlarımızın yetiştirildiği Dışişleri Bakanlığımızı bir an önce iç siyasetin...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Son cümlenizi alalım.

NAMIK TAN (Devamla) - ...dar kulvarından çıkararak küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklamak konusunda yeni Dışişleri Bakanımıza çağrıda bulunmak istiyorum. Yeni Dışişleri Bakanımızın Hariciye teşkilatımızı bir siyasi partinin komiserliği görüntüsünden kurtaracağına inanmak istiyorum. Bu eşiğin önündeki kapıdan geçerken bu kadar badirenin ardından çıkarmamız gereken dersler olduğu kuşkusuz. Bunların ilki, dış politikanın ciddiyet, ehliyet, birikim, sağduyu ve uzlaşı gerektirdiğidir. İkinci ders, sığ ve popülist hamasetin, hakaret ölçüsüne varan ergen reflekslerinin Türkiye gibi saygın ve tecrübeli bir devletin ağırlığıyla mütenasip olmadığıdır. Sonuncu ve en önemli ders, ideolojik körlüğün revizyonist bataklığına saplanmış bir dış politikanın eninde sonunda küçük düşürücü tercihlerle yüzleşeceğidir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

ALİ MAHİR BAŞARIR (Mersin) - Son, son... Cümlesini bitirsin Sayın Başkanım, yirmi dakika konuşuyor.

BAŞKAN - Selamlayın Sayın Hatip.

NAMIK TAN (Devamla) - Bu hatalı politikaları bir noktada sonuçlarına katlanacağımızı bilerek uyguladığımızı dahi zannetmiyorum. Zira, ideolojik körlük uzun erimli düşünmemize engel oldu. Sonucu hüsrana giden maceralı yolculuğumuzun ardından geçmiş hatalarımızdan ders çıkararak sağduyunun olgunluğuyla önümüze bakmamız ve gerçeklikle bağlarımızı koparmadan dümeni bozuk dış politikamızı onarmamız gerekiyor.

Sözlerime son verirken Cumhuriyet Halk Partisi olarak kurucu Önder'imiz Büyük Atatürk'ün vazettiği ilkeler çerçevesinde uluslararası vizyonumuzun ve misyonumuzun dünyada barışın, bölgemizde istikrarın, ülkemizde tam demokrasinin ve ekonomik büyümenin inşasına, korunmasına ve güçlendirilmesine odaklanacağını vurgulamak isterim.

Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)