KOMİSYON KONUŞMASI

KAMURAN TANHAN (Mardin) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakan, kıymetli vekilleri, Bakan Yardımcıları, değerli bürokratlar, Basın emekçileri...

MAHMUT TANAL (Şanlıurfa) - Sayın Bakan, Urfa Adliyesinde yangın çıkmış, yaralılar...

BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Tanal başladı konuşmacı, Özel Kaleminden bilgi istedik, bir dakika.

Sayın Tanhan, devam edin.

KAMURAN TANHAN (Mardin) - Sayın Başkan, Sayın Bakan, Bakan Yardımcıları, değerli bürokratlar, basın emekçileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Konuşmamı 2-3 paragraf üzerine, 2-3 başlık üzerinde kurmaya çalışacağım. Bir tanesi Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumundaki atamalara ilişkin soru önergelerimize verilen cevaplar, bir tanesi de adalete olan güven hepimizin temel sorunu, bir de yargıdaki cezasızlık politikalarına değineceğim.

Öncelikle Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumuna yapılan usulsüz bir atamaya ilişkin 14 Mayıs 2025 tarihinde Resmî Gazete'de, yine TİHEK'in "web" sayfasında başvuru ilanına yer verildi. Bu ilanda başvurucularda aranacak şartlar, başvurunun tarihi, üye seçilme şartları gibi kriterler yazılıydı. Bu ilana göre Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu üyesi olabilmek için 14 Hazirana kadar başvuruda bulunmuş olma şartı öngörülüyordu. Buna ilişkin Bakanlığınıza bir soru önergesi yönelttim ve mevcut Başkan dâhil kaç kişinin başvuruda bulunduğunu, kaçının şartları taşıdığını sordum. Söz konusu başvurunun alımı ve değerlendirme süreci cevabınızda tabii ki bunu söylüyor. Söz konusu başvuruların alımı ve değerlendirme süreci ilanda belirtilen usuller doğrultusunda Cumhurbaşkanlığı nezdinde yürütüldüğünden kurumda herhangi bir bilgi ve belge bulunmadığı tarafıma bildirildi. Bu açıklamaya muhtaç bir durum çünkü TİHEK burada, bugün onun da bütçesini aslında konuşuyoruz.

Bir diğer husus da adalete olan güven meselesidir. Biliyorsunuz, ülkemizdeki adalet sistemi çokça tartışılıyor ve çok yargı kararına da konu oluyor. Hukuk düzleminde sorunlar bir anda meydana gelmiyor, uzun bir sürecin sonucunda ortaya çıkmaktadır. Yargı organlarının iş yükü, uzmanlaşma ihtiyacı, teknolojik dönüşüm şeklindeki teknik konular kadar, kararların öngörülebilir olması, içtihatların uygulanması, bir içtihadın var olması, bağımsızlık algısının zayıflaması gibi olgular yargı erkinin zaman içerisinde daha önce hiç olmadığı kadar tehdit edecek şekilde kırılganlaşmasına yol açmıştır. Bu noktada gerçekçi olmak zorundayız Sayın Bakan. Bir problemi açık ve net bir şekilde yazarsak veya değerlendirirsek çözülmüş olur. Bu bilimde "Kidlin Yasası" olarak da geçmektedir.

Türkiye'de kurumların karşı karşıya kaldığı baskılar yargının asli işlevinin gölgelenmesine yol açıyor ne yazık ki. Buna işaret etmek herhangi bir kurumu hedef almak değildir elbette. Tam tersine yargı erkinin güçlenmesi için gerekli olan öz eleştiriyi yapabilmektir. Eleştiriden kaçınmak değil, eleştiriyi doğru yere yönetmek bizi daha da güçlü kılar. Yargının araçsallaştırılması örneği bakımından en ağır ve en açık tehlike alanıdır aslında. Bu da yargı kararlarının uygulanmaması başlığında kendini göstermektedir.

