| Konu: | Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 5 |
| Birleşim: | 65 |
| Tarih: | 09.03.2022 |
HDP GRUBU ADINA KEMAL BÜLBÜL (Antalya) - Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi üzerinde söz almış bulunuyorum.
Sayın Başkan, Değerli Komisyon, değerli milletvekilleri; herkesi saygıyla selamlıyorum.
Tabii, 209 üniversite var şu anda Türkiye'de; 131'i devlet üniversitesi, içerisinde teknik üniversite, güzel sanatlar üniversitesi, Polis Akademisi, Milli Savunma Üniversitesi gibi üniversiteler var; 78'i de vakıf üniversitesi. Bu üniversitelere dair şu anda içinde bulunduğumuz durumda çok ciddi sorunlar varken sanki yükseköğretimde herhangi bir sorun yokmuş gibi sadece bir üniversite kuruluşu ve bir üniversitenin adının değişiminin yasa önerisi olarak getirilmiş olması insanı üzüyor tabii.
Nasıl bir süreçle getiriliyor bu yasa teklifi? Bakın, bu yasa teklifi, Ayvansaray Üniversitesinin isminin Topkapı Üniversitesi olarak değiştirilmesi; gerekçesi de bulunduğu coğrafi konum nedeniyleymiş yani umarım öyledir, umarım öyledir diyelim ve Bursa'da kurulması düşünülen Mudanya Üniversitesi... Şimdi, Mudanya Üniversitesi henüz kurulmadan yani Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülüp yasalaşmadan gazeteye ilan verilmiş ve öğretim üyesi arandığı söylenmiş; böyle bir durum da söz konusu. Mudanya'da bir vakıf üniversitesi kurulması sakıncalı mıdır? Hayır, değildir. Mudanya'da bir üniversite kurulabilir, bunda bir sakınca da yoktur fakat yöntemde bir sorun var. Hem Komisyon görüşmesinde hem buradaki görüşmelerde hem teklifin içeriğinde, teklifin geliş biçiminde vesaire bir sorun var ve şu sorunların yaşandığı...
Bakın, "vakıf" sözcüğü vakfetmek, adamak, hayır hasenat anlamında; adamak sözcüğünden gelir vakıf. Vakıfta kâr güdülmez, vakıfta sadece manevi, maddi destek olur ve bu destek karşılıksız olur. Peki, şu anda vakıf üniversiteleri böyle mi? Hayır, böyle değil. Vakıf okulları vesaire böyle mi? Onlar da böyle değil. Eğitim tamamen ticarileşmiş ve bu ticarileşme artık bir cazibe şekline dönüşmüş; o nedenle, bunu kabul etmemiz mümkün değil.
Ve yine, bakınız, YÖK'ün durumu, YÖK'ün içinde bulunduğu... Bir 12 Eylül hediyesi olan, bir 12 Eylül üretimi olan, bir 12 Eylül patenti olan; eğitim bilimi, üniversite özerkliği, üniversitenin üniversal yapısı, üniversitedeki öğretim üyeleri, üniversitedeki öğrencilerin üniversal öğrenimi konusunda, bunların üzerinde bir tahakküm, bir vesayet kurumuna dönüşen ve varlığı sürekli tartışma konusu olan; demokratik kamuoyu tarafından varlığı sürekli kabul edilmeyen ve kaldırılması istenen YÖK'ün yapısı bu durumdayken böyle bir teklifin getirilmiş olması da yine manidar.
Yine, üniversitelere kayyum atanması... Bakın, aslında bu kayyum atama, bakanlığa kayyum atama... "Affedildi." diyor ya, "Affını istedi." diyor ya, aslında, o da bir tür kayyum atama. Bakanlığa kayyum atama, üniversiteye kayyum atama, belediyeye kayyum atama ve benzeri; bu şekilde kayyum rejimine dönüşmüş gidiyor ve buna itiraz eden öğrencileri "Terörist." diye adlandırma... Bakınız, öğretim yılı başında 3 temel sorunu dile getiren "Barınamıyoruz, beslenemiyoruz, ulaşım hakkımızı elde edemiyoruz, ulaşım hakkımıza sürekli zam yapılıyor; bu 3 hakkımız ihlal ediliyor." diyen öğrencilere dönük "Teröristsiniz." denildi. "Barınamıyoruz." diye parklarda eylem yapan öğrencilere "Teröristsiniz." denildi ve aslında, öğrencilerin demokratik haklarını kullanmasına karşı suç işlenmiş oldu.
Bakın, bunun yanında barış akademisyenleri Türkiye'de koskocaman bir hukuki, koskocaman skandal bir konudur. Barış akademisyenleri hakkında Anayasa Mahkemesinin, yerel mahkemelerin "Göreve iade edilmelidir. Barışı istemek suç değil düşünceyi ifadedir, barışı istemek bir haktır. Düşünceyi ifade temel özgürlük haklarından biridir." demesine rağmen barış akademisyenleri görevlerine iade edilmedikleri gibi, hemen her fırsatta "Savaş istemiyoruz, çatışma istemiyoruz. Türkiye'nin sorunlarını barışçıl, demokratik yöntemlerle çözmesini istiyoruz. Kürt sorununun barışçıl, demokratik yöntemle çözülmesini istiyoruz." diyen barış akademisyenleri de terörist olarak ilan edilmiştir, bu da barış akademisyenlerine karşı işlenmiş bir suçtur. Barış akademisyenlerinin hem ekonomik hem özlük hem akademik haklarına karşı işlenmiş açık ve aleni bir suç var burada.
