| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | |
| Dönemi | : | 28 |
| Yasama Yılı | : | 4 |
| Tarih | : | 18 .11.2025 |
CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli Komisyon üyeleri; sizleri saygıyla selamlıyor, Sayın Bakanımıza ve kıymetli heyetine hoş geldiniz diyorum. Bugün yalnızca Dışişleri Bakanlığının bütçesinden değil Türkiye'nin dış politikada kaybettiği fırsatlardan, kriz yönetimindeki eksiklerinden ve barış inşası konusundaki sorumluluklarından bahsedeceğim.
İktidar iç siyasette yaşadığı problemlerin bir yansıması olarak uzun zamandır dış politikada güç gösterisinin başarılı bir yöntem olduğunu düşünüyor. Oysa bugün dünyada güçlü olanlar askerî dili diplomatik akılla birleştiren, komşularıyla köprü kurabilen, barışı ve uzlaşıyı savaş ve çatışmanın önüne koyabilen ülkelerdir. Türkiye elbette bölgede ve dünyada saygınlığını koruyan bir aktör olmak istiyor ancak bunun için işe kendi içinde barışı güçlendirerek başlamalıdır çünkü iç barışı olmayan bir ülkenin diplomasisi hiçbir zaman etkili olamaz; komşularıyla güven tesis edemez, krizleri yönetemez, bölgesel düzlemde oyun kuramaz. Suriye'de on yılı aşan bir krizi ve iç savaşı geride bıraktık. Devrim önümüzdeki günlerde 1'inci yılını dolduracak. Baktığımızda Şam yönetiminin yeni anayasa veya genel seçimler anlamında net bir takvim yok olduğunu göremiyoruz. Bir yıl içinde birkaç kere iç çatışmalara da şahit olduk. İç savaştan yeni çıkan tüm toplumlarda bunların olması normal karşılanabilir. Burada esas problem Türkiye'nin Suriye'ye bakışındaki güvenlikçi paradigmayı kapsayıcılığa dönüştürememesidir. Şam yönetimiyle güçlü ilişkiler kurmaya, yönetimin dünya kamuoyunca kabulüne özen gösterirken aynı zamanda Suriye'nin içinde tesis edilmesi gereken barışa ve sükunete ciddi yatırım yapmalıyız. Şam ile SDG arasında net bir siyasi uzlaşı olmadan Suriye'de taşlar yerine oturmayacak, Türkiye SDG meselesine bakışını değiştirmedikçe de bu uzlaşı sağlanamayacak. Türkiye'nin stratejisi askeri baskıyı tek yöntem olarak görmek yerine Suriye içindeki aktörlerin birbirleriyle konuşmasının kolaylaştıran, kapsayıcı bir geçiş sürecini destekleyen, diplomasiye ağırlık veren bir çizgi olmalıdır. Çünkü bölgesel barışın yolu sınırları askerî araçlarla değiştirmek değil, toplumlar arası temasla, diplomasiyle, müzakereyle sınırları anlamsızlaştırmaktan geçer. Bu bağlamda iç barışımız ile Suriye politikamız arasında kopmaz bir bağ vardır. Türkiye'de Kürt meselesi çözüme kavuşmadan Suriye'de Kürtlerle ilgili hiçbir dosya sağlıklı bir şekilde yönetilemez. Aynı şekilde Suriye'nin kuzeyindeki siyasi yapı çözüme kavuşmadan Türkiye'nin içindeki tartışmalar normalleşemez. Dolayısıyla iç ve dış politikada barışı aynı anda düşünmek zorundayız. Bu ülke kendi vatandaşlarıyla çözmekten kaçındığı meseleleri başka ülkelerin topraklarında çözemez, çözemediği her sorunun ise dış politikada bir kırılganlık içeride bir huzursuzluk olarak geri döner. 2000'li yılların başında benzer gerginlikleri Irak kürdistan bölgesel yönetimiyle yaşanmıştı, bugün Erbil'deki yönetim Türkiye'nin en yakın ortaklarından. Suriye'de de benzer politikayı niçin görmüyoruz? Tehdit dilini yumuşak ve yapıcı bir dile dönüştürmek uzun vadede tüm halkların istifade edeceği bir dönemin kapısını bizlere açacaktır. Bugün Türkiye tüm kartlarını açık oynarken neden Suriye konusunda daha cesur adımlar atmasın? Özellikle de uzun yıllar devletin en mahrem alanlarında çalışmış, en mahrem görüşmelerde bulunmuş Sayın Hakan Fidan'ın Bakanlığı döneminde bu daha da mümkündür. MİT Başkanlığı İmralı'yla görüşmeler yaparken, Kandil'de silah bırakma faaliyetlerini takip ederken, SDG'nin yetkili isimleri Türkiye'ye getirilerek burada görüşülmesi çözüme daha çok katkı sağlayacaktır. Sayın Bakanın hem müzakere tecrübesi hem de sahadaki etkinliği bunu yapabilecek ve bu sorunu çözebilecek yeterliliktedir. SDG yetkilileri Şam'la görüşürken, ABD'yle temas kurarken, çeşitli ülkelerin temsilcileri buraya gelerek onları dinlerken bizim sorunun ve çözümün doğal ortakları olarak görüşmemiz değil, görüşmüyor olmamız abes karşılanmalıdır. Bu konuda sizlerden iç ve dış siyaseti rahatlatacak yapıcı adımlar bekliyoruz.
