| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | |
| Dönemi | : | 28 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 18 .11.2025 |
KAMURAN TANHAN (Mardin) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Bakan, değerli milletvekilleri, Bakanlık bürokratları, değerli basın emekçileri, kıymetli hazırun; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bugün burada aslında Dışişleri Bakanlığının bütçesini konuşuyoruz ama aynı zamanda Türkiye'nin sınır komşularıyla ilişkilerini, Suriye'deki gelişmelerin Türkiye'nin iç barışına, bölgesel istikrarına ve ekonomik çıkarına etkisini, bu coğrafyanın yüz yıllık tarihsel geleceğini ve bugün de devam eden toplumsal bağlarını konuşacağız. Bu nedenle sözlerime sınırın tarihine yani bugünkü sorunları belirleyen başlangıç noktasına dönerek başlamak istiyorum. 1921-1923 yılları arasında; 1921 Ankara Anlaşması'yla belirlenen ve 1923 Lozan Anlaşması'yla kesinleşen Türkiye-Suriye sınırı Kürt coğrafyasının egemen güçler tarafından parçalanmasının resmidir. Bu sınır halkların iradesini, toplumsal yapıyı, kültürü, dili ve ortak yaşamı dikkate almayan, masa başında çizilmiş suni bir haritadır, bir sınırdır. Aradan geçen yüz yıldan fazla sürede yaşanan bütün pratikler göstermiştir ki bu sınırlar Kürt halkının gerçekliğini, tarihsel bağlarını ve toplumsal birlikteliğini ortadan kaldırmaya yetmemiştir. Etraflarına dikenli teller, duvarlar, askerî gözetleme kuleleri örülmüş olsa da Kürtler, sınırın iki yakasında da bir halk olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir; akrabaları, ortak hafızaları ve yaşam pratikleriyle bu sınırları fiilen anlamsız hâle getirmişlerdir. Türkiye ile Suriye sınırı yalnızca iki ülkeyi değil, aynı zamanda Kürtlerin yaşadığı bütün bir coğrafyayı bölmek üzere tasarlandı. Bu parçalama öyle bir korkunun ürünüydü ki sadece tel örgülerle yetinilmedi, neredeyse bir Kıbrıs Adası kadar devasa büyüklükte bir tampon bölge de oluşturuldu. 1956 yılında bu bölgeye 600 binden fazla mayın döşendi. Bu mayınlar sınır boyunca yaşayan halklar için yıllarca ölüm tarlaları oldu. Sınır boyunca yaşayan halk, sınırın öte yakasındaki akrabalarıyla buluşmak isterken, tarlalarına gitmek isterken, küçük çaplı sınır ticareti yapmaya çalışırken binlercesi bu mayınlı tarlalarda yaşamını yitirdi. Bu gerçek bize şunu hatırlatıyor: Bu sınırlar yalnızca coğrafyayı değil, bir halkın doğal yaşam döngüsünü, ortak kültürünü ve toplumsal bağlarını hedef almıştır aslında ama yine de hiç bir mayın, hiçbir tel örgü, hiçbir askerî kule halkların birlik duygusunu bütünüyle ortadan kaldırmamıştır.
Sayın Bakan, değerli hazırun; bu sınırın hikâyesinde sadece devletler arası çizgiler değil, aynı zamanda parçalanmış ailelerin, bölünmüş mahallelerin koparılmak istenen yaşam hikâyeleri vardır. Tren hattı esas alınarak çizilen bu sınır, Akçakale yani Gire Spi'nin, Ceylânpınar yani Serekaniye'nin, Nusaybin yani Kamışlı'nın ortasından geçtiği için geçmiştir. Bir sokak Türkiyeli sayıldı, bir sokak Suriyeli sayıldı. Aynı evde büyüyen kardeşlerden birisi Türkiye nüfusuna, diğeri Suriye nüfusuna kaydedildi o zamanlarda, tabii, Suriye'de nüfus da verilmiyordu o ayrı mesele de. Bir mahalleden diğerine gelin giden bir kadın bir gecede başka bir devletin vatandaşı oldu ama bütün bu yapay ayrımlara rağmen öte yakaya düğün kurulduğunda bu yakada da davul ve zurna çalındı. Öte yakada yas ilan edildiğinde de bu yakada gözyaşı döküldü. Bu coğrafyanın insanları hayata böyle baktı, böyle yaşadı. Bu nedenle, Suriye'de yaşanan her gelişme Türkiye'de aynı anda hissedildi ve hissedilmeye devam ediyor.
2011'de Suriye'de iç savaş başladığında bu akrabalık ve toplumsal bağlar daha görünür hâle geldi. Binlerce Suriyeli Kürt Türkiye'ye geçti, onları karşılayan yine sınırın bu yakasındaki akrabaları, aileleri oldu. Nusaybin'de, Kızıltepe'de, Suruç'ta evler açıldı, sofralar paylaşıldı. Aynı dönemde Türkiye'den yaklaşık 4.500 Kürt genci IŞİD'e karşı verilen mücadeleye katıldı ve çoğu hayatını kaybetti. Bir mezar Kamışlı'da kazıldığında Suruç'ta da anması yapıldı; bir ağıt Diyarbakır'da da yakıldı, yankısı Kobani'den duyuldu. Bu nedenle "Öte yakada bir Kürt'ün burnu kanasa bu yakadaki Kürt'ün yüreği sızlar." sözü burada bir mecaz değil, somut bir hakikattir. Bu gerçekler Türkiye'nin Suriye politikasının yalnızca dış politika meselesi olmadığını, aynı zamanda Türkiye'nin iç barışı ve toplumsal huzuru açısından da belirleyici olduğunu göstermektedir.