Bakınız, hâl böyleyken barış akademisyenleri tıpkı... Şu anda ekonomik sebeplerle, çalışma koşulları sebepleriyle, ülkedeki siyasetten doğan gerginliğin topluma yansıması ve darbedici durumlar nedeniyle yurt dışına giden doktorlara "Giderlerse gitsinler." diyen zihniyet var ya; onun aynı şekilde barış akademisyenlerine de aynı şekilde tüm demokrasi isteyen çalışanlara da bakış açısı budur. O nedenle, KHK'yle ihraç edilmiş olan -İbrahim Kaboğlu Hocam da bunlardan birisi- akademisyenler ve memurlar bugün adı konulmamış bir idam cezasına çarptırılmış durumda, başka bir işte çalışmaları da engelleniyor, yaşamlarını ekonomik olarak idame etmeleri engelleniyor ve bu insanlar toplum önünde rencide ediliyor, küçük düşürülüyor, ötekileştiriliyor.
Şimdi, üniversitede yemek sorunundan barınma sorununa, ulaşım sorunundan üniversiteyi yönetenlerin öğrencilerle ilişkilerine kadar; bakın, akademisyenler ve özellikle rektörler ve dekanların çoğu kendilerini üniversitenin patronu... Çünkü tek insan yönetimini taklit ediyorlar; tek insan yönetimini, tek adam yönetimini üniversiteye de teşmil etmeye çalışıyorlar ve burada kendilerini üniversitenin patronu ilan edip öğrencilere fırça, ötekine posta, ötekine racon... Böyle bir bilimsel ortam, böyle bir üniversal ortam olabilir mi? Bir üniversitede akademisyen ya da rektör ya da dekanın -tabii, tümünü söylemiyoruz, ilgilileri sosyal medyada, medyada görüyoruz- kullandığı dil ile üniversal kültürün, akademik kültürün ve nezaketin hiçbir ilgisinin olmadığını açık bir şekilde görüyoruz.
Öğrencilerin içinde bulunduğu durumlardan söz etmişken, bir eğitimci olarak, eğitim fakültelerinde olan öğrencilerin ve eğitim fakültesinden mezun olup da öğretmenlik hakkını elde ettiği hâlde atanamamış öğrencilerin durumu da başlı başına bir facia, başlı başına bir skandal. Eğitim fakültelerinin müfredatı, oradaki eğitim içeriğinden tutun da işte, verdiği mezunların işsiz kalmasıyla ilgili skandalı da belirtmek gerekir. Yine, üniversitelerden mezun olan kişilerin iş bulamaması, işsiz kalması, ülkede oldukça fazla sayıda üniversiteli işsizin olması ve Hükûmet yetkililerinin de "Efendim, her üniversiteyi bitiren iş bulmak zorunda mı?" gibi skandal sözler söylemesi de üniversiteye nasıl bakıldığının göstergesi.
Burada çok ciddi bir fırsat eşitliği sorunu da vardır hem üniversite öncesi ortaöğretimde hem de ortaöğretim sonrasında üniversitede. Hakkâri Üniversitesinde okumak ile Orta Doğu Teknik Üniversitesinde ya da batıdaki bir üniversitede okumanın fırsat eşitliği, eğitim eşitliği vesaire gibi -ne yazık ki- eşitlikleri yoktur. Hakkâri Üniversitesindeki, Şırnak Üniversitesindeki, Ağrı Üniversitesindeki akademisyen sayısı da neredeyse yok denecek kadar az ve bir tür akademisyenlikle taltif edilmiş, görevinin ne olduğu belli olmayan kimi devşirme akıllarla üniversiteler idare edilmekte, yönetilmekte, üniversite müfredatı bu şekilde götürülmeye çalışılmaktadır.
Hâl böyle olunca, bu kadar ağır sorun söz konusu olunca, Covid koşullarında üniversite öğrencilerinin sanatsal, kültürel etkinlik yapamadığı, zaten yaptıkları sanatsal, kültürel, siyasi etkinliklerin suç sayıldığı ve siyasal bilgiler fakültesine "Efendim, üniversitede siyaset yapılmaz." denilecek kadar akıllara ziyan cümlelerin üretildiği bir yerde, üniversitede bilimden, üniversitede akademiden, üniversitede bilimsel eğitimden söz edilebilmesi mümkün değildir. Üniversite hem siyaset yapma hem çözüm üretme hem bilim üretme hem de bilimsel metodu uyarlama, uygulama yeridir.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın sözlerinizi.
KEMAL BÜLBÜL (Devamla) - Teşekkür ediyorum.
Üniversiteye ayar vermek, üniversiteyi dört köşeli kalıp içerisine sokmaya çalışmak da akademiye, bilime ve üniversiteye aykırıdır.
Evet, dün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü idi. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü Kobani kumpas davasını izleyerek geçirdim ve Kobani kumpas davasında Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel, Ayla Akat Ata Vekillerimiz yargıcı yargılayarak, "8 Mart ne anlama gelir?"i söke söke söz hakkı alarak ifade ettiler. Buradan 8 Martlarını kutluyor, saygı ve sevgiler sunuyorum.
Aysel Tuğluk'a, Nurhayat Altun'a, Edibe Şahin'e sevgi ve saygılar sunuyor, 8 Martlarını kutluyorum.
Leyla Güven'e sevgi ve saygılar; 8 Martlarını kutluyorum.
Ve dün, 8 Mart gününde Antalya'da 40 kadını gözaltına aldıran Antalya Emniyet Müdürünü ve Valiyi kınıyor, kadınlara karşı suç işlediğini söylüyor, Antalya Kadın Platformunu da buradan selamlıyorum.
Saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)