Türkiye ademimerkeziyetçilikten korkmamalıdır. Tecrübeyle söylüyorum: İç savaş yaşanmış toplumlarda tekçi bir merkezi yönetim kurmak hemen hemen imkânsızdır. Modalitesi taraflar arasında konuşularak ademimerkeziyetçi bir çözüm bulunmalıdır. Bu konuda Birleşik Krallık modeli denenebilir. İsmi "özerklik" veya "federalizm" olmadan bölgesel değil, iller bazında yerel yatırımların, yerel polisin eğitimin ve sağlığın seçilmiş yerel yönetimlerce yönetildiği bir model herkesi tatmin edebilir. Suriye'deki Arap Kürt ve Türkmenler bizim vatandaşlarımızın soydaşlarıdır. Orada "...(*)" rolüyle tüm taraflara eşit durmalıyız. Türkiye tüm yumurtalarını HTŞ ve Şara sepetine koymamalıdır. Selefilik ve pragmatizmi evliliğinden doğan HTŞ yönetimi daha geçen hafta Lazkiye liman işletmesini DPW'ye yani Birleşik Arap Emirlikleri'ne verildi. Bölgede Türkiye'nin her siyasetine sabotaj yapan Birleşik Arap Emirlikleri'nin Suriye'de güçlenmesi konusunda da dikkatli olunmalıdır. Kürtlerin Suriye yönetiminde etkinlik kazanmaları Türkiye'nin elini Arap ülkelerine karşı da güçlendirir. Barış ve kardeşlik dilinin, yumuşak gücün nasıl güzel neticeler verebildiğini Afrika'da müşahede ettik. Somali'de on beş yılı aşkın emeğimiz, askerî eğitim desteğimiz, teknik kapasite yatırımlarımız Türkiye'nin bölgede en olumlu algıya sahip aktörlerden biri olmasına yol açmıştır. Ancak tüm bu kazanımların yanlış çerçevelenmesine ve "yeni sömürgecilik" gibi yakıştırmalara izin vermemek Türkiye açısından hayati bir önem taşıyor. Somali'yle ilişkilerimiz bir kazan-kazan ilişkisidir; ortak güvenlik, ortak kalkınma, ortak kapasite inşasına dayanmaktadır. Somalililerin rızası ve ortak anlaşmalarla yürüyen doğal gaz ve petrol arama faaliyetleri, Türkiye'nin sömürgeci bir niyet taşıdığını göstermez. Aksine, Orta ve Doğu Afrika'da barış, ekonomi ve kalkınmayı destekleyen bir iş birliği sistemidir. Türkiye burada kamu diplomasisini maalesef son zamanlarda yeterince etkin kullanamadı. Bu konuda son birkaç gündür THY üzerinden devam eden tartışmalara Büyükelçiliğimizin proaktif bir şekilde müdahale etmesi ve Türkiye aleyhine olabilecek dezenformasyona müsaade etmemesi gerekmektedir.