Geçtiğimiz yıl aralık ayında Baas rejiminin sona ermesi ve Esad'ın ülkeyi terk etmesiyle Suriye'de yeni bir dönem başladı. Colani öncülüğündeki HTŞ yapılanmasının Şam'da geçiş sürecinde etkin konuma gelmesi Türkiye'nin on yıllık Suriye politikasının sonuçlarını yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. HTŞ'nin bugün yeni Suriye yapılandırması içinde etkili bir aktör hâline gelmesi Türkiye'nin uzun yıllar sürdürdüğü dar güvenlikçi yaklaşımın sınırlarını açığa çıkarmıştır. Oysa Suriye gibi çok kimlikli, çok kültürlü, çok yapılı bir ülkede kalıcı barışın yolu kapsayıcı ve demokratik temsilîyeti geniş bir siyasal çerçeveden geçmektedir. Suriye'nin kuzeyinde Kürtlerin öncülüğünde Arapların, Süryanilerin, Ermenilerin ve diğer halkların katılımıyla oluşturulan demokratik ve katılımcı yönetim modeli uluslararası toplum tarafından Suriye'nin geleceğinde vazgeçilmez bir aktör olarak görülmektedir. Kadınların öncülük ettiği yerel meclisler, çoğulcu yönetim yapıları ve IŞİD'e karşı verilen mücadele de bu bölgedeki yönetimin meşruiyetini artırmıştır. Türkiye'nin bu yapıyı görmezden gelen politikaları ise sahada fiili durumu değiştirmemektedir. Aksine Türkiye'nin çözüm süreçlerinde dışarıda kalma riskini ortaya çıkarmaktadır, bu riski artırmaktadır. 10 Martta SDG Komutanı Mazlum Abdi ile Colani arasında imzalanan 8 maddelik mutabakat; ateşkes, mülteci dönüşleri, kaynak yönetimi, devlet kurumlarına katılım gibi kritik başlıklar içeriyordu ancak kısa sürede Colani'nin tek taraflı geçici anayasa ilan etmesiyle bu süreç tıkandı. Geçici Suriye Hükûmeti mutabakat kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmedi. Bu tıkanmanın nedenlerinden biri de Türkiye'nin Kuzeydoğu Suriye'ye yönelik dışlayıcı yaklaşımlarıdır Sayın Bakan.
Bir başka husus da Afrin'in durumuyla ilgili. Tarih boyunca Kürtlerin yoğun yaşadığı, milyonlarca zeytin ağacına sahip olan bir bölgenin tarımsal kalbi niteliğinde bir bölgedir Afrin. Ancak 2018 yılında gerçekleştirilen Zeytin Dalı Harekâtı sonrasında bölgeye ilişkin çok sayıda ağır iddia, ulusal ve uluslararası raporlara yansımıştır. Bu iddialardan bazıları; demografik yapının değiştirilmesi, zorla yerinden etmeler, kaçırmalar ve fidye uygulamaları, mülkiyet hakkının ihlali, zeytinliklerin tahribi ve kontrolsüz ticaret gibi ağır iddialar uluslararası raporlarda yer almaktaydı. BAAS rejimi gelmeden önce Cemal Nasır'ın Suriye'de uyguladığı zorla yerinden etme ve Arap kuşağı sonuç vermedi ki BAAS rejimi çöktü, HTŞ geldi. Dolayısıyla bu rejimi tekrar canlandırmaya çalışmak saflık olacaktır. Suriye İnsan Hakları Gözlemevinin son bir hafta içerisinde yayımladığı raporda 100 yaşının üzerindeki zeytin ve orman ağaçlarının kesildiği, Afrin'de yerli halkın yaşam koşullarının giderek kötüleştiği, SMO'nun yerel halka yönelik hak ihlallerini sürdürdüğünü, SMO'ya bağlı ekonomi ofisinin halkın tarım arazilerini resmî izin alınmadıkça ekemeyeceğine dair karar yayımlandığını belirtmiştir. Sayın Bakan, soruyorum size: Afrin'in fiili ve idari yönetimi bugün hangi yapının elindedir? Türkiye'nin bu yönetim üzerindeki rolü nedir? Aynı durum Serekani için de geçerlidir. Afrin'deki zeytinliklerin ve tarımsal üretimin denetimi kimdedir? Türkiye bu süreçlerde hangi yetki ve sorumluluğa sahiptir? SOHR'un raporlarında belirtilen ağaç kesimleri, mülkiyet haklarının ihlalleri, tarımsal üretimin izne bağlanması iddialarına ilişkin Bakanlığınız bir inceleme yürütmekte midir? Türkiye, Suriye'de barış ve yeniden inşaya katkı sunabilecek önemli, bölgesel bir aktördür. Bunun için Kuzeydoğu Suriye'yle kurumsal ilişkilerin geliştirilmesi gerekir Sayın Bakan. Sınır ticaretinin düzenli işlemesi gerekir. Enerji ve ulaşım koridorlarının açılması gerekir. Sınır kapılarının açılması gerekir yine. Tarım, küçük üretim ve sanayi alanında karşılıklı olarak projeler geliştirilmesi gerekir. Türkiye'nin hem ekonomik refahına hem de güvenliğine katkı sağlayacağı kesindir.
Sonuç olarak bizler halkların iradesine dayanan kapsayıcı, barışçı ve bölgesel iş birliğine açık bir dış politika anlayışının Türkiye'nin yararına olduğunu düşünüyoruz. Dışişleri Bakanlığının bütçesinin de bu perspektifle şekillenmesi gerektiğini bir kez daha vurguluyoruz.
Sözlerime son verirken Nusaybin ve Kamışlı için söylenen "..."(*) diyerek sözlerimi bitiriyorum.
Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.