Yargı kararlarının uygulanması hukuk devletinin en temel güvencelerinden bir tanesidir, hatta en temel güvencesidir. Bu ülke ihmal edildiğinde sistemde hukuki olduğu kadar ahlaki de bir zafiyet meydana gelir, yaşar çünkü vatandaşın adalet duygusu verilen kararın hayata geçirilmesiyle onarılır. Bazı yüksek mahkeme kararlarının zaman içerisinde uygulanmaması ya da tartışmalı biçimde görmezden gelinmesi bütün sistemin güvenilirliğini zedelemektedir. Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarıyla görünür hâle gelen bu sorun, Kavala ve Demirtaş kararlarıyla uluslararası düzleme de taşınmıştır. Türkiye'yi, Avrupa Konseyi organları nezdinde hakkında ihlal prosedürü başlatılan bir ülke hâline getirmiştir. Can Atalay kararının yok sayılması, son olarak Tayfun Kahraman hakkında verilen ihlal kararının tanınmaması keyfîliğin artık olağanlaştırılmak istenildiğini düşündürmektedir. Dolayısıyla 8 Ekim 2025 tarihinde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Demirtaş kararına itirazı bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülüklerden bir tanesiydi çünkü Büyük Dairenin içtihadı mevcut, daha önce bu konuda bir karar vermiş. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye'deki yargı gibi içtihatlarını sık değiştiren bir mahkeme değil. 18'inci maddeden ihlal almış bir ülke olarak tekrar 18'inci maddenin ihlaliyle sonuçlanacak bir itiraza gitmek çok akılcı ve proaktif bir durum değildi. Dolayısıyla o karar hatalıydı ki nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Büyük Daireden yine ihlal kararı verdi ve 18'inci maddesinin ihlalini tekrar etmiş oldu. Dolayısıyla burada kaybeden aslında Türkiye oldu.

Yine, bir diğer değineceğim başlık da cezasızlık. Bunları, bu konuda söyleyeceklerimi üzülerek ifade ediyorum Sayın Bakanım. Dünya Adalet Projesi bağlamında 142 ülkenin değerlendirmesini içeren Genel Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde Türkiye'nin 142 ülke içerisinde 117'nci olması, temel haklar konusunda 133'üncü olması, ceza adaleti konusunda 107'nci sırada olması hepimizi yaralayan bir durum. Yine, Birleşmiş Milletler Zorla Kaybedilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Sözleşme'ye göre bu tür davalarda -cezasızlıkla sonuçlanan davalar için söylüyor- zaman aşımı tanınmazken sözleşmeye imza atmaktan özellikle kaçınan Türkiye'yle karşı karşıyayız. Yirmi yıl boyunca tek bir delil bile toplanmadan yıldan yıla devredildiği pek çok davanın dosyası zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle kapatılıyor dolayısıyla failleri cezasız bırakılıyor. Zaman aşımı olgusu Türkiye'de her türlü hukuksuzluğu, adaletsizliği örtbas etmenin zırhı olarak değerlendiriliyor. Hukuki açıdan bir zaman limiti değil bir ayıbı örtme, bir günahı saklama, bir suçu dikkatlerden, gözlerden ve adaletten kaçırma aracı hâline geldiği şüphesi ve olgusu yaratıyor. Zaman aşımı konusunda en akıl zorlayan örneklerden bir tanesi, içimizden pek çok kişinin hatırlayacağı gibi 1980 yılında gözaltına alınıp kaybedilen Cemil Kırbayır davasıdır. Şimdiki Cumhurbaşkanımız, o dönemin Başbakanının da ağırladığı ve üzerinde konuştuğu bir konuydu. 2011 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde kurulan bir komisyon tarafından yürütülen araştırmalar sonucunda oluşturulan raporda, Kırbayır'ın işkence gördüğü ve ölümüne sebebiyet veren kamu görevlilerince cesedinin ortadan kaldırıldığı devletin resmî kayıtlarına girdiği hâlde takipsizlik kararı verilip ardından takipsizlik kararı kaldırmalar şeklinde sürdürülerek yıllarca sürüncemede bırakılan dosya sonunda zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle kapatılmıştır. Bu dünya hukuk tarihine geçecek ölçüde utanç verici bir örnektir ne yazık ki. Ayrıca, bu ülkede gözaltında kaybolanlar kadar göz önünde kaybolanlar da vardır, göz göre göre kaybedilenler vardır. Üstelik, göz önünde kaybolanlar sadece insanlar da değil ahlaktır, vicdandır, insaftır, hakkaniyet gibi bizi biz yapan pek çok değer de kaybedilmiştir ne yazık ki.

Bir diğer husus da cumhuriyet tarihi boyunca tam 19 kez anayasası değiştirilmiş bir ülkeyiz, yalnızca 82 sonrasında 12 kez anayasası değiştirildi. Anayasası bile bir lokanta menüsü gibi mevsimine göre değişen, yeniden yazılıp çizilen bir ülkeyiz âdeta. Adaletten, haktan, hukuktan konuşmaya, hakkımızı aramaya çalışıyoruz bu Anayasa'yla. Her dönemde yapılan müdahalelerle çentik üstüne çentik atılan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası aşınma yamaları taşıyor ve onca yamayla artık çağını taşıyamıyor. Ayrıca, içinde bulunduğu, yaşadığı çağla da açmazları giderecek durumda değil daha da büyütüyor.