Afrika ülkelerinin ekonomik bağımsızlık mücadelesine destek olmak bizim tarihsel sorumluluğumuzdur. Yeni sömürgeci ülkeler maalesef Afrika'nın kaynaklarını talan etmek için savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar. Bugün Sudan'da yaşanan kriz ve iç savaş, bahsettiğim emellerin bir tezahürüdür. Sudan'ın doğal kaynaklarını sömürmek için bir iç savaş başlatıldı. Birleşik Arap Emirlikleri tarafından para ve silahla desteklenen "Hızlı Destek Güçleri" adlı milis gücü, Sudan devletine karşı bir vekâlet savaşı yürütüyor. Son iki yılda 150 bin sivil öldürüldü. Türkiye burada daha aktif olmalı ve Sudan'ın bölünmesine yol açacak bu savaş bir an önce durdurulmalıdır. İslam İşbirliği Teşkilatı harekete geçirilip buraya bir barış gücü gönderilmeli, Türkiye, aktif diplomasiyla buna öncülük etmelidir. Taraflara silah satışı durdurulmalı, daha fazla kardeş kanı dökülmesinin önüne geçilmelidir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dış politikada her zaman ilkeli ve istikrarlı bir duruşu savunduk. Sadece kriz anlarında ani refleksler vermek değil krizi öngörmenin, anlamanın ve sonuçlarına dair çıkarımlar yaparak diplomasi kapasitesinin etkin ve verimli kullanılmasını önemsedik. Söylediğimiz sözün kıymetini ve uluslararası arenadaki etkinliğimizi artıran en önemli etken, söylemlerimiz ile icraatlarımızın tutarlı olmasıdır. Gazze'de iki yıldır yaşadığımız savrulma bunun en bariz örneklerinden biridir. 7 Ekim 2023'ten itibaren İsrail'in dünyanın gözünün içine bakarak gerçekleştirdiği soykırım, birçok ezberin sorgulandığı, demokrasi başkentlerinin suspus olduğu bir katliamdı. Bir yandan da dünya halklarının zulme karşı nasıl ortak bir tavır aldığını göstererek umutlarımızın yok olmasını engelledi. Ancak Türkiye, Filistinlilere vermiş olduğu umut dolu mesajlarla, çeşitli uluslararası platformlarda yükselttiği sesle başlattığı rüzgarı icraatlarıyla bir fırtınaya dönüştüremedi. Somut adım noktasında maalesef birçok ülkenin gerisinde kaldık. Temsilcilerin geri çekilmesinde, ilişkilerin askıya alınmasında, ticaretin durdurulmasında, uluslararası mahkemelerde süreçlerin başlatılmasında, yerel mahkemelerde yargılamaların yapılmasında Türkiye hep geç kaldı. Üstelik iktidar bu alanda yapılan tüm eleştirileri bir hakaret kabul etti, eleştirenleri siyonizme hizmetle itham etti. Fakat bunların hepsini de maalesef eleştirilerin akabinde gerçekleştirerek bir nevi eleştirileri kabul etmiş oldu. Nihayetinde Türkiye'nin de içinde bulunduğu heyet bir ateşkes anlaşmasını imzaladı ancak Gazze'de hâlâ kan akmaya devam ediyor.
Sayın Bakan Şarm El-Şeyh'teki toplantıya katıldı. Biz garantör olan dört ülkeden biriyiz. Şimdi soruyorum: Bu garantörlük ne kadar bağlayıcıdır? İsrail o günden beri 900 Filistinliyi öldürdü, yaptırımı nedir? Her gün karar değiştiren Trump'ın sözüyle amel etmek ne kadar doğrudur? Türkiye, Birleşmiş Milletlerde Gazze'nin kendini savunma hakkının tanınmadığı hiçbir kararı kabul etmemelidir. Salt İsrail'in çıkarlarını koruyan anlaşmalar yok hükmündedir. Devletler bu meseleyi görüşmeden önce Filistin devletini tanıyarak iki devletli çözüme dair irade beyanlarını ortaya koymalıdır. Ateşkesin kesin olarak uygulanmasını kararlı bir şekilde takip etmeli, istikrar gücünün oluşturulmasını ciddiyetle desteklemeliyiz. Türkiye hem bu görev gücünde yer almalı hem de görev gücünün tamamen Müslüman ülkelerden oluşmasını desteklemelidir. İsrail bu bölgeyi tamamen boşaltırken bu görev gücü nezaret görevini titizlikle yerine getirmelidir. Bölgede tüm devlet dışı aktörlerin tasfiye edildiği bir süreçten geçiyoruz. 7 Ekimden bir ay sonra tüm tartışmalara rağmen Hamas'ın bir Kuvayımilliye hareketi olduğunu Meclis konuşmamda söyledim. Hamas'ın tasfiyesinin önüne geçmek için Hamas'ı Filistin yönetimine entegre etmenin yolları aranmalıdır. Böylece Hamas'ın çözümsüzlüğe bahane yapılması önlenecek hem de Gazze ile Batı Şeria'nın birleşmesinin adımları atılacaktır.