James Baldwin'in sözüyle devam edeceğim: "Güçlü ittifak kurmuş cehalet adaletin sahip olabileceği en vahşi düşmandır." diyor. Tam da içinde yaşadığımız günlerin özeti gibi gelmiyor mu bu söz? Çeteler demişken devletin adaleti sağlayamadığı, toplumda hakkını dağa çıkarken arayan İnce Memedlerden bugün şehirlerde turistik kıyı bölgelerinde pozisyon almış çek, senet mafyalarına geçildi. Toplumsal yaşamda güçlerin dengesi boşluk kaldırmıyor, devletten, adaletten, hatta ilahî adaletten ümidini kesen insanlar kendi başlarına adalet arayışına çıktılar. Bugün içinde yaşadığımız toplumda devlet kurumlarının dışındaki güçler kendince adalet sağlamaya, ceza vermeye çalışıyor. Türkiye'de yaşanan genel çaresizlik, örgütlü kötülüğe karşı haklarını alacağına inandıkları bir başka örgütlü kötülük olan çetelerin kolunun, kanadının altına sığınmaya sürüklüyor.

Suç ve cezalar kadar ceza ve ödül de önemlidir. Cezalandırma ekseninin etrafında dönecek olursak hemen karşı köşesinde ödüllendirmenin düştüğünü görüyoruz. Türkiye'de cezasızlığın tek başına bir ödül olması yetmezmiş gibi bu kez atamalar, terfiler, makamlar, mevki dağıtmaları bir ödüllendirme mekanizmasının işlediği duygusunu geliştiriyor. Türkiye'de adaletin o kör terazisinin diğer kefesine bunlar konulmadan durum tam olarak anlaşılamaz. Türkiye'de insanlar için haklı olmaktan çok haklı çıkmak önemlidir. Haklı olmak bir gerçekliktir ama haklı çıkmak oyunun nasıl kurulduğuna bağlı olarak değişen bir performanstır, tıpkı retorik ve demagojiyle kazandığımız münazaralarda olduğu gibi haksız olduğumuz kimi durumlarda da haklı çıkabiliyoruz.

Son olarak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in meşhur ettiği "Devlet arada bir rutinin dışına çıkar." dediği zaman yani arada bir hukuk dışı işler yapabileceğini de kabul ettiğini biliyoruz. Çok ilginçtir, Demirel'in başımıza bela ettiği bir Başbakan vardı, galiba onun İçişleri Bakanıydı, eski Emniyet Müdürü, şunu demişti: "Tuğlayı çekersek hepimiz duvarın altında kalırız." Apaçık bir itiraf. Ne oldu? Koca bir cezasızlık.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

OTURUM BAŞKANI ORHAN ERDEM - Buyurun.

KAMURAN TANHAN (Mardin) - Teşekkürler.

Demirel'in "Arada bir rutinin dışına çıkar." deyişinde de gördüğümüz üzere, cezasızlığın aslında istisna olması gerekmez miydi? Normal bir hukuk devletinde istisna olan cezasızlık ama genel kural hâline geldi. Bir hukuk ihlaliyle karşı karşıyaysak müeyyidenin uygulanmasını bekleriz ama müeyyide uygulanmıyorsa, müeyyide cezaysa, ceza uygulanmıyorsa ya da uygulanamıyorsa, etkili bir biçimde sonuç vermiyorsa, mağdurların, hak ihlaline maruz kalanların adalet duygularını, hakkaniyet duygularını, hakikati öğrenme haklarını yerine getirmiyorsa, bunları karşılamıyorsa o zaman burada devlet açısından büyük bir noksanlık ortaya çıkar ki bu devleti yok eder yani devlet ile hukuk arasındaki ilişkiyi koparır ve devlet yok olur.

Adaletin ve barışın inşacısı olmak üzere, benzer tüm yargısal süreçlerin takipçisi olacağımızı bir kez daha yeniliyor, cezasızlık zırhı kaldırılarak toplumsal barış ve insan onuru ekseninde var edilecek yeni ve adil bir hukuk sistemini mutlaka hayata geçirmek dileğiyle bütçenin hayırlı olmasını diliyorum.