Değerli hazırun, son dönemde Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan yumuşamanın ve özellikle liderler düzeyinde kurulan doğrudan temasın elbette olumlu bir gelişme olduğunu belirtmek isterim. Ancak biz bu ilişkilerin yalnızca 2 liderin iyi niyet beyanlarına ve zirve fotoğraflarına sıkışmasını istemiyoruz. Türkiye'nin dış politikası kişisel dostluklarla değil güçlü kurumlarla, öngörülebilir mekanizmalarla ve karşılıklı saygıya dayalı çerçevelerle yürütülmelidir. Ayrıca bu sürecin Türkiye'ye net kazançlar üretmesi gerekir. Şeffaf olmayan, içeride tartışılmayan ve gelecekte ülkeyi zora sokabilecek tavizlerden kaçınılmalıdır. Örneğin son dönemde nadir toprak elementlerine ilişkin verilen taahhütler ya da BOEİNG'le yapılan büyük çaplı anlaşmaların bazı siyasi beklentiler karşılığında şekillendiğine dair iddialar kamuoyunda tartışılıyor. Türkiye'nin büyük ekonomik anlaşmaları ulusal çıkarları zayıflatacak bir pazarlık zemininin parçası olmamalıdır. Müzakere gücü ancak kurumsallaşmış bir dış politika ve güçlü kadrolarla korunabilir. Kısa vadeli hesapların dış politikanın iç siyasette bir siyasi malzeme hâline gelmesinin, iç siyasetteki çalkantıların dış politikayı şekillendirmesinin önüne geçilmelidir. Bu yaklaşımlar engellenmediği sürece anlık kararlar tamiri zor olan tahribatlara yol açıyor. Bakınız, Türkiye, Avrupa Birliği üyeliği konusunda 2005'ten beri ciddi bir ivme yakalamıştı, 2016'da vize muafiyeti gibi önemli bir kazanım elde edilecekken maalesef bu süreç iç politikada yaşanan dalgalanmalara kurban edildi. Son günlerde tanınmış iş insanlarının bile vize başvurularının reddedildiği haberleri medyada görülüyor, bu bile sürecin önemini ortaya koyuyor. Bugün Gümrük Birliği anlaşmalarının güncellenmemesi Türkiye'yi ekonomik olarak güç duruma sokmaktadır. Vize muafiyetinin ertelenmesine sebep olan siyasi ahlak yasasının yalnızca birlik üyeliği için değil her gün bir yenisine şahit olduğumuz yolsuzlukların önlenmesi için de hayati önemde olduğunu artık anlamalıyız. Bir temizlenme operasyonu henüz olmamasına rağmen ortaya çıkan skandallar bu yasaların on yıl önce neden yapılmak istendiğini de gözler önüne seriyor. Avrupa Birliğinin genişleme süreci yeniden canlanmışken Türkiye hâlâ bu sürecin dışında kalıyorsa bunun en büyük sebebi başkaları değil belki de bizim içeride çözemediğimiz demokrasi krizimizdir. Yine, ekonomik entegrasyonun bir adımı olan Ermenistan'la normalleşme süreci de bu açıdan önemlidir. Kapalı sınırın açılması Türkiye'nin hem ekonomik hem de diplomatik kapasitesini artıracaktır. Kars, Iğdır, Erzurum, Ağrı gibi şehirlerimiz bundan doğrudan fayda sağlayacak, bölgesel ticaret canlanacak, güney Kafkasya'da barışın kalıcı hâle gelmesi mümkün olacaktır. Bölgedeki tüm dengeler konuşulurken elbette Kıbrıs göz ardı edilemez. Kıbrıs'ta yapılan seçimleri sayın Tufan Erhürman ciddi bir farkla kazanmıştır. Türkiye'de elbette demokratik nezaketin gereği olarak buna saygı duymalıdır. Türkiye bundan sonra garantör ülke olarak iki devletli çözüm konusunda hem uluslararası alanda diplomasiyi kullanmalı hem de Kıbrıs'a her konuda ihtiyacı olan desteği vermeye devam etmelidir. Kıbrıs'ın zaman zaman bazı gayrimeşru faaliyetler için bir arka bahçe olarak kullanılması Türkiye'nin bu konudaki samimiyetine gölge düşürmektedir. Bu konuda kararlı bir politika izlenmek isteniyorsa bu tür dedikoduların önüne geçilmeli, gereken önlemler alınmalıdır.
Sayın Bakan, değerli kurum temsilcileri; konuşmamın sonuna doğru bütçe kalemlerindeki bazı çelişkilere dikkat çekmek istiyorum. Sunulan bütçe teklifinde Dışişleri Bakanlığı personel giderleri sadece yüzde 14 artıyor. Bu yeni alınan meslek memurlarının, konsolosluk ihtisas memurlarının, yerel personelin ve ağır iş yükü altındaki dış temsilciliklerin gerçek ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Temsil ve tanıtma giderleri daralırken hizmet alımları kaleminde yüzde 80'i aşan artış var. Özel Kalem Müdürlüğü bütçesi bir yılda 743 milyon TL'den 2 milyar 942 milyon TL'ye çıkıyor. 2025'te 4,3 milyon TL ödenek konulup hiç harcama yapılmayan hizmet alımları kalemi 2026'da birden 2 milyar 253 milyon TL'ye sıçrıyor. Bu tablo kurumsal kapasiteyi güçlendiren yatırımların değil, merkezi ve kişisel kullanım alanlarının şiştiğini gösteriyor.
Daha vahimi Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı etrafında ortaya çıkan şeffaflık boşluğudur. Bakanlık yeni yerleşkesinin inşaatının büyük ölçüde vakıf akarlarıyla yürütüleceği Vakfın kanun teklifinin görüşüldüğü bu salonda zikredilmişti. Vakıf gelirleri arasında vize aracılık hizmetlerinden genel bütçeye ayrılan paylar dışında kalan kısmın Vakfa devredileceği açıkça yazıyor ama vize aracılık hizmetlerini yürüten şirketler nasıl seçildi? Sözleşmeleri hangi rekabetçi usule göre yenilendi? Vize gelirleri hangi hesaplarda, hangi denetim mekanizmalarıyla tutuluyor? Aracılık hizmetleri bu şirketlerden Vakfa ne zaman geçecek? Bunların hiçbirine dair kamuoyunda açık, şeffaf bir bilgi yok. Bu sadece mali bir şeffaflık sorunu değildir, aynı zamanda kurumsal güvenlik problemidir. Vize başvuruları milyonlarca vatandaşın ve yabancı başvuru sahibinin biyometrik verilerini, kişisel bilgilerini içeriyor. Bu alanın denetimsiz, ihalesiz Bakanın takdirine bırakılmış şirketler aracılığıyla yürütülmesi Türkiye Cumhuriyeti'nin dış temsil sistemini ve vatandaşının mahremiyetini risk altına sokar. Buradan açık çağrıda bulunuyorum: Bir, vize aracılık sisteminin tüm sözleşmeleri, kriterleri ve denetim raporları TBMM'ye getirilmeli, Sayıştay denetimine açık hâle getirilmelidir. Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı, Meclis denetiminden bağımsız, paralel bir mali yapı hâline gelmemelidir. Vize gelirleri Vakıf üzerinden değil, doğrudan Bakanlığın kurumsal kapasitesini güçlendirecek şekilde şeffaf bütçe kalemlerine yansıtılmalıdır.
Son olarak iki konuda Sayın Bakanın Antalya Forumu'ndan bahsetmişken bu konuda bir sitemimi belirteceğim. Özellikle Antalya Forumu gibi Bakanlığın organize ettiği birtakım organizasyonlara sadece iktidar partisi mensuplarının davet edilmesi yanlıştır. Bakanlık hepimizin bakanlığıdır. Dolayısıyla buraya muhalefet milletvekillerinin de davet edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
CAVİT ARI (Antalya) - Diğer bakanlıkların tüm etkinliklerinde de öyle Sayın Vekilim, sadece Dışişlerinde değil...
CEMALETTİN KANİ TORUN (Bursa) - Son olarak bir soru sormak istiyorum: 2010-2014 arasında Dışişleri Bakanlığımıza kaç meslek memuru alınmıştır ve bunların kaçı KHK'yle ihraç edilmiştir?
Sözlerime son verirken Bakanlık bütçesinin güçlü, kapsayıcı ve barışçıl bir dış politikanın inşasında kullanılmasının temenni ediyorum. Hem Komisyon üyelerini hem de Bakanlık temsilcilerine beni dinledikleri için teşekkür ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.